İçeriğe geç
Anasayfa » RASÛLULLAH (S.A.V.)’IN DİLİNDEN PEYGAMBER-ÜMMET MÜNÂSEBETİ

RASÛLULLAH (S.A.V.)’IN DİLİNDEN PEYGAMBER-ÜMMET MÜNÂSEBETİ

Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’nın son elçisi (hâtemü’l-enbiyâ)[1] olan Rasûlullah (s.a.v.), kendisi ile ümmeti arasındaki münasebeti, muhtelif vesile ve misallerle izah ve beyan etmiştir. Bunlardan biri şu hadîs-i şerîftir:

“Benim misalimle Cenâb-ı Hakk’ın benimle göndermiş olduğu davetin misali şu adamın misali gibidir: Bir adam kendi kavmine gelip: ‘Ben (üzerinize gelmekte olan) düşman ordusunu gözlerimle gördüm, ben çıplak (hakikaten) bir uyarıcıyım, tehlikeyi haber veriyorum, tedbîr alın!’ der. Kavminden bir kısmı adamın tavsiyesine uyup, geceleyin telâşa düşmeden oradan uzaklaşır. Bir kısmı da, bu haberciyi yalanlar ve yerinden ayrılmaz. Ancak, sabahleyin ordu onları yakalar ve imhâ eder. İşte; bu temsîl bana itaat edip getirdiklerime uyanlarla, bana isyan edip Cenâb-ı Hakk’tan getirdiklerimi tekzîb edenleri göstermektedir.”[2]

Temsîlî bir ifade ile bildirilen bu hakikat, son derece tesirli ve de açıktır. Nitekim o devrin toplumu tarafından malum olan bir âdetten haber vermektedir. “Çıplak uyarıcı” diye terceme edilen ifade “güvenilir, sâdık uyarıcı” manasındadır ki o günkü toplumda hayatî önemi haîz bir vazifeyi ifâ eden kişiye verilen isimdir. İmâm Nevevî (r.h.), Sahîh-i Müslim Şerhi’nde bu husûsu şöyle izah etmiştir: “Ulemâ demiştir ki: (Bu çıplak uyarıcı meselesinin) aslı şudur: Bir adam kavmini uyarmak ve korkulacak bir şeyi haber vermek istediğinde, elbiselerini çıkarır ve kavminden uzakta olduğundan (da) gelen tehlikeyi haber vermek için çıkardığı bu elbise(ler) ile (dikkat çekerek) onları ikaz eder(di). Bunu çoğunlukla da o kavmin gözcüsü yapar(dı)… ”[3]

Rasûlullah (s.a.v.)’ın kendisi için bu temsîli getirmesi, muhataplarının anlayabileceği ve ülfet edebileceği bir misaldir ve nübüvvetinin doğruluğuna işaret eden bir mucize kabilindendir. Zira ona ve Allah indinden getirdiğine iman etmeyenlerin akıbeti de aynen düşman haberini dikkate almayarak baskın yiyip helâk olanlar gibi olacaktır. Burada elçinin vazîfesi inzâr, ikaz iken; kavminin yani ümmetin vazîfesi de elçiyi tasdîktir.

Bir başka hadîs-i şerîfte ise bu münasebet şöyle anlatılmıştır:

“Benim misalimle sizin misaliniz şuna benzer: Bir adam ateş yakmıştır. Ateş etrafı aydınlatınca, gece kelebekleri ve aydınlığı seven bir kısım hayvanlar bu ateşe hücum edip kendilerini ateşin içine atmaya başlarlar. Adamcağız onları kurtarıp engel olmaya çalışır. Ancak hayvancıklar baskın gelerek topluca ateşe girerler. Ben tıpkı o adam gibi ateşe düşmemeniz için eteklerinizden çekiyorum; ancak sizler ise ateşe karşı âdetâ koşuyorsunuz.”[4]

Merhamet ve şefkat timsâli olan Rasûlullah Efendimizin, insanlık için lütfedilmiş, gönderilmiş bir rahmet[5] olduğunu burada tekrar müşâhede emekteyiz. İnsanoğlu cehâleti ve isyanı[6] sebebiyle âdetâ ateşe koşmakta, hevâ hevesine uyarak kendince faydalı gördüğü şeyleri elde etmek için canına kıymaktadır. Fakat hakikati gören ve bildiren peygamber-i zîşân ise, insanların göz göre göre kendilerini helâk etmesine mâni’ olmak için olanca gücü ve gayretiyle çabalamaktadır. Ebedî cehennemden sakındırmak ve onları ebedî güzelliğe (cennete) kavuşturmaya vesîle olabilmek onun şi’ârıdır.

