Ebû Süfyân ile Hind’in oğlu, mü’minlerin annesi Ümmü Habîbe’nin (r.anhâ) abisi olan Hz. Muâviye, 603 yılında Mekke’de doğmuştur. Mekke’nin fethine kadar İslâm’a karşı olan düşmanlığını sürdürmüş, hicretin 8. yılında (m. 630) Mekke’nin fethinde babası ile birlikte Müslüman olarak İslâm’ın saflarına katılmıştır.
Müslüman olduktan sonra Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’e kâtiplik yapmış, Onun vefatından sonra da fetih orduları içerisinde yer almış, Hz. Ömer’in hilafeti zamanında önce Ürdün, sonra Dımaşk valiliğine getirilmiştir. Osman (r.a) halife olunca, akrabası Hz. Muâviye’yi Suriye genel valisi yaptı. O, gerek idarecilik gerek teşkilatçılık gerekse İslâm fetihleri noktasında pek çok başarıya imza atmış bir sahabîdir. Vali olur olmaz Filistin’in sahil şehirlerini fethetmiş, Bizans’tan kalma tersanelerden faydalanarak ilk İslâm deniz birliklerini oluşturmuştur. Hz. Osman’ın hilafeti zamanında İslam’ın ilk deniz seferi olan Kıbrıs’ın fethi için 1700 parçalık bir filoyu adaya göndermiştir (27/648). Bu seferde Rasûlullah’ın (s.a.v) süt teyzesi Ümmü Harâm bint Milhân (r.anhâ) şehit olmuş ve Kıbrıs’a defnedilmiştir. Günümüzde “Hala Sultan” lakabıyla meşhur bu hanım sahabî, elan Lefke’de adına yaptırılan caminin içerisindeki türbesinde medfun bulunmakta ve ada halkı tarafından kendisine hürmet gösterilerek kabri ziyaret edilmektedir.
Hz. Osman’ın 35/656 tarihinde şehit edilmesinden sonra vuku bulan fitne olaylarında Müslümanlar ciddi darbeler almış, hatta birbirleriyle savaşmışlardı. Rasûlullah’ın (s.a.v) sırdaşı Huzeyfe (r.a) şöyle anlatmaktadır: “Biz, Ömer’in (r.a.) yanında oturuyor iken birden bize: “Hanginiz Rasûlullahıin (s.a.v) fitne hakkındaki hadisini hatırında tutuyor?” dedi. “Ben” dedim ve: Rasûlullah (s.a.v.): “Kişinin ailesi, malı, çocuğu ve komşusu hakkında düştüğü fitnelerin günahını namaz, sadaka, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker siler.” buyurmuştu diye ekledim. Hz. Ömer: “Ben bunu sana sormuyorum. Ben, denizin dalgası gibi dalga dalga gelecek olan fitneden soruyorum.” dedi. Ben de “Ey mü’minlerin emîri! Bu söylediğin fitnelerden sana bir şey ulaşmayacak. Zira seninle onun arasında kapalı bir kapı var.” dedim. “Peki, bu kapı kırılacak mı açılacak mı?” “Açılmayacak, bilakis kırılacak.” “Öyleyse ebediyen bir daha o kapı kapanmayacak.” dedi. “Evet.” dedim.” Huzeyfe’ye (r.a.): “Peki, kapı kimdi?” diye sorulunca: “Ömer’di.” cevabını vermiştir.[1] Bu hadis, net biçimde söz konusu fitnelere işaret etmektedir. Hz. Osman’dan sonra Ali’nin (r.a.) hilafet makamına gelmesini takip eden Cemel Vak’ası (36/656) ve ardından Sıffin Savaşı (37/657), İslâm ümmeti arasında ciddi siyasi kırılmalara yol açmıştır. Öyle ki bu olaylar, yukarıdaki hadiste de geçtiği üzere, o günden bugüne konuşulan, yargılamalarda bulunulan, taraflar arasında hâlâ ciddi suçlama ve ithamlarla kendini gösteren derin ihtilafların sebebi olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Bir kere o kapı kırılmıştır.
Bu olaylara bakıp şaşırmamak gerekir. Zira sahabe de olsalar, insanlık icabı onların tercihleri gereği yanlış yapmalarından daha tabii bir durum söz konusu olamaz. Ancak burada hassas olan nokta, olaylara konu olan şahısların Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ’nın genel olarak, pek çok hadis-i şerifte de Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in hem genel hem de özel olarak medhüsenasını kazanmış kimseler olmalarıdır ki biz onların bile bile hataya düşebileceklerine inanmıyoruz. Olsa olsa o anki şartlar gereği öyle düşünüp karar vermiş olmaları ve o doğrultuda eyleme geçmiş bulunmaları söz konusudur diye düşünüyoruz.
