İçeriğe geç
Anasayfa » “RABBİNİN YOLUNA “HİKMET…” İLE DAVET ET”

“RABBİNİN YOLUNA “HİKMET…” İLE DAVET ET”

Mulakat:

Muhterem Hocam, dinin rahatça konuşulacak, “bence…” yorumuna müsait tarafı var mıdır? Herkes din adına – din hakkında konuşabilir mi?

Din, Allah Teâlâ’nın dinidir. Allah’ın dininde Cenâb-ı Hakk’ın emirleri ve Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in bu emirleri yorumlayan, açıklayan hadîs-i şerîfleri söz konusudur. Kur’an ve sünnet etrafında İslam âlimlerinin beyanları, açıklamaları, uygulamaları Kur’an ve sünnet çizgisindeki ifadeleri elbette önemlidir.

Herkes din adına konuşabilir mi? Herkes din adına konuşamaz, herkesin tıp, mühendislik vs. alanlarda konuşamayacağı gibi. Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerîm’de buyuruyor ki:

فَسْـَٔلُٓوا اَهْلَ الذِّكْرِ اِنْ كُنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَۙ

“Bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.” Yani ilim, takva ve ihtisas erbâbına sorun. Dolayısıyla sorulacak kimseler ilim takva ve ihtisas erbâbıdır.

Din en önemli, en şerefli ihtisas alanıdır. Dinî ilimlerde söz sahibi olan kişiler; bu ilimlerde dirsek çürütmüş, ömürlerini vermiş ve bu ilimlerde gerçekten müstakim, mûtedil ilim adamlarından ders almış kişilerdir. Dolayısıyla İslamî ilimlerde konuşacak kimselerin bu noktada ihtisas sahibi olmaları gerekir. Fıkıh, hadis, tefsir, kelam tasavvuf gibi konularda konuşacak kimselerin, konuştuğu ilimle ilgili derin bir bilgiye, takvaya, ihlâsa ve ihtisâsa sahip olmaları gerekir.

Muhterem Hocam, insanları bilgisiz bir şekilde veya bilgisinin hilafına konuşmaya iten sebepler nelerdir? Bu şekilde konuşanların verdiği ferdî ve ictimâî zararlar ve boyutları hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Dinin sahipsiz olması, din otoritelerinin zayıf olması, dinin kuvvetinin insanlar üzerinde hissedilmemesi, din âlimlerinin yeteri kadar alt yapıya sahip olmamaları veya temsil gücü verilmemesi, dinin hayattan soyutlanması, dinin hayattan koparılması gibi sebeplerle bağlantılıdır. Artık kahvehanede oturan kimse rahatlıkla fetva verebiliyor, rahatlıkla din adına ahkâm kesebiliyor.

Aleyhissalâtüvesselâm Efendimiz’in en çok üzüldüğü, öfkelendiği hususlardan biri de budur. Peygamber Efendimiz din adına bilgisizce fetva verilmesine karşı çıkmış, en şiddetli ifadeleri kullanmıştır. Mesela bir savaşta bir mücahit yaralanmıştı. Yaralanan asker ihtilam oldu. Dolayısıyla gusletmesi gerekiyordu. Gusleden kimsenin eğer bir mazereti varsa; misal, guslettiği, su kullandığı takdirde yarası azacak ve ölüm riskiyle karşı karşıya gelecekse teyemmüm yapma hakkı da vardır. Ama arkadaşları o mücahide, “Hayır, mutlaka gusletmen lazım.” dediler. O da gusletti ve yaraya su girdiği için şehit oldu. Efendimiz (s.a.v) bunu duyunca, “Onun ölümüne arkadaşları sebep oldular. Allah onların cezasını versin. Bilmeyen kimsenin, âcizin şifası sormak değil midir?” buyurdular. Sormamaları, sormadan fetva vermeleri ve fetva vermekte acele etmeleri sebebiyle Efendimiz (s.a.v) onları kınamıştı.

Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz yine buyuruyor ki; “İlim kaldırılacak.” dediler ki; “Ya Rasûlallah, ilim nasıl kaldırılacak?” Efendimiz buyurdular ki; “Allah, ilmi insanların gönüllerinden çekip almaz. Âlimlerin canını almak suretiyle ilmi kaldırır. Âlim kalmayınca insanlar, başka başkanlar edinirler, onlara soru sorarlar. Onlar da bilgisizce fetva verirler. Hem sapar hem saptırırlar.”

