İçeriğe geç
Anasayfa » RIZÂ KAPISININ ANAHTARI: KANÂAT

RIZÂ KAPISININ ANAHTARI: KANÂAT

İnsan nefsi, düşüklükte de yücelikte de zirvelere namzeddir. Bu, onun çift yönlü olmasını gerektirmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de nefs için zikredilen sıfatlara bakıldığında bu durum açıkça anlaşılır.[1] Buna göre nefsin, onu “aşağıların en aşağısına” götüren sıfatları olduğu gibi “yücelerin en yücesine” vardıran hasletleri de vardır. Nefste bilkuvve bulunan bu sıfatlar umûmiyeti îtibâriyle “nefsin ahlâkı”nı oluşturur. Bu ahlâkın iyi veya kötü olarak isimlendirilmesi, kuvveden fiile çıkan sıfatlar açısındandır. Eğer övülmüş vasıfları fiile çıkar ve yerilmiş olanlar kuvve hâlinde kalırsa nefs övülmüş ahlâk/ahlâk-ı hamîde ile nitelenir ve yüceliklere doğru yola çıkar. Aksi olur ve yerilmiş olanlar fiile çıkar da övülmüş olanlar kuvve hâlinde kalırsa kötü ve yerilmiş ahlâk/ahlâk-ı mezmûme ile ittisaf etmiş olur, aşağıların aşağısına doğru düşer. Şunu ifâde etmek gerekir ki nefsin ne iyi ne de kötü husûsiyetleri tam anlamıyla ortadan kaldırılabilir, sâdece biri gâliben bulunurken diğeri mağlûben varlığını sürdürmeye devam eder. İnsanın hem insanlar katındaki hem de Hak katındaki değeri, açığa çıkarmak ve gâliben var kılmak için gayret ettiği ahlâkı ile mütenâsiptir. Bu yazıda, nefsin birbiriyle zıd olan, yâni biri fiilen var olduğunda diğeri kuvve hâlinde kalan iki sıfatı olan tama’ ve kanâatten bahsedecek, bunların târiflerinin yanı sıra tezâhürleri ile ilgili bir bakış açısı sunmaya çalışacağız.

Hayrı ve şerri insana bildirmiş olan Hak Teâlâ’nın emir ve nehiylerine uymamanın temelinde, hevâsına tâbî olan ve arzularını/canının istediğini gerçekleştirmek için hiçbir sınır tanımayan nefsin bâzı kötü sıfatları gelmektedir. Bunların başında gelen tama’ yâni aç gözlülük ve hırs ise nefsin en azılı iki askeri olup kişiyi Allah’ın rızasından uzaklaştıran en müessir iki huydur. Başka bir deyişle nefs, bütün kötülüklere tama’ı ve hırsı yüzünden meyleder. Bundan dolayı meşhur sûfîlerden Ebû Süleyman ed-Dârânî [öl.215/830] nefsin tama’ın temeli üzerinde yükseldiğini söylemektedir. Yûnus Emre ise Risâletü’n-nushıyye isimli eserinde tama’ı şöyle târif etmektedir.

Bu nefs oğlanları dokuz kişidir

Nifâk ve şirk onların işidir

Ulu oğlu tama’ iyi iş etmez

Cihan mülkü onun olursa yetmez

Bin er donlu dururlar kapısında

Esîr etmiş cihânı tapusında

Sever dünyâyı çün oldur imânı

Susuzdur dünyâya kanmaz revânı

Yûnus Emre’nin târifi, tama’ın sûfîler tarafından kullanıldığı mânâları özetler mâhiyettedir: Kalbi dâima dünyâ için daha fazlasını elde etme düşüncesiyle meşgul etmek ve başka her şeyi arkaya atarak canhırâş bir sûrette gayret edip hayâtı bu merkezde harcamak. Hal böyle olunca tama’, insanın hem dünyevî hem de uhrevî olarak dâimî bir huzursuzluk içinde olmasını gerektirecektir. Çünkü bu dünyâ için elde ettiği hiçbir şeyi yeterli görmeyip sürekli daha fazlasını isteyeceğinden bu dünyâda saâdet ve huzûra ermesi mümkün olmayacaktır. Kişiyi, bütün sermâyesini sâdece dünyâ için harcamaya sevk edeceğinden dolayı da onun âhirette kötü sonla karşılaşmasına sebep olacaktır. Bu durum, tama’ ahlâkına sâhip olan nefsin tedâvî edilmesinin gerekliliğini ortaya koymaktadır.

