İçeriğe geç
Anasayfa » PEYGAMBERLERDEN SONRAKİ EN HAYIRLI NESİL: SAHABE-İ KİRAM

PEYGAMBERLERDEN SONRAKİ EN HAYIRLI NESİL: SAHABE-İ KİRAM

Mülâkat: Ahmet Er – Halil İbrahim Develi

Muhterem Hocam, ashab-ı kiramı sevmenin dinimizdeki yeri nedir? Sahâbeden herhangi birisi için, sevmiyorum, deme lüksü var mıdır? Onları eleştirme hakkımız var mıdır, üslubumuz nasıl olmalıdır?

Bismillahirrahmanirrahîm. Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn. Ve’s-salâüu ve’s-selâmu alâ Rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.

Önce sahabe-i kiramı bir tanıyalım. Kimdir sahabî?

Genelin kabul etmiş olduğu ifade ile sahabî, “Müslüman olarak Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i gören ve iman üzere ölendir.” Bu tanıma göre, Rasûlullah Efendimiz’i Müslüman olarak az bir vakit de olsa görüp mü’min olarak ölen herkes sahabe-i kiramdan sayılır. Tabi bunun detayları var; kendi içerisinde sahabenin dereceleri var. Ama sahabe-i kiramın kendi içerisindeki derecelendirmesinde en alt durumda olanlar bile sahabî olmayan en üst seviyedeki evliyaullahın fevkindedir, üstündedir. Sahabe-i kiram olmanın özelliği bu şekilde ortaya çıkmaktadır. Yani onlar farklı kişiler. Nasıl ki Allah Teâlâ, son peygamber olarak Rasûlullah’ı (s.a.v) seçti ise, ashab-ı kiramı da Ona uygun kişiler olarak seçmiştir. Bu itibarla ümmetin içinde ashab-ı kiram, erişilmesi mümkün olmayan bir mevkidedir. Çünkü Rasûlullah Efendimiz’i gören kimselerdir onlar ( radıyallâhu anhüm ecmaîn).

Kur’ân-ı Kerîm’de sahabe-i kiram arasında yapılan bazı derecelendirmeleri görüyoruz. Mesela Hadîd Sûresi’nin 10. âyet-i kerîmesinde Allah Teâlâ, (لَا يَسْتَوِي مِنْكُمْ مَنْ اَنْفَقَ مِنْ قَبْلِ الْفَتْحِ وَقَاتَلَ) “İçinizde fetihten evvel (Allah yolunda) harcayan ve muharebe eden kimseler (diğerleriyle) bir olmaz.” Bakınız, “fetihten önce” buyruluyor. Buradaki “fetih”ten murat, Mekke’nin fethi veya Hudeybiye görüşmeleridir; çünkü Mekke’nin fethini hazırlayan, Hudeybiye muahedesidir. “Fetihten önce infak edip, fetihten önce savaşanlar aynı değildir.” diyor. Kim ile aynı değildir; daha sonrakilerle aynı değildir: (اُولٰٓئِكَ اَعْظَمُ دَرَجَةً مِنَ الَّذِينَ اَنْفَقُوا مِنْ بَعْدُ وَقَاتَلُوا)  “Onlar derece itibariyle (o fetihten) sonra harcayan ve muharebe edenlerden daha büyüktür.” İşte anlaşılıyor ki, fetih öncesinde infak eden ve savaşanların dereceleri, fetih sonrasında infak eden ve savaşanlardan daha üstündür, daha büyüktür. Ama (وَكُلًّا وَعَدَ اللّٰهُ الْحُسْنٰى) “(Bununla beraber) Allah (bu iki zümreden) her birine en güzel olanı (cenneti) vaad etti.” (وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ) “Allah celle celâlühû, ne yaparsanız hakkıyla haberdardır.”

