İçeriğe geç
Anasayfa » PEYGAMBERLERİN MASUMİYETİ

PEYGAMBERLERİN MASUMİYETİ

Bütün peygamberler şu beş özellikte müşterektirler:

Emânet, sadâkat, fetânet, ismet, tebliğ.

Peygamberler, doğru sözlü, sâdık, emîn, akıllı, sağlam karakterli, uyanık kalpli, yüksek ahlâklı, dünyada ve âhirette itibarlı, Allah’a manen en yakın, Allah’ı en çok seven, Allah’ın da en çok sevdiği kul ve ilâhî elçilerdir.

Peygamberlerin masumiyetine gelince:

İsmet, lügatte, men etmek manasındadır. Çünkü bu sıfat, kişiyi günah işlemekten men eder. Bu sıfatı Allah’a nisbet etmek caiz değildir. Ma’sûm, ismet sıfatına erdirilmiş yani korunmuş demektir. Allah Teâlâ için böyle bir niteleme câiz olmaz. Zira Allah Teâlâ fâildir, mef’ûl değildir.

Şeriatteki ismetin manası; Allah Teâlâ’nın, peygamberlerini günaha, isyana düşmekten, münker ve haram olanları işlemekten korumasıdır.[1]

İsmet sıfatı peygamberlere has bir özelliktir, diğer beşer için böyle bir garanti yoktur. Peygamberlerin böyle bu özelliği bütün insanlık için bir lûtuftur. Çünkü Allah (c.c) peygamberlere uymamızı emretmektedir. Yani insanlar da böyle bir ma’sûma uyarsa, uydukları müddetçe ve uydukları konuda insanlar da ma’sûm yani korunmuş olurlar. Çünkü hatasızı izleyen de, izlediği müddetçe hatadan korunmuş olur. İşte bu bakımdan peygamberlerin ma’sûm oluşu insanlığa özellikle mü’minler için bir lûtuftur.

Peygamberlerin küfür, şirk ve yalandan mâsum olmaları:

  1. a) Peygamberler gerek peygamberlik öncesi, gerek peygamberlik sonrası, açık ve gizli küfürden ve şirkten münezzeh ve temizdirler.[2]

Hz. İbrahim aleyhisselam yıldıza, aya ve güneşe tapanlara gidip yıldızın, ayın ve güneşin Rab olamayacağını isbat etmiştir. Ama Kur’ân-ı Kerîm meallerinin çoğunda bu âyetlere yanlış meal vermişlerdir. Bu meallere bakıldığı zaman İbrahim aleyhisselâm sanki Rabbini arayan bir kimse, önce kâfirdi sonra Müslüman oldu. Hâlbuki En’âm sûresindeki, manasını meallerin çoğunun yanlış verdiği âyetlerin öncesinde Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Bu sûretle İbrâhîm’e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki; yakîn hâsıl edenlerden olsun.”[3]

Yanlış meal verilen âyet-i kerîmelerin doğrusunu Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın mealinin orijinalinden verelim:

“Vaktiyle İbrâhîm babası Âzer’e ‘Ne!…’ demişti? ‘Sen putları kendine bir sürü ilâh ediniyorsun öyle mi? Doğrusu ben, seni ve kavmini açık bir dalâl(et/şaşkınlık) içinde görüyorum.”

Bu sûretle İbrâhîm’e göklerin ve yerin melekûtunu[4] gösteriyorduk ki yakîn[5] hâsıl edenlerden olsun.

Vaktâki (İbrâhîm’in) üzerine gece kapladı, bir yıldız gördü ‘Bu imiş rabbim (ha)!’[6]  dedi, derken batıverince ‘Ben öyle batanları sevmem.’ dedi.

Vaktâki ay(ı) doğmak üzere iken gördü ‘Bu imiş rabbim (ha)!’ dedi, derken batınca ‘Kasem ederim ki;’ dedi ‘Rabbim beni hidayetine mazhar etmese idi muhakkak şu şaşkın kavimden olacakmışım.’