Hacda, camide, değişik mekânlarda uluorta fetva veren kimseleri gördükçe gerçekten bu dinin yeteri kadar sahibi olmadığını görüyoruz. Televizyona çıkıp herhangi bir hastalık konusunda uzmanlarca, yetkili makamlarca denenmemiş bir ilacı tavsiye etme hakkına sahip değilsiniz. Dinî konuda da temel konuları, Kur’anî ve Nebevî delilleri bilmeden, İslam âlimlerinin görüşlerini okumadan fetva vermek kesinlikle doğru değildir. Bu konuşanların ferdî ve ictimaî zararları vardır. Hani çok klasik bir halk tabiri vardır; “Yarım doktor candan yarım hoca dinden eder.” diye. Biz bugün en büyük şikâyeti bu alanda görüyoruz. Bu da bizim şuurlu, ihlaslı, takva sahibi, ilim sahibi din adamlarına, din görevlilerine duyduğumuz ihtiyacı gösterir.

Muhterem Hocam insanın din üzerine konuşabilmesi için bulunması gereken asgarî şartlar nelerdir?

Din demeyelim. Fıkıh, hadis, tefsir, usûl-i fıkıh, kelam, tasavvuf, dinler tarihi, din psikolojisi, din sosyolojisi… o kadar çok İslamî ilim dalları var ki. İmam Şâfiî diyor ki; “Hadis ilimlerinin bir dalına insan ömrünü verse o ilmi bitiremez.” Siz derinliğin farkında olursanız böyle bir ifade kullanabilirsiniz. Sadece köyün yanındaki dereyi bilen kimseye siz okyanusu anlatamazsınız. İlimlerin derinliğinin farkında, çeşitliliğinin farkında olan İmam Şâfiî, hadis ilimlerinin bu kadar derin olduğunu anlatıyor. Bu itibarla diyebiliriz ki, bir kimsenin din üzerinde konuşması için birinci şart, insaftır, yani haddini bilecek.

İkincisi; iman, ihlas, takva sahibi olup ilmî derinliği olacak. Sonra günün şartlarına vâkıf olacak, İslam tarihinden gelen birikimin farkında olacak.

Osmanlı’nın son döneminde, el-Meşîhatü’l-İslâmiyye’de fetva verilirken kitaplar indirilir. Aynı konuda daha önce fetva verilse bile tekrar tekrar o kitaplar incelenir, ona göre fetva verilirdi. Dolayısıyla fetva veren, din adına konuşan kimsenin Kur’an’ı bilmesi, sünneti bilmesi, İslam fıkhını bilmesi önemlidir.

Din konusu, en hassas olacağımız konudur. Hele konu uzman olmadığımız farklı bir ilim dalında ise o konuda daha hassas olmamız gerekir. Merhum Ömer Nasuhi Bilmen Hocaefendi, hacca gittikten sonra, “Keşke Büyük İslam İlmihali’nin hac bölümünü hacca geldikten sonra yazsaydım.” demiştir. Çünkü hac mevsimini, o kalabalığı, o iklimi, o şartları gören kimsenin vereceği fetva elbette farklı olacaktır.

Yemenli bir âlim, Mekke’ye geliyor, ihramlı, umre yapacak. Namaza duruyor. On yaşında bir çocuk, “Amca, ne yapıyorsun?” diye sorar. Adam, “Tahiyyetü’l-mescid namazı kılıyorum.” diye cevap verince çocuk, “Bilmiyor musun, umrecinin tahiyyetü’l-mescid namazı yoktur. Mescid-i Haram’daki tahiyyetü’l-mescid, tavaftır. Burada yapacağın ilk tavaf tahiyyetü’l-mescidin yerine geçer.” şeklinde cevap verir. İşte bunu ancak Mekke’de olanlar veya hadis kaynaklarına vâkıf olanlar bilir. Dolayısıyla bölge şartlarını iyi bilmeyen bir kimsenin de fetva vermesi yanlıştır. Mesela Filistin’in şartlarını bilmiyorsunuz, dolayısıyla orayla ilgili hususlarda fetva vermekten kaçınmalısınız. O şartları bilen kimse fetva vermelidir. Filistinliye Filistinli âlim fetva vermelidir.