Tevbe Sûresi’nin 100. âyet-i kerimesinde de şöyle buyrulmaktadır: (وَالسَّابِقُونَ الْاَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِرِينَ وَالْاَنْصَارِ وَالَّذِينَ اتَّبَعُوهُمْ بِاِحْسَانٍۙ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ وَاَعَدَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي تَحْتَهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَٓا اَبَدًاۜ ذٰلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ) “(İslam’da) öncüler, birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tâbi olanlar (yok mu), Allah onlardan razıdır. )Allah Teâlâ onları memnun ve mutlu ettiği için ve mutlu edeceği için) onlar da Allah’tan razıdır. (Allah) bunlar için, içinde ebedî kalıcı olmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu, en büyük bahtiyarlıktır.” Bakın burada Allah Teâlâ hepsinden razı olduğunu ifade ediyor. Hem önceki muhacirlerden ve ensardan hem de iyilikle peşinden gelenlerden razı olduğunu ve onları razı edeceğini bildiriyor.

Şimdi sorumuza gelelim Allah’ın razı olduğu ve Allah’ın razı edeceğini beyan ettiği kişilere hürmetsizlik olabilir mi? Olamaz. Sevmiyorum denebilir mi? Asla denemez. Allah celle celâlühû bir kulundan razı olduğunu beyan ettiği zaman bize düşen, bizim de on(lar)dan razı olmamız ve sevgi ile muhabbet ile onları anmamızdır. Eğer aksini yaparsak Allah Teâlâ’ya muhalefet etmiş oluruz. Bir kişiyi düşünün; Allah Teâlâ ondan razı, Rasûlullah (s.a.v) onu seviyor; Allah’ın razı olduğu, Rasûlullah’ın sevdiği bir kişiyi sevmemek olur mu; asla olamaz.

Zâtü’s-Selâsil Seriyyesi’nden döndüklerinde, Rasûlullah’ın, kendisine komutanlık görevini verdiği Amr b. As (r.a), Rasûlullah Efendimiz’e sordu; “Ya Rasûlallah! En çok sevdiğin kimdir?” Rasûlullah (s.a.v), “Aişe’dir.” buyurdu. Amr b. As, “Sonra kimdir?” diye sorunca, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, “Babasıdır.” şeklinde cevap buyurdular. “Babasıdır.” yani Hz. Ebubekir’dir (s.a.v). Birkaç defa soruyu tekrar etti. Amr b. As, hep kendisinden başkaları söylendiği için, “Daha sormadım, korktum, çok gerilerde kalacağımdan korktuğum için sormadım.” diyor. Bu soruyu sormasının gerekçesini de şöyle ifade ediyorlar veya kendisi ifade ediyor: Zâtü’s-Selâsil’de, Rasûlullah (s.a.v) onu komutan tayin edince ki orda Hz. Ebubekir (r.a) ve Hz. Ömer (r.a) var, düşüncesi Rasûlullah’ın (s.a.v), onu sevmesinden dolayı komutan olarak tayin ettiği şeklinde idi ve beklentisi de böyle bir cevaptı. İki-üç kez veya üç-dört kez bazı rivayetlerde yedi kereye kadar sormuş ama Rasûlullah Efendimiz’in verdiği cevaplarda kendi adı geçmeyince daha üstelememiş.

Şimdi Ebubekir (r.a) Efendimizi ele alalım. Hz. Ebubekir (r.a), Peygamber Efendimiz dâhil, peygamberlerden sonra, “güneşin, üzerine doğup-battığı en faziletli insan”dır. Peygamber Efendimiz bu şekilde vasıflandırıyor onu. Böyle bir kişiye buğzetmek, düşmanlık etmek, sevmiyorum demek, eleştirmek mümkün müdür, Müslümana yakışır mı? Asla yakışmaz. Bazı ehl-i sünnet dışı mezheplerin düştükleri badire de burasıdır. Hz. Ebubekir (r.a) Efendimize, Hz. Ömer (r.a) Efendimize, Hz. Osman (r.a) Efendimize, Hz. Aişe (r.a) Validemize hakaret etmeleri, onları iman yönünden büyük bir tehlikenin içerisine sürüklemiştir ve sürüklüyor da, yazık ediyorlar, zulmediyorlar kendilerine. Allah’ın ve Rasûlü’nün razı olduğu, sevdiği zatları bu şekilde hedef almak hiç doğru değildir. Rasûlullah (s.a.v), “Allah’tan korkun Allah’tan korkun! Ashabım hakkında onları sakın hedef almayın, hedefe koymayın onları.” buyuruyor.