Vaktâki güneş(i) doğmak üzere iken gördü, ‘Bu imiş Rabbim (ha), bu hepsinden büyük olduğuna göre, Rab olmalı öyle mi?!’ dedi, o da batınca, ‘Ey kavmim!’ dedi: ‘Haberiniz olsun, ben sizin (Allah’a) şirk koştuğunuz şeylerden berîyim. Ben her dinden geçip sâde(ce) hakka eğilerek yüzümü o gökleri ve yeri yaratmış olan Fâtır’a döndüm ve ben müşriklerden değilim.’

Kavmi de kendisine karşı ihticaca (delil yarışına) kalkıştı. (Bunun üzeine) o: ‘Siz’ dedi ‘bana (karşı) Allah hakkında ihticaca mı kalkışıyorsunuz; hâlbuki O bana hakikati doğrudan doğru(ya) gösterdi, sizin O’na şirk koştuğunuz şeylerden ise ben hiç bir zaman korkmam, Rabbim dilemedikce onlar bana hiç bir şey yapamaz, Rabbim her şeyi ilmen ihâta buyurdu (kuşattı), artık bir düşünmez misiniz?”[7]

Hz. İbrahim aleyhisselâm’ın bu âyetlerdeki “Bu benim Rabbim” demesi, farazî ve takdîrî (yani faraza ve diyelim ki) “bu benim rabbim”, nazarî ve istidlâlî (yani karşıdakini düşündürmek ve delil getirme, akıl yürütme üslûbi ile konuşmak için) söylenendir. Bu konuşma peygamberliğinden önce olmuştur.[8]

Şu halde İbrahim ne zaman ki gece, karanlığıyla başına çöküp ortalığı örttü, o zaman bir yıldız, gezegenlerden bir yıldız görerek “Bu benim Rabbim ha!” dedi. Evvela bir yıldızın, bir insanı terbiye edebileceğini uzak görerek etrafındakilere bir ta’riz yaptı. Çok geçmeden o yıldız geçip batınca, ben, batanları sevmem, dedi. Bununla ilâhlık ve kullukta sevginin en mühim esas olduğunu, fakat hareket etme ve batmanın tesir delili değil, yaratılmışlık, etkilenme, mahkûm olma, sonradan yaratılmışlık ve yok olma delili olduğunu ve bundan dolayı, batanın tanrı olamayacağını ve batana sevgi göstermenin sonu boşa çıkacak bir sapıklık olduğunu ve Rabb’in bunda etkili ve bunu hareket ettirici olan ve zevalden uzak bulunan bir yaratıcı kudret olması gerektiğini anlattığı gibi, özellikle batma ve doğmaya dikkat nazarını çekmekle yıldızların batmalarından dolayı onların yerine putları koyanların sapıklıklarını ve çelişkilerini de gösterdi. Zira batmalarından dolayı asıllarının yeterli olmadığını teslim ettikleri halde, o batanların yapılmış heykellerine saygı göstermek ne büyük çelişkidir. Bunun ardından ne zaman ki Ay’ı doğarken gördü, aynı mânâ ile bu “Benim Rabbim ha!” dedi. Bu da batınca hem rabbine olan imanını açıklayarak “Bu benim Rabbim” sözlerinin iltizâmî yani benimseme olmayıp, ilzâmî yani hasmı susturma ve reddetme olduğunu anlatmak hem de her an Rabb’ine olan ihtiyacını itiraf etmek suretiyle hidayetini nasip ettiğine teşekkür etmek için dedi ki: “Hiç şüphe yok Rabb’im bana hidayet etmese, ben de muhakkak o sapıklar güruhundan olacaktım.” Çünkü bütün mesele, ruh ve cismin, iç ve dışın birleştiği bir ân içinde ortaya çıkan bir duygu ve idrake dayanıyor. Bu, görüş ve gösteriş olmaz veya fâni olanı ebedî zannetmek gibi bir isabetsizlik oluverirse sapıklık muhakkaktır. Ve birden bire Ay’ın parlaklık ve çekiciliğine kapılıvermek de hayli zor. Şu halde doğru ve isabetli olan, akıl ve idraki veren Allah Teâlâ’nın bir anlık başarılı kılması ve hidayeti olmasa, karanlıktaki insanlık Ay’a da tapacak, yıldıza da tapacak, puta da tapacak.[9]

