İslâm, insanlara eşitlik prensibini öğretti, asıllarının aynı olduğuna dikkat çekti.
Her şeyin yaratıcısı olan Allah Teâlâ, rahmeti ve şefkatinin eseri olarak Hz. Âdem (a.s)’den itibaren insanlar arasından peygamberler çıkarmış ve bu altın zincirin son halkası olarak Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)’yı göndermiştir. Peki, O’nun gönderilmesi ile insanlık neler kazandı? diye bir soru sorulup cevap arandığında ortaya çıkan sonuçlar gösteriyor ki:
1- Hz. Muhammed (s.a.v), getirdiği din ile insanlığa tertemiz, berrak bir tevhid akîdesi sundu.
Taşa, kayaya, faydası ve zararı olmayan putlara, şahıslara tapmakta olan pek çok insana, gerçek ma’bud ve ilahın Allah olduğunu öğretti. İslâm inancına sahip olan mü’min kişi artık sadece Allah’tan korktu, sadece O’nun fayda ve zarar vermeye muktedir olduğuna inandı.
“De ki: O, Allah’tır, birdir. Allah Samed’dir (her yaratığın kendisine muhtaç olduğu noksansız bir varlıktır.) Doğurmadı O, doğurulmadı da. Hiçbir şey O’na denk olmamıştır.”1
İslâm ile temas eden diğer dinler ve inanışlar da ona göre kendilerine çeki düzen verdiler, şirk ve hurafelerden teberrî etmeye başladılar. Bunun en bâriz örneği, bir insan olan Hz. İsa (a.s.) ile annesi Hz. Meryem’in tanrı olamayacağı gerçeğini idrak etmeye başlayan Hristiyanlarda görüldü. Protestanların kilisenin tanrı adına günah affetme gibi hurafelerine itirazı, Hristiyanların İslâm dini ile doğrudan temaslarının sonuçlarındandır. Çünkü gerek haçlı seferlerinden gerekse Endülüs (İspanya) İslâm medeniyetinden öğrendikleri hakikatler, Hıristiyan âleminde bilhassa ilim erbâbının gözlerinin açılmasına sebep oldu.
2- İslâm, insanlara eşitlik prensibini öğretti, asıllarının aynı oldu-ğuna dikkat çekti.
Roma, Pers, Çin, Hint uygarlıklarının ta Mısır Firavunlarından beri kabullendikleri sınıf sistemini, kölelik nizâmını İslâm reddetti ve eşitlik esaslarını ortaya koydu, toplumlarda karışıklık çıkarmadan tedrici sûrette bu esasları hayata geçirdi.
“Ey insanlar! Sizi tek bir şahıstan yaratan, o şahıstan da eşini yaratıp ikisinden de birçok erkekler ve kadınlar vücuda getirerek yeryüzüne yayan Rabbinizden korkun.”2
“Ey insanlar! Muhakkak biz sizi bir erkek ve dişiden yarattık, hem de sizi soylara ve kabilelere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız. Allah katında en değerliniz, takvası en çok olanınızdır.”3
İnsan hakları bildirgesinden on dört yüzyıl önce, Rasûlullah (s.a.v) Veda Haccı hutbesinde bu prensipleri insanlığa bildirdi: “Ey insanlar! Şüphesiz Rabbiniz tektir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız; Âdem ise topraktandır. Allah katında en değerliniz takvası en çok olanınızdır. Arap’ın Arap olmayana takva dışında bir üstünlüğü yoktur.”
3- Son Peygamber (s.a.v)’in getirdiği din, insanın mükerrem ve yüksek bir varlık olduğu inancını gönüllere yerleştirdi.
“And olsun ki biz Âdemoğullarına ikram ettik (onlara üstünlük ve değer verdik). Onları karada ve denizde (vasıtalarla) taşıdık. Onlara temiz yiyeceklerden rızık verdik. Yarattığımız pek çok mahlûkata da onları üstün kıldık.”4
İnsanın değerini vurgulayan şu hadis-i şerif ne kadar güzel bir mânâ yansıtır:
“Yaratılmışlar, Allah’ın geçimlerine baktığı ailesi mesabesindedir. Allah’ın yarattığı bu varlıkların Allah’a en sevimlisi O’nun ailesine iyilik edendir.”5
Rasûlullah (s.a.v)’ın şu hadis-i şerifi de ayrı bir üslûpla insanoğlunun kıymetini belletmektedir:
“Kıyamet gününde Allah (c.c.) hitap eder:
– Ey Âdemoğlu, hasta oldum da Ben’i ziyarete gelmedin!
Âdemoğlu cevap verir:
– Ya Rabbi, Sen âlemlerin Rabbi’sin, ben Sen’in hasta ziyaretine nasıl gelecektim ki?
Allah Teâlâ buyurur:
– Sen bilmedin mi ki filan kulum hasta oldu da sen onu ziyaret etmedin. Eğer onu ziyaret edeydin Ben’i(m rızamı) da onun yanında bulurdun.
– Ey Âdemoğlu, acıktım da Ben’i doyur-madın!
– Ya Rabbi, Sen âlemlerin Rabbi’sin, nasıl olur da acıkırsın?
-Sen bilmedin mi filan kulum acıktı da onu doyurmadın. Eğer onu doyuraydın, yaptığını(n karşılığını) Ben’im katımda bulurdun.
-Ey Âdemoğlu, Ben senden su istedim de Bana su vermedin!
-Ya Rabbi, Sen âlemlerin Rabbi’sin, nasıl olur da su istersin?