Fetva verecek kimsenin, günün şartlarını bilmesi kadar muhatabın durumunu da bilmesi gerekir. Abdullah İbn Abbas’a (r.a), “Katilin tevbesi kabul edilir mi?” diye soruldu. İbn Abbas (r.a) baktı adama, “Hayır, kabul edilmez.” dedi. Adam delil istemedi; Abdullah İbn Abbas fakih, muhaddis, müfessir, tercümânü’l-Kur’an, Peygamber Efendimiz’in amcasının oğlu; delil istenir mi ondan? Adam gitti. İbn Abbas’ın (r.a) yanında talebeleri var; Mücahid, İmam Said, Atâ İbn Rebâha, İbn Yesar… “Üstad, sen ne diyorsun? Allah Teâlâ, katilin tevbesini kabul etmez mi? Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak buyurmuyor mu; ‘Allah kendisine şirk koşulması dışında herkesin tevbesini kabul eder.’ diye.” şeklinde soruyorlar Abdullah İbn Abbas’a. O da şöyle cevap veriyor; “Adamın yüzüne bakmadınız mı? Adam henüz öldürmemiş, katil değil yani. ‘Katilin tevbesini Allah kabul eder mi?’ diye soruyor; ‘Evet’ desem gidip öldürecek.” Talebeleri, “Üstad.” diyorlar, “Bunu nasıl bildiniz?” Bunun üzerine İbn Abbas da “Bir Müslüman böyle soru sormaz ki.” diyor.

Mesela siz hiç kedi ezdiniz mi? Bir kedi ezseniz, üç gün “Ya ezdik, önüme de çıktı. Hızlı gidiyordum arabayla, çarpmak zorunda kaldım…” vs. diye üzülürsünüz. Müslümansınız, merhametlisiniz. Kur’an’ı okuyan bir kimse cana kıyabilir mi? Kıyamaz. Dolayısıyla bu kimse öldürmediği kimsenin fetvasını soruyor. Öldürmeden fetva soruyor. Dolayısıyla ona verilen bir fetvadır bu. Kazâen birinin ölümüne sebep olan kimseye, pişman olan kimseye verilecek cevap başkadır. Ramazan’da, “Yarın oruç tutmasam hocam. Bunun cezası nedir? Kazası kaç gündür?” diye bir soru sorulursa bu soruya verilecek cevap farklıdır; “Ya bugün tutamadım, ne yapayım?” diyecek kimseye verilecek cevap farklıdır. Soranın durumuna, mesleğine, yaşına göre fetva verilmesi gerekir.

Fatih Camii’nde biri bana geldi. “Hocam!” dedi. “Ben şeker hastasıyım. Oruç tutabilir miyim?” Dedim ki; “Fıkıh kitapları diyor ki; ‘Böyle durumlarda mütehassıs, Müslüman, oruç tutan bir doktorun görüşüne göre hareket etmek gerekir.’” Adam tekrar, “Hocam ben ne yapayım şimdi?” dedi. Ben de “Bu konuda ben fetva veremem. Çünkü bazen muhtelif sebeplere bağlı olarak şekerde dalgalanmalar oluyor. Sabit değil ki bu oran, yükseliyor, alçalıyor. Dolayısıyla Müslüman, oruç tutan, uzman bir doktorun görüşüne göre hareket edeceksin.” dedim. “Şimdi ben ne yapayım?” diye bir daha bir şeyler söyleyince biri kolundan tuttu, “Gel ben sana söyleyeyim.” dedi.

Diyanet İşleri Başkanlığı müftülüklerin fetva hakkını iptal etti. Güzel de oldu. Çünkü bazen vaizlerden, bazen imamlardan fetva noktasında alt yapıya sahip olmayan kişiler fetva verebiliyor. Veya soranı tanımadan telefonda verilen fetva, muhatabın durumuna uygun olmayabiliyor. Hiç telefonla tedavi olur mu? Mesela siz tahlili, filmi, doktora gösteriyorsunuz, kenara koyuyor, yeni tahlil ve film istiyor, çünkü mesele ciddidir, mesele can meselesidir, sorumluluk gerektiriyor. İşte bu da din meselesidir. Ailede boşanma meselesidir. Veya miras meselesidir. Veya hayatî bir takım meselelerdir. Dolayısıyla yolda yürürken, ayakta dururken alelade şekilde veya telefon ile fetva vermek doğru değildir. Ancak açık ve net konular olduğunda ve bazı kesin olarak bilinen fetvalar hususunda konuşulabilir.