  1. b) Peygamberler gerek kasten gerek sehven, gerek bilerek gerek bilmeyerek peygamberlik öncesi ve sonrası, bir ihtiyaçtan olsun veya olmasın yalan söylemiş olmaktan da mâsumdurlar. Ancak peygamberlerin kasten yalan söylemeyi tercih etmeyecekleri hakkında icma vardır. Sehven yalanı tercih etmekten korunmuş olmaları ise âlimlerin çoğunluğunun görüşüdür. Bu konuda icma yoktur. Fakat peygamberlik sonrası yalandan korunmuş olduklarında icma vardır. Çünkü bir peygamberin yalan söylemesine ihtimal vermek, onun dayandığı mucize anlayışının gereğine aykırıdır. Hem Peygamberlerin kâmil, mükemmel/kemâle erdirilmiş ve mükemmil/kemâle erdirici olduğu bir gerçektir.

Peygamberlerin diğer büyük ve küçük günahlardan ma’sûm olup olmaması:

Peygamberler büyük günahı kasden işlemekten ma’sûmdurlar. Bunda icma vardır. Ama sehven/yanılarak büyük günahın olması mümkündür, denmiştir.

Hz. Âdem aleyhisselâm’ın cennette yasaklanan ağaçtan yemesi, Hz. Musa aleyhisselâm’ın bir adamı öldürmesi peygamberlik öncesi olmuştur.

Hz. Âdem aleyhisselâm, o ağaçtan kasden değil unutarak yedi. Bunu şu âyet-i kerîme ifade etmektedir:

“Gerçekten bundan evvel Âdem’den söz almıştık fakat o, unutuverdi. Biz onda azim/kararlılık bulmadık.”[10]

Demek ki bu yasak fiili bilerek ve isteyerek yapmamıştı. Aynı konuda aynı sûrede devamla Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Ve düşün o vaktı ki: Melâikeye ‘Âdem için secde edin’ dedik, hemen secde ettiler, ancak İblîs dayattı. Bunun üzerine biz de ya Âdem dedik: Haberin olsun bu, sana ve zevcene düşmandır, sakın sizi Cennetten çıkarmasın ki sonra bedbaht olursun (sıkıntıya düşer mutsuz olursun). Çünkü senin acıkmaman, çıplak kalmaman orada (kalmana bağlı)dır. Ve sen orada susamazsın ve güneşte yanmazsın. Derken Şeytan ona (şöyle) vesvese verdi: Ey Âdem! Sana kılavuzluk edeyim mi; huld (ebedîlik) ağacına ve çürümez mülke (yıkılmaz hükümranlığa erişmen için)? dedi. Bunun üzerine ikisi de ondan yediler, derhal kendilerine kötü yerleri açılıverdi ve üzerlerine Cennet yaprağından yamamağa başladılar ve Âdem rabbine âsî oldu da şaşkın düştü.”[11]

Âdem aleyhisselâm, bu isyanın yani günahın peşine tövbe etti, Allah’a yöneldi. Allah Teâlâ da tövbesini kabul etti. Daha sonra velâyetin nihayetine erdi de kendisine peygamberlik lûtfedildi.

İşte bunu da şu âyetlerden anlıyoruz:

“Sonra Rabbi, onu seçti de tövbesini kabul buyurdu ve ona doğru yolu gösterdi. Allah (onlara) şöyle dedi: “Birbirinize düşman olmak üzere hepiniz oradan (cennetten) inin. Artık Benden size bir hidayetçi (yol gösterici kitap veya rasûl) geldiği zaman, kim Benim hidayetçime (kitab veya rasûl) uyarsa işte o, sapıklığa düşmez ve (ahirette) zahmet çekmez.”[12]

Hz. Musa aleyhisselâm ise, adamı kasden değil kaza ile öldürdükten sonra Mısır’dan çıktı, Medyen’e gidip Şuayb aleyhissselâm’ın terbiyesi altına girdi. Evlendiği hanımıyla birlikte Mısır’a dönerken yolda kendisine peygamberlik geldi:

“Artık Musa süreyi doldurup ailesiyle yola çıkınca, Tûr tarafından bir ateş gördü. Ailesine: “Siz (burada) bekleyin; ben bir ateş gördüm, belki oradan size bir haber yahut ısınmanız için o ateşten bir parça getiririm.” dedi.