Bu belîğ temsîl aslında âyet-i kerîmede zikrolunan “(Ey insanlar!) Andolsun, size kendinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.”[7] hakikatini de bir nevî şerh etmektedir.

Bir diğer temsîlde de şöyle buyrulmuştur:

“Allah (c.c) ile Muhammed (s.a.v.) ümmeti arasındaki durum şu kimseye benzer: Biri, yeni bir ev yaptırır, o evde bir ziyafet verir, bu ziyafete çağırmak için de bir davetçi gönderir. Davetçinin çağrısına icabet eden eve girer, ziyafet sofrasından yer. Davetçinin davetine gelmeyen de, ne eve girer ne de ziyafetten yer. (Bu) temsîlin hakikati şudur: O ev cennettir, ev sahibi Allah Teâlâ’dır, o davetçi de Muhammed (s.a.v.)’dir. Ona itaat edip davetine icabet eden, Allah’a itaat etmiştir. Ona karşı gelen de, Allah’a isyan etmiştir. Muhammed (s.a.v.), (iman eden ile etmeyen) insanlar arsındaki fark(mikyas)tır.”[8]

Hakk’ın davetçisi[9] olarak gelen Rasûl-i Ekrem Efendimiz, hiç şüphesiz O’nun peygamberidir.[10] Onun davetine icâbet de ancak bu hakikati kabul etmek ile olur. İcâbet edenden de artık itaat beklenir. Çünkü ziyafetten müstefîd olmak isteyen, ziyafet sahibinin misafiri olmakla birlikte, asla ona isyan edemez. Rasûlullah Efendimizin daveti de en az bir ziyafetteki kadar tâat ister ki davetçinin efendisi de bunu istemiştir. Çünkü bu manevî sofraya davet ettirene itaat, onun elçisine itaatten geçer. Bundan sebepledir ki “Her kim bana itaat ederse (muhakkak o) Allah’a itaat etmiştir, kim de bana isyan eder (hükmümü ve sünnetimi beğenmezse, aslında o) Allah’a isyan etmiştir.”[11] diye buyrulmuştur. Kâmil mümin buna böyle iman eder.

Hadîs-i şerîfin sonundaki “Muhammed (s.a.v.), (iman eden ile etmeyen) insanlar arasındaki fark(mikyas)tır.” ifadesi de bütün bu anlatılanları özetler mahiyettedir. Peygambere iman etmeksizin bir iman ve kurtuluş reçetesi yoktur. Çünkü “Kim Allah’a ve peygamberine isyan eder ve onun (hükümlerine karşı) sınırlarını aşarsa (Allah) onu, ebedî kalacağı bir ateşe koyar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.”[12]

Yine Efendimiz’in ümmetine bakışını daha iyi anlamak için şu hadîs-i şerîfi iyi kavramak lazımdır:

“Muhakkak ben sizin için (bilmediklerinizi) size öğreten bir baba makamındayım (gibiyim)…”[13]

Efendimiz (s.a.v.), ashâbına helâ âdâbından bahsederken tesirli ve yumuşatıcı bir usûb ile sözlerine böyle başlamış; bu, fıtren utanılacak meselede, onların hayâsının, öğrenmelerine mâni’ olmamalarını temin edecek bu cümleyi ihtiyâr eylemiştir. Lakin burada dile getirilen bu hakikat, sadece bu mesele ile alakalı olmayıp umûm ifade eder. Çünkü Rasûlullah (s.a.v.) sadece bu hususta değil, dînî dünyevî her meselede, ashâbına (ümmetine) hak ve hakikati iyiyi ve güzeli (ve nehyetmek için kötülüğü) bildirirken sadece bir baba değil bir anneden dahî daha şefkatli ve merhametli davranmıştır. Hatta bu merhametinin en zirvesini de, bizlere haber verdiği üzere âhirette, o dehşetli günde, mahşer meydanında ümmeti[14] için gösterecek “Ümmetim! Ümmetim!” diye yakarışa geçecek, o vakit ona: “Artık başını kaldır! Şefaat et, şefaatin kabul edilecek!”[15] diye buyrulacaktır.

Toplumu yeniden şekillendirmenin tabiî yolu, insanların takip edebileceği pratik bir örnek sunmaktır. Çünkü insanoğlu önemli bir meseleyi öğrenmede dâimâ pratik bir örneğe ihtiyaç duymuştur. Aynı şey dinî konuların öğretim ve eğitiminde de geçerlidir. Bu sebeple Allah sadece ilâhî kitapları göndermekle kalmamış, kitapla birlikte dâimâ bir rasûl de göndermiştir.