Muâviye’nin (r.a.) faziletine dair meşhur hadis kitaplarımızda, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in ona şu şekilde dua ettiği yer almıştır:
“Allah’ım onu hidayet eden, hidayete ermiş ve devamlı hidayette olanlardan eyle.”[2]
Devlet idaresinde de hakkı, hukuku gözeten hassas bir yapıya sahipti. Ebû Meryem el-Ezdî’den (r.a.) rivayet edildiğine göre, kendisi Hz. Muâviye’ye şöyle dedi:
Ben Rasûlullah’ı (s.a.v.) şöyle buyururken dinledim:
“Allah Teâlâ bir kimseyi Müslümanların başına idareci yapar, o da halkın işlerinin bitirilmesine, ihtiyaç ve sıkıntılarının giderilmesine engel olmaya kalkarsa, kıyamet gününde Allah Teâlâ da onun işlerinin bitirilmesine, ihtiyaç ve sıkıntılarının giderilmesine engel olur.” Bunun üzerine Hz. Muâviye halkın arasına karışıp onların ihtiyaçlarını tesbit etmek ve kendisine bildirmek üzere özel bir adam tayin etti.[3] O aynı zamanda hadis rivayetinde de bulunmuştur. Peygamber Efendimiz’den toplam 163 hadis rivayet etmiş, bu hadislerin 13’ü Buhârî ve Müslim’in Sahîh’lerinde, başka sahabîlerdenden de yaptığı rivayetler Kütüb-i Sitte’de yer almıştır.
Hz. Muâviye 60/680 tarihinde 80 küsur yaşında Şam’da vefat ederken ölüm döşeğinde endişelerini dile getirmiş, özellikle oğlu Yezid hakkında yaptıklarından korktuğunu söylemiştir. Nelerden ümitli olduğunu ifade ederken de, vaktiyle Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte bulundukları bir seferde gömleğinin yırtılması üzerine onun kendisine bir gömlek verdiğini, bir defa giydiği bu gömleği şimdi kefeninin altına koymalarını istediğini belirtmiş, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in saçından ve tırnağından bir miktar sakladığını, bunları gözlerinin ve burnunun üzerine koymalarını arzu ettiğini, kendisine bir şey fayda verecekse bunların fayda vereceğine inandığını ifade etmiştir.
Dünyaya en fazla değer veren sahâbîlerden söz edilirken onun adından bahsedilir. Ölümle yüz yüze gelince, onun da gönlündeki imana ve Peygamber sevgisine sığınmaktan başka yol bulamadığını görmekteyiz. Hem onun hem de bütün sahabîlerin Rasûl-i Ekrem’e (s.a.v) derin bir sevgi beslediklerini ve onun şefaatini umduklarını bilmekteyiz.
Bazı kimselerin en fazla bu sahabîye dil uzattıklarını ve onu tenkit ettiklerini biliyoruz. Bize düşen onun şu son haline bakmak ve kendisi hakkında hüsn-i zan beslemektir. Kendi halimize bakmadan, Allah’a karşı görevlerimizi ne ölçüde yaptığımızı hesaba katmadan “Falan haklıydı, falan haksızdı” diye on dört asır sonra hakemlik yapmaya kalkmak, haddini bilmezlikten başka nedir ki?[4]
Geçen asrın Nakşibendî büyüklerinden Serezli Hacı Hasîb Efendi’ye (v. 1949): “Hz. Ali mi yoksa Hz. Muâviye mi haklıydı?” diye sormuşlar. O da şu cevabı vermiş: “Evladım onlar birer aslandı. Hiç aslanların döğüşüne kediler karışır mı?!” Yine Ömer b. Abdülaziz ve Ebû Hanîfe başta olmak üzere pek çok selef âliminden, sahabe arasında vuku bulan savaşlar hakkında: “Allah Teâlâ ellerimizi bu kanlara bulaştırmadığı gibi biz de dillerimizi o kanlara bulaştırmayız” diyerek sükut ettikleri nakledilmiştir[5] ki ehl-i sünnetin konuyla alakalı görüşünü aksettiren bu yaklaşım tarzı, orta yollu ve en sâlim olanıdır.
Radıyallahu anhüm ecmaîn!
[1] Buhârî, Fiten 17; Müslim, Fiten 71.
[2] Tirmizî, Menâkıb, 48.
[3] Ebû Dâvûd, İmâre 13; Tirmizî, Ahkâm 6.
[4] Kandemir vd., Riyâzü’s-Sâlihîn Peygamberimizden Hayat Ölçüleri, IV, 167-168.
[5] Râzî, Meâlim, s. 153