Oraya gelince, o mübarek  yerdeki  vâdinin sağ kıyısından, (oradaki) ağaç tarafından kendisine şöyle seslenildi: “Ey Musa! Bil ki ben, bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’ım.”

Ve “Asânı at!” denildi. Musa (attığı) asâyı yılan gibi debrenir görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. “Ey Musa! Beri gel, korkma. Çünkü sen emniyette olanlardansın.” (buyuruldu.)

“Elini koynuna sok, kusursuz bembeyaz çıkacaktır. Korkudan (açılan) kollarını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin delildir. Çünkü onlar, yoldan çıkan bir kavim olmuşlardır.” (diye seslenildi)

Musa dedi ki: “Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm, beni öldürmelerinden korkuyorum.”

“Kardeşim Harun’un dili benimkinden daha düzgündür. Onu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle birlikte gönder. Zira bana yalancılık ithamında bulunmalarından endişe ediyorum.”

Allah buyurdu: “Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve size öyle bir kudret vereceğiz ki, âyetlerimiz sayesinde onlar size erişemeyecekler. Siz ve size tabi olanlar üstün geleceksiniz.”[13]

Küçük günahlara gelince: Bunlar da iki kısımdır:

  1. a) Nefret uyandıran küçük günahlar ki; bunlar işleyene karşı her görenin tabiatında nefret ve istikrah uyandıran küçük günahlardır. Gizlice bir lokma aşırmak gibi. Satılan bir şeyi tartarken, mesela, bir iki kiraz tanesi eksik tartmak gibi günahlardır ki; bunlar ne kadar küçük olsalar da bu günahı işleyenin basitliğine ve aşağılığını ifade ettiğinden Peygamberler gerek kasten gerek sehven böyle iğrenç küçük günahlardan da muhafaza edilmişlerdir.
  2. b) Nefretlik vermeyen küçük günahlardan da peygamber olduktan sonra muhafaza edilmişlerdir. Taftâzânî, Şerh-i Mekasıd’da bu içtihadı benimsemiştir.[14] Fakat Teftâzânî, Şerh-i Akaid’de: Cumhura göre peygamberlerden kasten küçük günâhların sâdır olması câiz görülmüş olduğunu zikretmektedir. Fakat bu, câizliğin bilfiil olmasını gerektirmez. Sonra sehven küçük günahların sâdır olmasının câizliğinde ittifak bulunduğu bildirilmiştir.[15]

Celâleddîn-i Devvânî şöyle demiştir:

“Selef âlimleri ve büyük hadîs âlimlerine göre peygamberler, peygamber olarak gönderildikten sonra büyük günahların her çeşidinden, gerek kasten gerek sehven/yanılarak ilâhî korunma altındadırlar. Yine böyle, kasten işlenen küçük günahlardan da korunmuşlardır. Eğer Peygamberlere, yalan ve günah işlediklerine dair bir rivayet naklolunursa, o rivayet âhad yoluyla nakledilmişse reddolunur, tevâtür yoluyla naklolunmuşsa tevil edilir.”[16]

Peygamberler, Şeriat’a ters düşen itikad, söz ve uygulamalardan da ma’sûmdurlar:

  1. a) Peygamberler, Allah Teâlâ’nın zatını, sıfatlarını ve fiillerini bilmede yakîn derecesinde ilim sahibidirler. Bu konuda peygamberlerde şüphenin ve cehâletin bulunması icma ile muhaldir.
  2. b) Peygamberler, dinin tebliğinde; kasten, sehven ve unutarak da olsa hata etmekten korunmuş olmaları icma ile sabittir. Dünya işlerinde de peygamberler kasten veya unutarak ve hata ile ister rıza halinde ister öfkeli iken ister ciddi ister şaka ile olsun, ister sıhhatli iken ister hasta halinde olsun hatalı söz söylemekten yine korunmuşlardır. Bu konuda da selefin icmâı vardır.

Hadis kitaplarımızda yer alan Pey-gamberimiz’in, namazdaki kısaltması ise sehven olmuş, unutmaktan olmamıştır. Zira sehiv, kalbin bir meşguliyetidir, unutma ise bir gaflettir, bir rûhî afettir. Peygamberler ise gafletten son derece korunmuşlardır.