Ashâb-ı kirâmdan hiçbirine laf atamayız, tenkit edemeyiz, yaptıkları herhangi bir şey sebebiyle yanlış diyeceğimiz şeyleri tevil ederiz onlar hakkında. Deriz ki, şöyle olması gerekirken şöyle olmuş,  bu bir ictihad farkıdır. Allah Teâlâ’nın, müctehidlere hata etse de ecir yazacağını beyan ediyor Efendimiz (s.a.v): “Müctehid ya hata eder ya isabet eder.  İsabet ederse iki sevap alır, hata ederse ictihadından dolayı yine bir sevap alır.” Sahabe-i kiramın durumunu da böyle yorumlarız ve Allah’a bırakırız. Eğer Allah Teâlâ bir hüküm verecekse kendisi verecektir o hükmü. Biz, üzerinden 1400 küsûr sene geçmiş hadiselerde taraf tutup da, şu haklıydı şu haksızdı, deme bilgisine ve yetkisine sahip değiliz. Kendi yaşadığımız dönemde bile bazı çözüme kavuşmamış sorunlar görüyoruz, gizli tarafları oluyor, perde arkası oluyor… Günümüzde olan hadiseleri bile biz tam olarak kavrayamıyorsak, Rasûlullah’ın (s.a.v) asr-ı saadetinde ve ondan sonraki dönemlerde olan hadiselere nasıl hakemlik yapmaya kalkışabiliriz? Biz kendimize düşen görevi yapmak zorundayız; bundan sonra ihtilafa düşmememiz gerekiyor. Birlik, beraberlik içerisinde olmamız gerekiyor; İslam’da, Kur’ân-ı Kerîm etrafında bütünleşmemiz gerekiyor. Öncekiler şöyle yaptı böyle yaptı, diyerek orayı karıştırmamıza, haklı haksız seçmeye çalışmamıza gerekçe yok, ihtiyaç da yok, yaptığımızın da bir karşılığı yok, değeri de yok. Dolayısıyla biz ashab-ı kiramı hürmetle, muhabbetle, rıza ile anarız. Adları geçtiği zaman da onlara rıza okuruz; Allah’ın, rızasını ulaştırması için dua ederiz ve hürmette kusur etmeyiz.

Muhterem Hocam, konuşmanızın başında âyet-i kerîmeler zikrederek Allah Teâlâ’nın, sahâbe-i kiramdan razı olduğunu, onlara cenneti vaad ettiğini belirttiniz, hatırlattınız. Peki, onları bu makama çıkaran, Allah Teâlâ katında kıymetli kılan  şeyler nedir?

Tevbe Suresi’nin 117. âyet-i kerîmesinde buyruluyor ki;   (لَقَدْ تَابَ اللّٰهُ عَلَى النَّبِيِّ وَالْمُهَاجِرِينَ وَالْاَنْصَارِ الَّذِينَ اتَّبَعُوهُ فِي سَاعَةِ الْعُسْرَةِ مِنْ بَعْدِ مَا كَادَ يَزِيغُ قُلُوبُ فَرِيقٍ مِنْهُمْ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ): “And olsun ki Allah, peygamberi(ni affettiği gibi), o güçlük zamanında Ona tâbî olan muhâcirlerle ensârı da, içlerinden bir kısmının kalpleri nerede ise eğrilmek üzere olmasının ardından tevbeye muvaffak eyledi. Sonra da onların tevbelerini kabul buyurdu.” Âyet-i kerîme sahâbe-i kirâmın, “saat-i usre”de, yani çetin bir vakitte, bir anlık panik olsalar da, Rasûlullah aleyhisselâtü vesselâm’a destek olduklarını ifade ediyor. Bu, müfessirlerin ifadesiyle Huneyn Savaşı veya Tebük Gazvesi’nde yaşanan bir olayla alakalıdır. Müslümanlar, orada ani bir saldırıyla karşılaştı ve dağılma süreci yaşadı, sonra toparlandılar ve Allah Teâlâ, onları bağışladığını beyan ediyor. Ayet şu şekilde bitiyor; (اِنَّهُ بِهِمْ رَؤُفٌ رَحِيمٌ) “Allah, onlara hem Raûf’dur (çok şefkatli olan), hem de Rahîm’dir (çok merhamet eden).” Onlar, Allah’ın acımasına yani merhametine mazhar olmuş insanlardır, onlar her şeylerini Rasûlullah (s.a.v) için feda etmiş insanlardır.