Şimdi önüne gelen ayakta fetva veriyor, herkes çok kolay bir şekilde fetva veriyor. Fatih Camii’nde namazdan sonra biri geldi, “Hacdan sonra kendi saçımı tıraş edebilir miyim? diye sordu. “Edebilirsin.” dedim. Orda cemaatten biri, “Edemez hocam.” dedi. Dedim ki; “Sen hiç hac yaptın mı?” “Bir defa yaptım.” dedi. “Müsaadenle, ben de birkaç defa yaptım. On beş sene Mekke’de kaldım. Kendi saçını da başkasının saçını da tıraş edebilir, tavaf yaptıktan, say yapıp görevini bitirdikten sonra.” diye cevap verdim. “Hocam bu umre rehberi kitabında yazmıyor.” deyince, ben de “Bunu da ilave etsinler.” dedim. Bizim bütün kaynaklarımızda var bu. Ama bir şeyden haberi olmadan herkes öne atılıp rahatlıkla fetva verebiliyor.

Rasûlullah Efendimiz buyuruyorlar:

 اجرئكم على الفتوى اجرئكم على النار

“Fetva vermekte cesur olanlarınız, yersiz cesaret gösterenleriniz ateşe atılmakta cesaret gösteren kişilerdir.”

Siz bir ilacı kullanıyorsunuz. Sizin için faydalı olabilir. Aynı ilaç başkasına faydalı olmayabilir. Dolayısıyla her ilaç herkese tavsiye edilemez. Mutlaka uzman doktor tavsiyesi gerekir. Fetvada da asgarî şartları taşımayan kimsenin fetva vermemesi gerekir.

Hiçbir doktor yolda gördüğü bir kimseye bazı belirtiler görse bile sende şu hastalık var diyerek nihai hükümde bulunmaz. Öksüren birini gördüğü zaman, sen veremlisin, demez. Doktorun yapacağı şey, kartını verip muayenehanesine buyur etmesidir. Dolayısıyla fetva veren kimsenin doktor şefkati, hassasiyeti ve dikkatiyle fetva vermesi gerekir.

Müftü başka kadı başkadır. Fetva veren başkadır. Hüküm veren farklıdır. Hüküm veren kimse fetvasında ayrıca bir devlet gücüne sahip olmalıdır. Ancak o zaman kadı olur ve verdiği hükmü anında uygulayabilir. Fetva bilgidir ve gereken konularda bilgi verir. Âlim olmayan ve izin verilmeyen kimselerin fetva vermemeleri gerekir.

Muhterem Hocam, din hakkında konuşan hocaların bu dönemin zihin yapısına karşı takınması gereken üslup nasıl olmalı? Nasıl bir tavır içerisinde olmalı? Zira ilmî geleneğimizde, kitaplarımızda yeri olan birçok hakikat bugün dillendirildiğinde tabandan tavana bazı kimselerce, söyleyen linç edildiği gibi söylenilen kabul görmüyor.

Son yıllarda birtakım güzel sempozyumlar yapılıyor, din dili, dini anlatan kimselerin kullanması gereken dil hakkında. Son hutbede camiler haftası vesilesiyle güzel bir hutbe îrâd edildi. Orada zikredilen bir hadîs-i şerifte, “Yeryüzündeki yerlerin en güzeli mescitlerdir.” buyruluyor. Hadisin devamı da var; “En şerli yerler de çarşılardır.” Mesela, siz çarşı camiinde hutbeyi okuyorsunuz. Adamın da çarşıda dükkânı var ve siz “En şerli yerler çarşılardır.” diyorsunuz. Bu hadis ya burada okunmamalı ya da iyi açıklanmalıdır. Veya sadece mescitlerle ilgili kısmı da okunabilir, hadislerin bir kısmını nakletmek caizdir.

Ne zaman, nerede, nasıl, hangi üslubu kullanacağımızı bilmemiz gerekir. Cenazede yapılacak konuşmayla düğünde, asker uğurlamasında,  hac uğurlamasında, camii inşaatında… yapılacak konuşma farklıdır. Bunun adı hikmettir.

اُدْعُ اِلٰى سَب۪يلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُۜ

“(Habîbim, yâ Muhammed!) Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel nasihatle davet et ve onlarla en güzel bir şekilde mücadele et!”[1]

Hikmet nedir; (وضع الاشياء في مواديها) her şeyi yerli yerine koymaktır.