  1. c) Peygamberlerin halleri de tebliğin bir sonucu olduğundan selefin muhakkık/araştırıcı büyük âlimleri, peygamberlerin büyük günahlardan korunduğu gibi küçük günahlardan da korunmuş oldukları içtihadında bulunmuşlardır. Zira selef, peygamberlere kayıtsız şartsız tâbi olmanın bu sûretle gerçekleşeceğini söylemişlerdir. İmam Ebû Hanife’nin, İmam Mâlik’in ve İmam Şâfiî’nin görüşleri de böyledir.”[17]

Ayrıca ilim ehlinin icmâı ile sabit bir gerçektir ki; peygamberlerin cisimleri şeytanın zarar vermesinden korunduğu gibi kalpleri de şeytanın vesvese atmasından, şeytanların ve cinlerin batıl olan bir şeyi hak diye, vahiy olmayanı bu vahiydir diye bir şeyi kalbine atmalarından da korunmuşturlar. Bu konuda şu âyet-i kerîme delildir:

“(O bütün) gaybı bilendir. Öyle ki gaybına kimseyi muttali etmez. Ancak beğenip seçtiği peygamber hariç. Çünkü O, elçisinin önünden, ardından gözetleyiciler (muhafız melekler) dizer. Ta ki (o peygamberler, o elçi meleklerin), Rablerinin gönderdiklerini hakkıyla (kendilerine) tebliğ etmiş olduklarını (yakinen) bilsin(ler). (Allah, peygamberlerin) yanında olup bitenleri (onların her halini ilmiyle) kuşatmış, her şeyi (bütün incelikleriyle) bir bir saymış (tesbit etmiş)tir.” [18]

[1] – Sabûnî, Muhammed Ali, en-Nübüvvetü ve’l-Enbiyâ, s.72-73.

 

[2] – Teftâzânî, Şerhu’l-Mekâsıd, II, 195.

 

[3] – En’âm, 6/75.

 

[4] – Yıldızlarıyla, ay ve güneşiyle gökleri ve yeri gösteriyor; bütün âlemlerin yüce bir iradeye tâbi olduğunu ve bunları idare eden rububiyyetin sırlarını ve kanunlarını kalbine atıyorduk. (M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, III, 1966.)

 

[5] – Yakîn, vâkıaya mutabık, şek bulunmayan, şüphe karışmayan, nakzına ihtimal olmayan kesin ilim, inanç demektir. (M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, I, 201 ve krş. Bakara:4.)

 

[6] – Hz. İbrâhîm yıldızı, ayı ve güneşi görerek “Bu benim Rabbim ha!” dedi. Yıldızın, (ayın ve güneşin) bir insanın rabbi olabileceğini mümkün görmeyerek etrafındakilere bir ta’rîz (söz dokundurmak) yaptı. Sözlerinin iltizâmî (bir şeye ondan ayrılmamacasına sarılma, bir şeyi kendi üzerine lazım kılma) olmayıp ilzâmî (muhatabı susturmak, doğruyu kabul ve itiraf ettirmek) ve inkârî (reddetmek, kabul etmemek) olduğunu anlatmak için Rabbine olan ihtiyacını itiraf etti. (M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, III, 1966-1968.)

 

[7] – En’âm sûresi (6), 74-80. (Kur’ân-ı Kerîm ve Meâl-i Şerîfi, Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hazırlayan ve Notlandıran, Ertuğrul Özalp, shf: 138.)

 

[8] – Teftâzânî, Şerhu’l-Mekâsıd, II, 195.

 

[9] – M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, III, 453-454. (Sadeleştiren, Heyet. Azim dağ.)

 

[10] – Tâhâ, 20/115.

 

[11] – Tâhâ, 20/116-121.

 

[12] – Tâhâ, 20/122-123.

 

[13] – Kasas, 28/30-35.

 

[14] – Teftâzânî, Şerhu’l-Mekâsıd, II, 193-194.

 

[15] – Teftâzânî, Şerhu Akâidi’n-Nesefî, s. 131-132.

 

[16] – Cemâl ale’l-Celâl, s. 357-358, İstanbul, Matbaa-i Âmire, h. 1301.

 

[17] – Miras, Kâmil, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, IV, 295-298.

 

[18] – Cin, 72/26-28.