Onlardan evvel (Medine’yi) yurt ve iman (evi) edinmiş olan kimseler, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir ihtiyaç (meyli) bulmazlar. Kendilerinde fakr u ihtiyaç olsa bile (onlar), öz canlarından daha üstün tutarlar. Kim nefsinin (mala olan) hırsından ve cimriliğinden korunursa işte muratlarına erenler onların ta kendileridir.[1]

Yani bir insan topluluğu, muhaciri düşünün ki imanı için, Rasûlullah’a (s.a.v) destek vermek için malını, çoluk-çocuğunu, her şeyini bırakarak Mekke’den, ana yurdundan, Medine’ye hicret etmiş; ensar da onlar gelmeden önce yurtlarını hazırlamış, gönüllerini imana açmış, onları kabul etmiş, kardeş bellemiş, evini, bahçesini, parasını, her şeyini paylaşmışlardı onlarla; böyle bir topluluk başka bir zamanda, başka bir mekânda bir daha duyulmuş değil. İşte onları erişilemez bir noktaya getiren, Rasûlullah’a (s.a.v) iman ve destekleri ve Onun için her şeylerini feda etmeleridir. Nitekim bu kimseler, Allah Teâlâ’nın rızasını Rasûlullah’ın (s.a.v) sevgisini kazanmış insanlardır; bu zatlara bizim bakışımız her zaman sevgi, muhabbet üzerine olması gerekir.

Peki, böyle olmadığı takdirde, ashab-ı kirama karşı saygısızlıkta bulunulması halinde herhangi bir müeyyideyle karşılaşır mı Müslüman ya da sahabeye saygısızlığın itikadî ve hukukî açıdan durumu nedir desek?

Bir kere Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, ashab-ı kirâmı değişik vesilelerle övüyor. Mesela bir hadîs-i şerifte buyruluyor ki; “Sizden biriniz Uhud Dağı kadar altın bağışlasa, infak etse onların seviyesine çıkamadığı gibi yarı seviyesine de çıkamaz.”  Rasûlullah (s.a.v), sahâbe-i kirâma çok değer veriyor. Bir keresinde, Rasûlullah (s.a.v), Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman veya Hz. Ali ile birlikte Uhud ziyaretinde bulunuyor. Uhud’da bir sarsıntı oluyor, Efendimiz (s.a.v), “Uhud, yerinde dur. Senin üstünde bir peygamber, bir sıddık iki de şehit var.” buyurdu. Sıddık olan, Hz. Ebubekir; 2 şehitten biri Hz. Ömer, diğeri de Hz. Osman veya Hz. Ali’dir. Rasûlullah (s.a.v), onları bu şekilde niteliyor, öne çıkarıyor. Buna rağmen onları tezyif veya tahkir etmek Müslümana yakışmadığı halde böyle yaparsa ne olur?

Şuradan başlayalım cevaba; ehl-i sünnete göre sahâbe-i kirâmın en faziletlileri hulefâ-i râşidîndir. Onlar da hilafet sırasına göredir;  yani ilk sırada Hz. Ebubekir vardır. Hulefâ-i râşidînin hilafetini inkâr eden küfre girer, ehl-i sünnetin ifadesi budur. Onların halife olmaya liyakatleri olmadığını söylemek, onlara hakaret etmek insanları dalâlete, küfre götürür.

