İçeriğe geç
Anasayfa » RASÛLULLAH’IN SÜNNETİNDE LİYAKATİN ÖNEMİ

RASÛLULLAH’IN SÜNNETİNDE LİYAKATİN ÖNEMİ

Meşhur sahâbîlerden Ebû Zer 4 bir gün Peygamber Efendimiz’e gelerek:

– Yâ Rasûlallah! Beni vali yapmaz mısın, dedi. Bu istek üzerine Rasûl-i Ekrem, eli ile onun omuzuna vurarak şöyle buyurdu:

– Ey Ebû Zer! Ben seni zayıf görüyorum. Bu valilik bir emanettir. Şüphe yok ki kıyamet gününde o, rezillik ve pişmanlıktır. Yalnız onu hakkı ile alıp o hususta üzerine düşeni yapan hariç. Ben kendim için ne arzu ediyorsam senin için de onu arzu ederim. Sakın iki kişi de olsa onlara idarecilik yapayım deme. Yine asla yetim malının sorumluluğunu üzerine alma.[1]

Bu hâdisede Rasûlullah x Efendimizin, bir işe layık ve münasip olma manasına gelen liyakati gözettiğine şahit oluyoruz. Zira O, muhatabının hoşuna gitmeyeceğini bile bile, vazife görev ve sorumluluğunu dikkate alarak bu sevdiği sahâbîsinin isteğini yerine getirmemiştir.

Değil mi ki Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak: “Allah size, mutlaka emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder”[2] buyurmuştur, onu da Kur’ân’ı nebevî titizlikle yaşayıp insanlara üsve-i hasene olan Peygamber x Efendimiz, en net ve güzel bir biçimde nezih hayatında tatbik ederek Müslümanlara gösterecektir. Çnkü İslâm bir iddia ile gelmektedir. O da adaleti tesis etmek ve toplumsal düzeni sağlamaktır. Bu da öncelikle verilen vazifeyi emanet şuuruyla yerine getiren liyakatli idareciler vasıtasıyla ancak yerine getirilir. Aksi ise tufandır. Nitekim şu hadis tam da bunu ifade etmektedir:

Ebû Hureyre 4 anlatıyor:

“Meclisin birinde Peygamber x huzurundakilere vaaz ederken bir bedevi gelip: «Kıyamet ne zaman kopacak?» diye sordu. Rasûlullah x oralı olmayarak konuşmasına devam etti. Oradakilerden kimi: « Rasûlullah x bedevînin ne dediğini işitti ama sualinden hoşlanmadı» diye düşünürken kimi de işitmediğine hükmetti. Nihayet Rasûl-i Ekrem x sözünü bitirince: «O kıyameti soran nerede?» diye sordu. Bedevî:

– İşte ben yâ Resûlallah,dedi. Bunun üzerine Rasûlullah x:

– Emânet zayi edildiği vakit kıyameti bekle, buyurdu. Yine bedevî:

– Emâneti zayi etmek nasıl olur, diye tekrar sorunca, Peygamber x Efendimiz:

– İş, ehli olmayana verildiği zaman kıyameti bekle, buyurdu.[3]

Rasûlullah x Efendimizin 23 yıllık peygamberliğinin bilhassa Medine döneminde devlet başkanı olarak gerek dinî gerek idarî gerek askerî gerekse terbevî birtakım görevlendirmelerde bulunduğuna ve bütün bunlarda da liyakati gözettiğine şahit oluyoruz. Öyle ki bunların her birinde O’nun x, ehliyet ve liyakati asabiyetin önüne geçirdiğini görüyoruz.