Mesela, yeni eğitime başlamış birine evliliğin önemini anlatıyorsun; bitirsin okulunu ondan sonra evlilikten bahset, onun zihnini çelme. Kime ne zaman, neyi konuşacağımızı iyi bilmemiz gerekir. Yerli yerinde konuşmamız gerekir.

Mekke’de bir düğün vardı. Bir hocaefendinin tek kızı var, onu evlendiriyor, bir ailenin bir oğluna veriyor, bizim de talebe arkadaşımız. Hocaefendi, kızın babası iyi hatipti, Mikrofonu verdik. “Ağlayın kardeşlerim!” diye başladı konuşmasına. “Kudüs ağlıyor. Ayasofya ağlıyor. Müslümanlar ağlıyor. Ağlayın kardeşlerim.” diye devam etti. Çok ağlamaktan az gülmekten, Müslümanın bugünde gülmesinin, neşelenmesinin caiz olmadığından bahsetti. Bu manada kırk-kırk beş dakika kadar konuşma yaptı. “Salahattin Eyyûbî, Cuma namazına gelmiş. Hatip, Salahattin Eyyûbî’nin ciddiyetini bildiği için biraz neşelenmesi için latife yapmış. Salahattin Eyyûbî de “Kudüs işgal altındayken şu dudaklarımda tebessüm göremezsin.” demiş.” Hocaefendi bu olayı anlattıktan sonra, “Siz nasıl gülüyorsunuz?” diyerek konuşmayı bitirdi. Doktor Necati Öztürk adında bir arkadaşımız vardı. Sonra o çıktı, “Gülün kardeşlerim. Neşelenin. Düğündeyiz. Kardeşimizi evlendiriyoruz. Bayramda somurtmak caiz değildir. Düğünde somurtmak caiz değildir. Neşe günü, sevinç günü, sürûr günü, mutluluk günü.” diye bir konuşma yaptı. Daha sonra, “Diyeceksiniz ki hocaefendi ağlayın diyor, siz gülün diyorsunuz. Evet, o ağlasın, bir kızı var, kızını veriyor. Biz de seviniyoruz, bizim de bir arkadaşımız evleniyor. Bir ilim talebesine kızını veriyor, sonra gülen, sevinen o olacak. Şimdilik ağlamasına müsaade edelim; kızını verdiği için baba şefkati ile konuşuyor, hoca edasıyla değil.” diyerek bir güzel de tenkit etti. Düğünde hocaefendinin yapmış olduğu bu konuşma uygun olmadı.

Bursa’da bir düğüne gittim. Benden önce konuşmacı başlamış konuşmaya, talakı anlatıyor, boşanmayı anlatıyor, uzun da konuştu. Boşanmanın çeşitlerini vs. anlatıyor. Konuşma sırası bana geldi. “Ne talihsiz bir konuşmaya şahit oldum.” dedim. “Düğünde boşanma konuşulur mu? Biz bina inşa ediyoruz. Arkadaşımız yıkıyor. Arş-ı âlâ titrer boşanma olduğu zaman. Boşanmak, helalin en sevimsiz olanıdır. Sevimsiz olan konuyu niye işliyorsun kardeşim?” Kıpkırmızı kesildi. Bilerek söyledim ben de. Çünkü o kimsenin de alacağı mesaj var. Eski âlimler talak kısmını atlarmış, “Sonra okuruz, Müslümanın boşanması çok nadir bir olaydır.” derlermiş. Yine okutuyor sonra ama burada konunun önemine, boşanmanın tehlikesine işaret etmek için böyle yapılıyor. Ama hocaefendi gayet rahat bir şekilde düğünde boşanmayı anlatıyor. Mesela siz bir göreve talip oldunuz, bir yerde görev alacaksınız. “Efendim istifa hakkı var mı?” diye iş sahibine sorsanız, “Kardeşim senin niyetin nedir? Sen daha yeni başlıyorsun göreve.” derler. Her şeyi konuşacaksın tabi ama sen önce görevi, vazifeyi sor. Tâlî meseleleri yeri gelince öğrenirsin. İşte bugün Müslümanlar hikmete muhtaç. Bu konuyu seçmeniz gayet güzel olmuş, isabet olmuş.