Bununla birlikte sahâbe-i kirâmın hepsi âyet-i kerîmenin teminatı altındadırlar; (وَالسَّابِقُونَ الْاَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِرِينَ وَالْاَنْصَارِ وَالَّذِينَ اتَّبَعُوهُمْ بِاِحْسَانٍ…) “(İslam’da) birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tâbî olanlar…”[2] Burada, “İslam’da birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar”la başlıyor ama “onlara güzellikle tâbî olanlar” şeklinde genelleştiriyor, umumileştiriyor. Dolayısıyla hadis usûlü âlimlerimiz, bütün sahabe-i kiram için adildir diyorlar. Onların hadis uydurduğunu söylemek çok büyük bir yanlış ve iftiradır. Şimdi böyle bir topluluk türedi maalesef. Bunlar husumet içerisinde, ashab-ı kiramın hepsine iftira atıp onların hadis uydurduğunu iddia ederek suretâ Rasûlullah’a (s.a.v) sahip çıkıyor görünürler. Bir tane bile hadisi kabul etmiyor, hepsi uydurmadır diyorlar; bu küfürdür, onlar büyük bir küfrün içerisindedirler.

Hâlbuki sahabe-i kiramın, Efendimiz’in hadis-i şeriflerine ne kadar düşkün olduklarına dair birçok örneğe şahit oluyoruz. Mesela Hz. Ömer (r.a), Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz hayatta iken şöyle bir münavebe yaptıklarını ifade ediyor; biz hep birlikte aynı anda Efendimiz ile bulunma imkânı bulamıyorduk. Bu sebeple komşularımızla aramızda münavebe yapardık. Birimiz işe gider, diğerimiz Rasûlullah’ın (s.a.v) yanına gider, Onu dinler, takip ederdi. Rasûlullah’ın (s.a.v) o günkü söylediklerini ve yaptıklarını akşam olunca paylaşırdık.”

Sahabe-i kiram arasında okur-yazar olanlar vardı; onlardan bazıları Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in hadislerini yazıyorlardı; okur-yazar olmayanlardan bazıları ezberliyorlardı. Dolayısıyla şimdi, hadisler üzerinde bazı şüpheler ortaya atanlar, böyle bir gayret içerisinde olanlar yalan yanlış şeylerle meşgul oluyorlar. Ashab-ı kiram hem yazmıştır hem ezberlemiştir, başkalarına da bunu aktarmıştır.

Ebû Hureyre (r.a) diyor ki, “Ashab-ı kiram içerisinde bazıları iş yerine gittiğinde, bazıları bahçelerini ıslaha gittiğinde Rasûlullah’tan (s.a.v) uzaklaşıyorlardı ama ben karın tokluğuna Rasûlullah’ın (s.a.v) yanında bulunuyordum. Bu vesile ile en çok hadis rivayet edenlerden oldum.” Sadece Abdullah b. Amr b. As’ı (r.a) istisna ediyor; onun kendisinden daha çok hadis bildiğini çünkü onun yazdığını, kendisinin yazmadığını belirtiyor. Abdullah b. Amr b. As’ın (r.a) hadisleri yazdığına dair Ebu Hureyre (r.a) şahitlik ediyor. Abdullah b. Amr b. As kendisi de söylüyor yazdığını. Dolayısıyla hadislerde bir inkıta yoktur; yazılı olsun, ezber yoluyla olsun hadisler muhafaza edilmeye daha ilk zamanlarda başlamıştır. “Şu tarihe kadar ihmal edildi, unutuldu da şu tarihten sonra Buhari yazıldı, Müslim yazıldı…” gibi cümlelerin hepsi kötü niyetli insanların, dinimize kastedenlerin uydurmasıdır.