Osman b. Talha, Mekke’nin fethine kadar azılı bir İslâm düşmanı müşrik iken Mekke’nin fethinden kısa bir zaman önce Müslüman olup fethe iştirak etmişti. Onun mühim bir özelliği de soyunun Kâbe’nin bakımı, kapısı ve anahtarlarının muhafazası (hicâbe) ile ziyarete açılması gibi Kâbe’ye hizmet (sidâne) ifa etmesiydi. Bu görev babadan oğula geçerek Osman b. Talha’ya kadar geldiği, ayrıca savaşlarda Kureyş’in sancağını taşıma görevini üstlendiği için Osman’ın ailesinin büyük bir itibara sahip olduğu bilinmektedir.[4]Mekke’nin fethinden sonra Peygamberimizin x Kâbe’nin anahtarlarını ondan istediğini, Hz. Ali’nin bu isteği yerine getirip Kâbe’nin anahtarlarını getirdiğini, Peygamberimizin x Kâbe’ye girip putları temizledikten sonra Hz. Ali’nin kendisine “Yâ Rasûlallah, zemzem ve su işleri (sikaye) ile birlikte hicabe ve sidane görevini de bizde (Haşimoğullarında) toplasanız.” demesi üzerine Resûlullah’ın Osman b. Talha’yı çağırarak “Anahtarını al ey Osman, gün vefa ve iyilik günüdür.” dediği kaydedilmektedir.[5] Buradan da Müslümanların işlerinin deruhte edilmesinde önemli işlere görevlendirilme yapılırken ırsî yakınlık değil, önceden beri kendilerinin yaptığı iş olması nedeniyle o vazifeyi en iyi şekilde yapabilecek yine Müslümanlar arasından ehliyet ve liyakat sahibi kişilere verilmesinin uygun olacağı gerçeğinin bilinmesi gerektiği sonucu çıkarılabilir.[6]

Yine Sevgili Peygamberimizi x Tebük seferine çıkarken yerine emir olarak Medine’de Hz. Ali’yi bıraktığını görüyoruz. Sa‘d b. Ebî Vakkâs’tan 4 rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: “Rasûlullah x Tebük gazasına çıktı ve Ali’yi Medine’de vekil bıraktı. Ali:

– Beni çocuklar ve kadınlar içinde vekil mi bırakıyorsun, dedi. Rasûlullah x ona hitaben:

– Bana nispetle sen, Musa’ya nispetle Harun menzilesinde olmana razı olmaz mısın? Şu kadar ki, benden sonra Peygamber yoktur, buyurdu.”[7]

Bu da Rasûl-i Ekrem’in x Hz. Ali’nin ehliyet ve liyakatini dikkate alarak bu tasarrufa gittiğini göstermektedir. Bunun yaş ile de bir alakası yoktur. Bilgi, kabiliyet, tecrübe ve sorumluluk bilinci liyakatte mühim bir yere sahiptir. Nitekim o zaman Ali 4, otuz bir yaşındadır. Bu hususta bir başka canlı misal de Peygamber x Efendimizin vefatından kısa bir zaman önce Suriye ordusunun başına henüz 18 yaşında olan Üsâme b. Zeyd’i 4 komutan tayin etmesidir. Öyle ki onun ordusunda Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer gibi önde gelen sahâbîler de yer alıyorlardı. O Üsâme ki Rasûl-i Ekrem x, yaşının küçüklüğünden dolayı onun Uhud Gazvesi’ne katılmasına izin vermeyince çok üzülüp ağlamış, Hendek Gazvesi öncesinde boyunu biraz daha uzun göstermeye çalışarak Rasûlullah’a x gelmiş, O x da ona şefkat gösterip savaşa katılmasına izin vermişti. O, Mûte savaşında babası Zeyd b. Hârise’nin 4 sancağı altında savaşmış, Mekke’nin fethinde Rasûlullah Efendimiz’le beraber Beytullah’a girmiş, Huneyn Gazvesi’nde ilk başlarda yaşanılan yenilgi üzerine kaçmayıp Rasûl-i Ekrem’in yanında kalan çok az sayıdaki sahâbî arasında yer almıştı. Bütün bunlar ondaki tecrübe, kabiliyet ve mesuliyet duygusunu göstermekte, kalitesini gözler önüne sermektedir.[8]

Rasûlullah x Efendimizin öğretmen olarak seçtiği sahâbîlere baktığımızda onların da işlerinin ehli liyakatli kimseler olduklarını görürüz. Bunlar içerisinde İslâm tarihinin ilk muallimi olma hüviyetine sahip Mus‘ab b. Umeyr’in 4 yeri başkadır. Medineli Müslümanlar, Mekke’ye haber gönderip Rasûlullah’tan x kendilerine, dinlerini öğretecek ve Kur’ân okutacak bir muallim göndermesini isteyince Rasûlullah x onlara Mus‘ab’ı 4 göndermişti.[9] O, Peygamberimizin tebliğ tarzını çok iyi kavraması, Kur’ân-ı Kerîm’den o zamana kadar inmiş âyetleri ezbere bilmesi ve etkili konuşmasıyla Üseyd b. Hudayr ve Sa‘d b. Muâz gibi tanınmış şahsiyetlerin Müslüman olmasını sağlayarak Medine’de çok verimli çalışmalar yaptı. Yine Mus‘ab 4, İkinci Akabe Biatı’nın hazırlanması ve gerçekleştirilmesinde önemli görev yapmış ve tebliğ faaliyetleri sebebiyle Rasûlullah’ın x takdirini kazanmıştır.[10]