Biz Emin Saraç Hocamızdan hep itidali, orta yolu gördük. Ben Emin Saraç Hocam için hatasız, günahsız kul demiyorum. Ama onu tanıdığım kırk beş sene içerisinde şaz bir fetvasına rastlamadım, ulemaya muhalif bir görüşüne rastlamadım. Çünkü her işi ehline havale ediyordu. Kendisi bilse bile konuyu ehline bırakıyordu veya kitaplara havale ediyordu. Bir konuyu kendisine sorduğumda, “Yarın gel, bu konuyu burada anlat.” derdi. Aynı zamanda araştırmaya teşvik ediyordu. Emin Saraç Hocam genellikle talebesi, arkadaşımız Ahmet Efe hocaya havale ediyor, ona sorun sonra gelin diyordu. Sonra ilâve edilecek konu varsa ilâve ediyordu. Bu, kime soracağımızı öğretme metodudur. Bu da ders metodudur. Kime soracağımız önemlidir.

Mehmet Zahit Kotku Hocaefendiye Mekke’de hacla ilgili bir soru soruldu. “Mekke’de okuyan kardeşlerimiz var, onlardan biri cevaplasın.” dedi. Mehmet Zahit Kotku Hocaefendiye fıkhî bir mesele sorulduğu zaman ya Emin Saraç Hocaefendiye ya da Halil Gönenç Hocaefendiye veya fıkıh erbabından başka birine gönderiyordu. Konu tasavvufsa kendisi cevaplıyordu. Kendisi bildiği halde bu şekilde davranıyordu. Bu da bir metottur.

Birçok hakikat bugün dillendirildiği zaman tabandan tavana bazı kimselerce söyleyen linç ediliyor, dediniz. Doğrudur. Üslubumuz güzel olmalı ancak sosyal medya bazı şeyleri çarpıtıyor, cümleleri kesip alıyor. Yakın zamanlarda bazı hocalarımıza bu şekilde yapıldığına defalarca şahit olduk. Yapılan bir konuşmayı alıp sosyal medyaya verirseniz bağlamdan kopararak bir iki cümleniz alınıp nakledilebilir, bu durumda din adına serbestçe konuşan kimseler istediklerini söyleyeceklerdir. Bizim de konuşmalarımız incelendiğinde bazı cümleler bulunabilir. Normalde o cümleyi konunun akışı içerisinde bir yere oturtuyorsunuz, ama o ifade cımbızla çekilip alınıyor. Bu elbette yanlış anlaşılmalara sebep oluyor. Burada bir kasıt var, ön yargı var. O yüzden daha dikkatli konuşacağız, muhatabımızı da dikkate alacağız. Bu açıdan İslam’ı hiç bilmeyen insanlara anlatırken kullanacağımız ifadeler farklıdır. Fıkıh kitabını alırsınız, gusül bahsini açar, üç cümleyi alır, takdim edersiniz. Bilmeyen adam, bunları müstehcen ifade olarak görebilir, fıkıh kitaplarında müstehcen şeyler var diyebilir. Ancak bu şekilde çarpıtmalara karşı da Diyanet, ilahiyat ve İslamî ilimler camiası önlem almalı ve hocaların itibarını, şerefini savunmalıdır.

Diyanet İşleri Başkanı, müftü kendisine bir muhabir geldiği zaman ben ancak ilahiyat mezunu bir muhabirle muhatap olabilirim deme cesaretini göstermelidir. Çünkü benim dilimi anlamalıdır muhabir. Benim dilimi anlamayan bir kimseyle muhatap olmuyorum diyebilmelidir. Seçmelidir. Muhabiri veya muhatabını seçme hakkına sahip olmalı ki dedikleri çarpıtılmasın.

Kaydedilen ifadeler bazı kimseler tarafından çarpıtılabiliyor. Böyle bir şey olabilme ihtimaline karşılık tepki çekebilecek ifadeler karşısında öncelikle ifade sahibinden açıklama beklenmelidir. Ne demek istediği anlaşılmalıdır. İslam hukukunda şöyle bir kaide vardır; biri dine aykırı bir şey söylese, taban tabana zıt, söyleyene bakılır; Müslüman mı değil mi diye. Müslümansa önce açıklama isteriz. Ne demek istediği sorulur. “Yanlış anlaşıldım.” diyebilir. “Şunu demek istedim.” diyebilir. Belki hata ettiğini söyleyebilir. Hatasında ısrar ederse ikna edilir. Yani ikinci adım iknadır. Ve bu ikna metodu da başarılı olmazsa sonra cezaî müeyyide vb. konular gündeme gelir. Yani bizde damgalama yoktur. Bu adam münafık, bu adam kâfir vs. denilmez. Bir Müslümana zındık, kâfir, münafık denildiği zaman rahatlıyoruz sanki. Bu Müslümanlara İslam’ı anlatmak durumundayız.