Bizler de insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet[16] olarak, âhir zaman peygamberi Muhammed Mustafa (s.a.v)’ya ve getirdiği Kur’ân’a iman eden ve her sahada O’nu örnek alan Müslümanlardanız, elhamdülillah. Her yönüyle mükemmel olan böyle üstün bir şahsiyete iktidâ zaten her akıl sahibinin kârıdır. Bu hakikati reddetmek ise basîretsizliktir.

İman nimetine kavuşan kimse, bu bahşolunmuş en büyük nimetin kıymetini bilmek, şükrünü edâ etmek ve bu nimetten mahrûm kalmamak için canla başla gayret ederken, imanın zevkine varmak için de Allah ve rasûlünü her şeyden çok sevmelidir.[17]

“Mümin olarak nebîler nebîsine olan sevgimizi her vesîleyle ifade etmeli, özellikle bu sevgiyi O (s.a.v.)’nun sünnet-i seniyyesine ve yoluna ihlaslı bir şekilde bağlılıkla izhâr etmeliyiz. Sünnete bağlılık sadece şeklen O’na benzemekle değil; ruh, anlayış düşünce ve hayatı yorumlama tarzıyla da O’na ve ashâbına benzemekle ortaya konulmalıdır.”[18]

Bu noktada ashâb-ı kirâm bizlere ne güzel örnektir. Onlar hayru’n-nâs[19] (insanların en hayırlısı) vasfına bu sevgi ve mutabaat ile vâsıl oldular. Görüldüğü üzere bu sevgi, sadece sözde kalan bir sevgi ile elbette tahakkuk edemez. İmanın ardından, kayıtsız şartsız itaat ister, sorgusuz sualsiz ittibâ ister ve de hadsiz bir muhabbet ister.

Artık bizler de, yeniden oturup, “Nasıl daha iyi bir mümin olabilirim?”in derdiyle tefekkür etmeliyiz. Bunca nimet ve ihsâna karşılık peygamberimize yaraşır bir ümmet olmak için vazifelerimizi yerine getirmemiz şarttır. Eksiklerimizi araştırıp öğrenmeli ve gidermeye çalışmalıyız.

“Rabb olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak Muhammed (s.a.v.)’den râzı olan kimse imanın tadına varmıştır.”[20]

[1]  Bkz. Ahzâb, 33/40

[2]  Buhârî, Rikâk, 26, İ’tisâm, 2; Müslim, İman, 353, Fezâil, 16

[3]  Nevevî, el-Minhâc, XV, 49.

[4]  Buhârî, Ehâdîsü’l-Enbiyâ, 40, Rikâk, 26; Müslim, Fezâil, 17, 18, 19

[5]  Müslim, Birr, 87; Dârimî, Mukaddime, 3

[6]  Ahzâb, 33/72

[7]  Tevbe, 9/128

[8]   Buhârî, İ’tisâm, 2

[9]   Bkz. Ahzâb, 33/46

[10] Bkz. Fetih, 48/29

[11] Buhârî, Cihad,109, Ahkâm, 1; Müslim, İmâre, 32, 33; Nesâî, Bey’at, 27, İstiâze, 49; İbn Mâce, Mukaddime, 1, Cihad, 39

[12] Nisâ, 4/14

[13] Ebû Dâvûd, Tahâre, 4; Beyhakî, Sünen, I, 91, 102, 112

[14] Ümmet-i Muhammed: Rasûlullah (s.a.v.)’ın bi’setinden itibaren kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlar (ve cinler) onun ümmetidir (Sebe, 34/28). Fakat ona iman edenler “ümmet-i icâbe”, iman etmeyip inkâr edenler de “ümmet-i da’ve” olarak ayrılırlar.

[15]  Buhârî, Tevhîd, 36; Müslim, İman, 326, 327

[16]  Bkz. Âl-i İmrân, 3/110

[17]  Bkz. Buhârî, İman, 9, 14, İkrâh, 1; Müslim, İman, 67, 68

[18]  Kutlay, Nebevî Mesaj, 204

[19]  Bkz. Buhârî, Şehâdât, 9, Fezâil, 1, Rikâk 7; Müslim, Fezâil, 212; Tirmizî, Fiten, 45, Şehâdât, 4, Menâkıb, 58

[20]  Müslim, İman, 56; Tirmizî, İman, 10