Hadislerin bize kadar intikali, Kur’ân-ı Kerîm’in intikali gibidir. Nasıl ki Kur’ân-ı Kerîm ezberleme yoluyla dünyaya yayıldıysa, hadisler de ezberleme yoluyla yayıldı.  Hadislerle Kur’ân-ı Kerîm arasındaki fark; hadîs-i şerîfleri sahabeden isteyen yazarken, Kur’ân-ı Kerîm ayetlerini bizzat Rasûlullah (s.a.v) takip etti, yazdırdı. Hadislere aynı titizliğin gösterilmemiş olması hadislerin sonradan uydurulmuş olduğunun gerekçesi olamaz. Rasûlullah’ın (s.a.v) öğrettiği İslam bugüne kadar sahih bir şekilde gelmiştir; âyet-i kerîmelerle hadîs-i şerîflerle ümmetin icmaı ile bugüne kadar sahih şekliyle intikal etmiştir, bunun ilk kuşağını teşkil eden de ashab-ı kiramdır. Bunda herhangi bir şüphe yoktur.

Sahabe-i kirama ehl-i sünnet âlimlerimiz ve hadis usûlcülerimiz “udûl” demişlerdir. Bu itibarla onlardan böyle bir şeyi beklemek mümkün değildir ve doğru değildir. Aksini iddia edenler ise iddialarıyla beraber kendilerine zulmetmiş oluyorlar. Allah Teâlâ yanlış yapanları kendilerine zulmetmekle vasıflandırıyor. Hukuki yönden yani bugün bu belki herhangi birisine hakaret gibi suç sınıfına girmiş olabilir ama esas müeyyide ahiretteki müeyyidedir; Allah Teâlâ’nın uygulayacağı müeyyidedir; Allah’tan korkmaları lazım.

Kıymetli Hocam, sahabe-i kiramın sahip olduğu yüksek dereceden, bu dereceye nasıl çıktıklarından bahsettiniz. Ashab-ı kiram aynı zamanda bu ümmetin ilk nesli, dolayısıyla bütün Müslümanlar, din adına, iman namına ne öğrendilerse onların naklettiklerinden öğrendi. Bugün biz İslam namına ne okuyorsak, ne biliyorsak, ne yapıyorsak onlar vesilesiyledir. Sonuç olarak, sebep olan yapan gibidir, fehvasınca kendilerinden sonra iman eden her ferdin ecrine ortak olacaklardır. Onların bu şekilde kıymetli olmalarını, faziletlerine erişilemeyeceğini bu şekilde de anlayabilir miyiz?

Elbette, yani onlar İslam’ın hükümlerinin, Kur’ân-ı Kerîm’in emir ve yasaklarının ilk muhatabıdırlar. Âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerîfleri en iyi bilenler onlardır. Dolayısıyla İslam âlimlerimiz, fıkıh âlimlerimiz delilleri tasnif ederken kavlü’s-sahabeyi esas almışlar mesela. Bir konuda önce âyet-i kerîmeye orada yoksa sünnet-i nebeviyeye başvurulmuş, orada da yoksa veya onlara izah aranıyorsa başvurulan üçüncü yol sahabe-i kiramın kavli olmuştur. Yani sahabe-i kiramın rivayet ettiği hadis-i şerifler bizim kabulümüzdür. Hadislerin dışında söyledikleri de yine kabulümüzdür Zira ashab-ı kiram ilk kuşaktır. Rasûlullah’ın övdüğü bir nesildir; “En hayırlı asır, benim içinde bulunduğum asırdır. Sonra onları takip edenlerdir, sonra da takip edenleri takip edenlerdir.” diyerek üç kuşağı sayıyor Rasûlullah (s.a.v) ve sahabenin, ümmetin en hayırlıları olduğunu belirtiyor. Dediğinizi bu şekilde ifade etmek mümkün.

Biraz farklı bir soruyla sohbetimizi sonlandırabiliriz Hocam. Ashab-ı kiram genel olarak dinini doğrudan Kur’ân-ı Kerîm’den ve hadîs-i şerîflerden mi öğreniyordu yoksa müctehid sahabîlere mi başvururdu? Bu sorumuzun arka planında; Kur’an ortada, sünnet ortada, mezheplere-müctehidlere ne gerek var, düşüncesinin yattığını söylemekte fayda var doğrusu.