Konuyla ilgili önemli bir hatıramı daha anlatayım: Bir gün Kumrulu Camii’nden çıktım. “Hocam, Medine’de münafık var mı?” diye sordu biri. “Olmaz mı!” dedim. “Peygamber Efendimiz (s.a.v) döneminde birinci safta bile münafıklar vardı.” Soran kişi, “O adam münafık, o adam münafık.” dedi, gitti. Medine-i Münevvere’de çalışıyor kendisi. Muhtemelen Medine’deki bir arkadaşı ya sözünden döndü ya borcunu ödemedi ya yalan söyledi, yani münafıklık alametlerinden birini yaptı. Münafıklık damgasını vurunca rahatladı. Hâlbuki biz doktor edasıyla şifa dağıtmalıyız. Gerçekten o adam münafıksa veya münafıklık alameti varsa onu kazanmaya çalışmalıyız. Bu adam münafık, bu adam kâfir, şu adam dinsiz. Peki, biz İslam’ı kime tebliğ edeceğiz, anlatacağız. Doktor, veremlinin düşmanı değil veremin düşmanıdır, mikrobun düşmanıdır. Doktor, hastanın düşmanı değildir hastalığın düşmanıdır. Arada fark var. Biz inançsızlığın, ilhadın, küfrün, bidatin karşısındayız.

İşte bu noktada Osmanlı çizgisi, Hâricî, yeni selefî çizgiden çok daha farklıdır. Hâricîlere göre günah işleyen kimse kâfirdir. Tevbesi bile kabul olmaz. Yeni selefî inanca göre, (كل بدعة ضلالة وكل ضلالة في النار) “Her bidat sapıklıktır. Her sapıklığın yeri de cehennemdir.” hadisi uyarınca bidat işleyen birine hemen, cehennemliktir, diyoruz. Mekke-i Mükerreme’deyiz, öğrencilik zamanları. Nur Dağı’nın dibinde bir kadın taş üstüne taş koymaya çalışıyor. “Teyze ne yapıyorsun?” diye sordum. “Bana ‘Üç taş üst üste koyunca üç katlı apartmanın olur; Nur Dağı’na giderken oradaki kuru ağaca çaput bağlarsan çocuğun olur.’ dediler.”  şeklinde cevap verdi. “Teyze.” dedim, “Yanlış demişler. Git Kâbe’de ellerini aç, dua et.” Şimdi bu bidati işleyen kadın kâfir mi? Hayır, cahil. Onun bilgisizliğinden ben sorumluyum, biz sorumluyuz. Gençliğin yanlışlarından, çarpık görüşlerinden, düşüncelerinden biz ilahiyatçılar, ilim mensupları, Diyanet mensupları sorumluyuz. Biz, gençlere İslam’ı anlatamadık. Kürsü, minber, mihrap sorumludur, anlatamadığı, öğretmediği, tebliğ edemediği için. İslam’ı güzellikle takdim edemediğimiz için biz sorumluyuz.

Her zaman anlattığım bir hatıramı yine anlatayım. Bu röportaj bir hatıralar röportajı gibi olsun. Kadıköy’de vapurda konusu gençlik olan bir iftar konuşması yaptım. Ramazan olunca da konuşmalar güzel ve tatlı oluyor. Ertesi gün, ne sebeple bilmiyorum, Taksim’deyim. Bir kişi, Halil İbrahim Kutlay diye seslendi. Çenesinde sakal, kulaklarında küpe, saçları arkadan bağlı, kısa pantolonlu ama bir de sarhoş. “Diyeceksin ki” dedi, “Beni nereden tanıdın; dün akşam televizyonda denk geldim. Gençlerden bahsediyordun; tatlı konuşuyorsun ama Rabbim size soracak. Benim annem bilmem ne hânede, benim babam bilmem ne hânede. Ben bir Allah’a inanıyorum.” Sonra ekledi; “Bize ulaşın, bize ulaşın, bize ulaşın.” Bu genç yarın benden davacı olacak. Bizim ülkemizin insanı.