-Sen bilmedin mi ki, filan kulum senden su istedi de sen ona su vermedin. Eğer ona su vereydin yaptığını(n karşılığını) Ben’im katımda bulurdun.”6
Bazı âlimlerin “Hasta ziyareti nâfile ibadetten daha üstündür.” diye kabul ettiği bu meselede kul, İslâmî anlayışı gereği kimi ziyaret ettiğini değil, kimin emrini yerine getirdiğini düşünerek hasta insanların ziyaretine gider.
4- Son Peygamber (s.a.v), insanlığa ümit verdi, ona kendine güvenme ve kendi değerinin farkında olma duygusu aşıladı, ondan ümitsizlik ve uğursuzluk duygularını yok etti.
Günah ve hata karanlıklarında boğulan, doğuştan günahkâr olarak doğduğuna inandırılan, başkalarının yaptığı yanlışlara kendisinin de çekeceği telkin edilen insanoğluna son Peygamber (s.a.v)’in getirdiği Kur’an-ı Kerim engin bir af sahası açtı, insanları ferahlattı:
“De ki: Ey kendileri hakkında haddi aşmış kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. O Ğafûr (çok bağışlayıcı)’dur, Rahîm (çok merhametli)’dir.”7
“Hiçbir günahkâr, başkasının günahını çekmez.”8
5- Hz. Muhammed (s.a.v)’in peygamberliği, din ve dünya arasındaki itidal noktayı tespit etti; birbirinden nefret eden safları, ayrı yaşayan kampları bir araya getirdi.
Eski dinlerde, özellikle de Hristiyanlıkta din ile dünya birbirinden ayrı sayıldığı için “din adamları” diye bir sınıf meydana gelmişti ve Allah’a götüren yolun çok zor olduğu, zaten insan fıtratının da ruhi temizliğin önündeki en büyük engel olduğu, ruhbanlığın bu yüzden gerekli bulunduğu öğretilmekteydi.
Rasûlullah (s.a.v)’ın bu noktada da insanlığa en büyük hediyesi, bu yanlışı kaldırmak ve yerine sade ama çok sağlam bir temel koymak oldu: “Ameller niyetlere göredir. Her kişiye niyetinin karşılığı vardır.” Allah’ın rızasını kazanmak için ihlas ve samimiyetle yapılan her iş, söz, faaliyet Allah katında makbul ve geçerlidir; bunun için hiçbir kulun onayına, takdirine ihtiyaç yoktur. Bu esasa bağlı olarak mü’minin yaptığı her şey, yeme-içme, uyuma, çalışma, rızık ve ailesinin nafakasını kazanma, savaş-barış vs. hepsi Allah’ın rızasını elde etmeye götüren sebepler arasındadır.
İşte din ve dünya arasında ayrımcılık yapmayı kaldıran İslâm insanların hayatlarına bir bütünlük ve tutarlılık getirdi, onları aynı iman cephesinde topladı; onlara sevabı yalnız Allah’tan beklemeyi, beşeriyete şefkatli olmayı öğretti ve anlamı çok geniş şu duayı belletti:
“Ey Rabbimiz, bize dünyada da bir iyilik, ahirette de bir iyilik ver, bizi cehennem azabından koru.”9
6- Son Peygamber, insanlığa yüksek hedef-ler gösterdi; insanları büyük gayelerin temini için çalışmaya ve mücadeleye sevk etti.
O’nun geldiği zamandaki insanlık, Allah’ın bahşettiği gücü ve imkânları sadece zengin olma, nüfûzunu arttırma, insanlar üzerinde ve dünyanın çeşitli bölgelerinde egemenlik kurma, zevk ve sefa sürmeye bakıyordu; başka gaye tanımıyordu. İşte Rasûlullah (s.a.v) asıl gerçeği gösterdi, asıl ölümsüz gerçeğin yerlerin ve göklerin yüce yaratıcısını tanımak ve O’nun sıfatını, kudretini, hikmetini bilmek olduğunu bildirdi. Böylece O’na derin bir iman ile bağlanarak insanlığa hizmet etmek, bu hususta çeşitli fedakârlıklara katlanmak suretiyle sadece O’nun rızasını kazanıp birçok melekten daha yüksek dereceleri elde etmenin mümkün olduğunu öğretti.
Bütün bu yüce prensipler ile gelen Son Peygamber Muhammed (s.a.v)’in dini böylece dünyayı değiştirdi. Beşeriyet, kurak ve çorak bir dönemden parlak ve verimli bir bahar mevsimine geçti. Boş ve sönük gönüller iman ve şefkat harareti ile tutuştu. İnsanlık asırlardan beri filozofların ve ahlakçıların hayal ettiği “erdemli medeniyet”e Hz. Muhammed (s.a.v)’in peygamberliği sayesinde ulaştı. Bu, ilim ve insaf sahibi her kişinin gördüğü bir hakikattir.
Ancak Müslümanların bu hakikati bütün insanlığa, tabi bu arada kendi toplumlarına canlı ve dinamik şekilde sunma, anlatma borçları vardır. Bu da Nübüvvet-i Muhammediye’yi iyi anlayıp anlatma zaruretini ortaya koyuyor. Yani Rasûlullah’ın siyerini yeniden ve aşkla öğrenip öğretme faaliyetine girmek Müslümanların hem İslâmî, hem de insanî sorumluluğudur.
O halde, yeniden siyer derslerine ey ümmet-i Muhammed!
1 İhlâs, 112/1-4
2 Nisâ, 4/1
3 Hucurât, 49/13
4 İsrâ, 17/70
5 Beyhakî rivayeti
(*) Sayı: 1, 2005.