Öncelikle şunu belirtelim; Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in hayatta olduğu dönemde tek mercii Efendimiz (s.a.v) idi. Kur’ân-ı Kerîm’deki ahkâmı da ashab-ı kiram, Ondan (s.a.v) öğreniyordu. Rasûlullah’ın (s.a.v) sünnetini de Ondan (s.a.v) öğreniyorlardı. Yani Rasûlullah’ın hayatta olduğu dönemde kimse fetva verme cüretinde bulunmamış ve böyle bir şeye ihtiyaç da duyulmamıştır; çünkü Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz hayattadır. Hayatta olduğu için bütün sorular Rasûlullah Efendimiz’e soruluyordu ve Ondan alınan cevap üzerine amel ediliyordu. Birbirlerine bir şey sorsalar bile sonuçta yine Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e intikal ettiriliyordu, bunlar, Rasûlullah Efendimiz’in söylediği ile neticeleniyordu. Fakat Rasûlullah’ın (s.a.v) irtihalinden sonra ashab-ı kiram içerisinde ilimde temayüz etmiş, müctehid derecesinde olan sahabîler vardı. Yani sahabe-i kiram, istisnasız, adil olmasına rağmen onların hepsi müctehid derecesinde değildi. Sahabe arasında bilgi düzeyinde, ilim bakımından diğerlerinden temayüz etmiş kimseler vardı. Dolayısıyla gerektiğinde bu zatlara müracaat ediliyordu. Mesela Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in özel durumlarını en iyi bilen, Aişe Validemiz olduğu için Ona soruyorlardı. Abdullah b. Abbas’a (r.a) soruluyordu, Abdullah b. Ömer’e (r.a) soruluyordu, Abdullah b. Zübeyr’e (r.a) soruluyordu. Bu Abdullahların bir üst seviyesinde bir Abdullah daha var; Abdullah b. Mes‘ud (r.a), Ona soruluyordu. Bunlar gibi zatlara soruluyordu. Yani sahabe-i kiram müşkil durumlarda kendilerinden daha iyi bilenlere başvuruyorlardı; ben böyle anlıyorum, bu böyledir diye bir inada -haşa- kapılmıyorlardı. Şüpheye düştükleri şeylerde dahi bilenlere soruyorlardı; kendi bildiğini teyit için uzak yerlere sefer edenler bile olmuştur; Enes b. Malik (r.a) onlardan birisidir. Enes b. Malik (r.a) bildiği bir hadîs-i şerîfte tereddüt ediyor; onun irad edildiği zamanda Rasûlullah’ın (s.a.v) yanında kim olduğunu düşünüyor ve hatırladıktan sonra o kimsenin Mısır’a yerleştiğini öğreniyor; hazırlık yaptırıyor, Mısır’a gidip onunla görüşüp o tereddüdünü gideriyor. Enes b. Malik (r.a), benzer örneklerden bir tanesi sadece. Bir hadis uğruna hicret eden, sefer yapan sahabîlerle ilgili kitaplarımız var. Dolayısıyla diyebiliriz ki, ashab-ı kiram bir sorusuna cevap bulmak, bir tereddüdünü tasfiye etmek için kendi içerisinde daha bilgili olanlara soruyordu.

Muhterem Hocam, çok teşekkür ederiz. Bizim sormak istediklerimiz bu kadar. Sizin eklemek, tavsiye etmek istediğiniz şeyler, nasihatleriniz olursa onlarla sohbetimizi noktalayabiliriz.

Eklemek istediğimiz şey bu son konunun dışında; çok yanlış ve ters bir hedefe doğru toplumu götürmek isteyen bir kitle var. Bu kişilere önce hidayet dileyelim. Allah Teâlâ onlara hidayet nasip eylesin. Vazgeçmelerini Allah Teâlâ ilham eylesin. Bunlara karşı uyanık olmak lazım ve uyandırmak lazım. Çevremizi uyarmak lazım.