Hocam bilmiyorum deme adabından bahsedebilir misiniz?

Anlattıklarına göre İmam-ı Azam’a kırk soru sormuşlar otuz dokuz tanesine, bilmiyorum demiş. 

“لاَ اَدْرِي نِصْفُ الْعِلْمِ” diye güzel bir vecize vardır. “Bilmiyorum demek ilmin yarısıdır.”

Her soruyu bilmek zorunda değiliz. Ama öğrenmek zorundayız. Bilmiyorum demek bir edeptir, güzel bir kâide, güzel bir kuraldır. Bilmiyorum demek lüks değildir. Bilmiyorum demek Müslümanın faziletindendir.

Bilmiyorsak, bilmiyorum diyeceğiz ve ehline havale edeceğiz. Adres göstereceğiz. Tarif edeceğiz. Yolda adres sorana bilmiyorsak, bilmiyoruz deriz ama “Şurada muhtara sor, şurada markete sor…” diye adresi bilecek kimseye gönderme de yaparız.

Çok güzel bir konu seçmişsiniz; bilgisizce fetva vermenin tehlikeleri, riskleri, fetvada cüretli olmanın, yersiz cesaret sahibi olmanın sonuçları… Dikkatli olmak vazifemizdir. Ve bunun yanında Ahmed Yaşar Hocaefendi’yi rahmetle anıyorum. Onun cenazesinde bir konuşma verilmişti. Az önce de zikrettiğimiz “İlim kaldırılacak…” şeklinde başlayan hadis-i şerif okunmuştu. “Âlim kalmayınca insanlar cahil başkanlar edinirler.” ifadesinde sanki ben şöyle bir mana da anladım: Âlimin yerini doldurun. Âlim kalmayınca insanlar cahil başkanlar edinirse, onlara sorulduğunda bilgisizce fetva veriyorsa, biz de âlimlerin yerini doldurmak için ilmî müesseseler, araştırma merkezleri, üniversiteler kurmalıyız. Âlimlerin yeri boş kalmamalı. Âlimin en büyük arzusu amel defterinin kapanmaması olmalıdır. Amel defteri kapanmaması için ya eser bırakacak ya talebe bırakacak. Rabbim arkamızda eser ve talebe bırakmayı bizlere nasip eylesin. Çünkü tabiat boşluk kabul etmez. Yani siz tıp fakültelerini kapatırsanız hastalar tedavisiz kalmaz. Kocakarı ilaçları ile tedavi olurlar. Kerpeteni eline geçiren diş çekmeye başlar. Bunun için tedavi metodu gerekir. Eğer siz ilmî, tıbbî bilimsel metotlarla tedavi etmezseniz insanlar cahilce yollara başvuracaklardır.

 (فَسْـَٔلْ بِهِ خَبِيرًا) “En iyi bilene sor.”[2] buyruluyor Kur’an-ı Azîmüşşân’da. En iyi bilenden daha güzel kimse sana haber veremez. İhtisas erbabı birine sormak gerekir. Ayrıca her zaman fetva alacak zaman veya kişi bulamayabilirsiniz. Bundan dolayı her Müslümanın da temel meseleleri bilecek derecede ilim sahibi olmaları lazımdır. Hiç olmazsa fetva alacak durum, imkan yoksa, çaresiz durumda, zarûret durumunda ne yapacağını bilmesi lazım. Şunu demek istiyoruz; bizim evimizde ilk yardım çantası gibi koruyucu hekimlik bilgileri olması lazım; acil durumlarda, hemen müdahale gereken yerlerde gerekli bilgileri de insanımız bilmelidir. Tarihteki sıradan insanlar, günümüzdeki ilim erbabı kadar bilgi sahibiydiler. Çünkü mihrap, kürsü ve minber ayrıca bilgiyi aktarma aracıydı. Hem tekkeden hem medreseden de bilgiler alıyorlardı. Bugün bu noktadaki hafiflik, boşluk açıkça kendini göstermektedir. Böyle bir konuyu işlediğiniz için teşekkür ederim.

Muhterem Hocam, vakit ayırdığınız için biz teşekkür ederiz.


[1] Nahl, 16/125.

[2] Furkân 25/59.