Nübüvvet membaından beslenerek -Ahmet b. Hanbel’e göre- Hulefâ-i Râşidîn’in beşincisi olmaya hak kazanan Emevî halifeleri içerisinde mümtaz bir yere sahip Ömer b. Abdülaziz’in yaklaşık iki buçuk senelik kısa halifelik döneminde sergilediği performans, onun bu işe ne kadar ehliyetli olduğunu ortaya koymaktadır. Adaletiyle Hz. Ömer’e, zühd ve takvâsıyla Hasan-ı Basrî’ye, ilim bakımından Zührî’ye benzetilen Ömer b. Abdülazîz, halifeliği sırasında çok sade bir hayat sürmüş, saraylarda oturmayıp Halep civarındaki Hunâsıra’ya yerleşerek zamanının çoğunu orada geçirmiş, resmî ve sivil heyetleri genellikle orada kabul etmiştir. Kamu mallarını yetim malına benzetir ve beytülmâli kendisine bırakılan bir emanet kabul ederdi. Hazineden maaş almadığı gibi şahsî işlerini yürüttüğü sırada devlete ait mumu dahi kullanmadığı kaydedilir.[11]

Hanımı Fâtıma anlatıyor:

“Bir gün Ömer b. Abdülaziz’in yanına girdim. Namazgâhında oturmuş, elini alnına dayamış, durmadan ağlıyor, gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Ona:

– Nedir bu hâlin,diye sordum. Şöyle cevap verdi:

– Fâtıma! Bu ümmetin en ağır yükünü omuzlarımda taşıyorum. Ümmet içindeki açlar, fakirler, hasta olup da ilaç bulamayanlar, sırtına giyecek elbisesi olmayan muhtaçlar, boynu bükük yetimler, yalnızlığa terkedilmiş dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyarlarındaki Müslüman esirler, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışmaya güç yetiremeyen muhtaç yaşlılar, aile efradı kalabalık olan fakir aile reisleri… Yakın ve uzak diyarlardaki böyle mü’min kardeşlerimi düşündükçe yükümün altında ezilip duruyorum. Yarın hesap gününde Rabbim bunlar için beni sorguya çekerse, Rasûlullah x bunlar için beni azarlar ve bana serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim!..[12]

Netice itibariyle, insanlara bir vazife tevdi ederken ehliyet ve liyakati gözetme basiret ve ferasetine sahip olmak, yukarıda zikrettiğimiz misallerde de görüldüğü gibi işin yapılmasına sebep olmakta, hem görevi veren merciin hem de görevi yerine getiren kişinin başarı hanesine yazılmaktadır. Bu da şu kısa dünya hayatında bir Müslümana yakışan verimli yaşamanın olmazsa olmazı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Aksini ise düşünmek bile istemeyiz.


[1] Müslim, İmâre, 16-17; Ebû Dâvûd, Nesâî.

[2] Nisâ, 4/58.

[3] Buhârî, İlim, 2.

[4] Efendioğlu, Mehmet, “Osman b. Talha” md., TDV, XXXIII, 475, İstanbul 2007.

[5] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, thk. Mustafa es-Sakkâ, II, 412, Kahire 1375/1955.

[6] Yılmaz, Ali, “Hz. Muhammed’in Ehliyet ve Liyakat Merkezli Görevlendirmeleri: Osman b. Talha Örneği”, İstem, Yıl: 16, Sayı: 31, 2018, s. 1-20.

[7] Buhârî, Meğâzî, 80; Müslim.

[8] Arı, Mehmet Salih, “Üsâme b. Zeyd” md., TDV, XLII, 361-363, İstanbul 2012.

[9] İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, thk. M.A. Atâ, I, 171, Beyrut 1410/1990.

[10] Algül, Hüseyin, “Mus’ab b. Umeyr” md., TDV, XXXI, 226-227, Ankara 2020.

[11] Yiğit, İsmail, “Ömer b. Abdülaziz” md., TDV, XXXIV, 53-55, İstanbul 2007.

[12] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, thk. Abdullah et-Türkî, XII, 697, Kahire 1424/2003.