İkinci şey de onlardan daha çok çalışmamız lazım. Sosyal medyayı az çok biz de görüyoruz, takip ediyoruz. Ehl-i sünnet bu konuda gücünü kullanmıyor. Şu anda azınlığın sesi daha çok çıkıyor, çoğunluğun sesi çıkmıyor. Hâlbuki bizim toplumumuzun, milletimizin, elhamdülillah, kahir ekseriyeti ehl-i sünnettir. Sahabe-i kiramı da sever, tâbiûnu da sever, müctehid olanlara tâbîdir, onları da sever. Ama ses çıkarma noktasına geldiğimizde ötekilerin gürültüsü daha fazla. Televizyonlarda yapıyorlar bunu, sosyal medyada yapıyorlar, yazdıkları eserlerde sürekli gündeme getiriyorlar. Bizim onlardan daha çok çalışmamız lazım. Reddiyelerimiz olması lazım. Bunu da yapmak için ekipler oluşturmak gerekiyor. Evet, yer yer bu işi yapanlar var, Allah Teâlâ sayılarını arttırsın.

Bu işi ortaya atanlar planlı atmışlardır. İslam coğrafyasını karıştırmak için bunu yapıyorlar.  Bugün değil yıllardan beri, çeşitli vesilelerle yapmaya çalışıyorlar. 1970’li yıllarda mezhepler tartışılıyordu; “Mezhepler bir mi olmalıdır, dört mü olmalıdır?” Dört tanesini fazla bulduklarını söyleyenler oluyordu. Birleştirilmesi, bir olması gerektiğini söylüyorlardı. Bu, işin birinci merhalesiydi. O zamanda bazı arkadaşlarla yaptığımız konuşmalarda, sohbetlerde şunu diyorduk; “Bunlar burada durmayacaklar.  Mezhepleri tenkitle kalmayacaklar. Yarın sünnet-i nebeviyeye geçecekler, daha sonra Kur’ân-ı Kerîm’e geçecekler.” Ve oraya geldik. Şu anda Kur’ân-ı Kerîm’le uğraşıyorlar. Mezhepleri yapabildikleri kadar eleştirdiler. Sünnet-i nebeviyeyi hakeza dilleri döndüğü kadar, kalemleri oynadığı kadar eleştirdiler. Şimdi Kur’ân-ı Kerîm’e sırayı getirdiler. Kur’ân’ı Kerîm, Allah kelamı mıdır, değil midir onu tartışmaya başladılar bu imansızlar. Allah kelamı mıdır, değil midir; işte şu kadarı Allah kelamıdır, şu kadarı değildir diyecek kadar imansızlıkta, küfürde ileriye gidenler olmaya başladı. Bu, toplumu parçalamak için ortaya atılan bir fitnedir. Bu fitneyi bir şekilde susturmak gerekir ama husumete dönüştürmeden, ayrımcılığa düşürmeden, bilinçli şuurlu bir şekilde. Herkesin, imkânını kullanması kaydıyla bunun üzerine gitmesi gerekiyor. Gittikçe iyice kuvvetleniyorlar. Herkes de bu tehlikeyi anlar ve gereğini yapar inşallah.

Muhterem Hocam, Allah razı olsun. Vakit ayırdığınız için tekrar çok teşekkür ederiz.

Allah Teâlâ sizden de razı olsun. Hizmetlerinizi hayırlı eylesin, daim eylesin, muvaffak eylesin, rızasında daim eylesin. İslam’a, Kur’ân-ı Kerîm’e sahip çıkan herkese yardım eylesin. İslam’ı ve Kur’ân-ı Kerîm’i ve sünnet-i Nebeviyeyi göz ardı edenlere ve hayattan söküp atmak isteyenlere fırsat vermesin. Onlara da hidayet nasip eylesin. Doğru çizgiye gelerek hayatlarını İslam’la kurtarmalarını Allah Teâlâ nasip eylesin, lütfeylesin. Velhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn.


[1] Haşr, 59/9.

[2] Tevbe, 9/100.