Nefsin tedâvîsi de demek olan ahlâk-ı hamîdenin zirvesine giden yolda pek çok durak bulunmaktadır. Tevbe, zühd, tevekkül, kanâat, uzlet, zikir, teveccüh, sabır, murâkabe ve rızâ şeklinde hulâsaten tasnif edilen bu menzillere tasavvuf ıstılâhında umûmî bir tâbir ve tasnifle “usûl-i aşere” adı verilmektedir. Görüldüğü üzere bu asıllardan biri de tama’ hastalığının yegâne ilâcı olan kanâattir.

Lügatte “hissesine düşene râzı olmak” mânâsına gelen kanâat, “elindeki ile iktifâ ederek elinde olmayanla kalbini meşgul etmemek” şeklinde târif edilen bir tasavvuf ıstılâhıdır. Bu hâliyle nefsin en kâmil vasıflarından biri olan ve Kur’ân-ı Kerîm’de “…Allah’ın rızâsı ise hepsinden büyüktür, işte büyük bahtiyarlık da odur.[2]şeklinde tavsif edilen “rızâ”nın da anahtarıdır. Nitekim tevekkülü tâkip eden bir ahlâk olarak kanâat gerek maddî gerekse mânevî olarak kendisine tâyin edilen rızık konusunda Allah Teâlâ’ya îtiraz etmemektir. Allah’tan râzı olmanın ilk adımı kabul edilen kanâat, tama’ ve hırsın zıddı ve panzehri olarak bilinir.

Kanâat sâdece maddî rızıkla ilgili bir tavır değildir. Gerek bedenî gerek zihnî gerekse kalbî ve mânevî cihetten lütfedilen her şeye rızâ göstermektir. Bu durumda kişinin, bedenî, zihnî ve mânevî durumunu daha iyi hâle getirmek, dünyevî ve uhrevî rızkını te’min etmek için gayret göstermesi nasıl anlaşılacaktır? Çalışmaması mı gerekmektedir ya da çalışması kanâate aykırı mıdır? Bu sorular haklı sorulardır. Yazının sonunda bunlara mücmel bir cevap verilecektir. Ancak öncelikle insanın kendisi için tâyin edilen şeylere karşı gösterebileceği tavırları incelemeye çalışalım:

İnsan bu dünyâya, kendisinden bağımsız bir irâde tarafından belirlenen birtakım bedenî, zihnî ve kalbî husûsiyetlerle gelir. Âzâlarının tamlığı/eksikliği, boyu, yüz şekli, göz ve saç rengi… gibi bedenî, zekâ ve idrâk seviyesi gibi zihnî, yüce mânevî derecelere ulaşabilme istîdâdı gibi kalbî özelliklerini insan belirleyemez. Bunlar insan için takdir edilmiş nîmetler cümlesindendir. Bundan dolayı da bunların tamlığı ve eksikliği ile ilgili herhangi bir mes’ûliyeti yoktur, yâni dünyâda ve âhirette bundan hesâba çekilmez. Ancak insandan, kendisine verilen nîmetlerin gerektirdiği sorumlulukları yerine getirmesi beklenir ve bundan sorguya çekilir. İnsan açısından değerlendirildiğinde zikredilen nîmetler bâzen tam ve eksiksiz, bâzen de kusurlu ve noksan olarak görülür. Bu durumda insanın iki tavrı olabilir:

Birincisi, verilene rızâ gösterip bu nîmetleri olduğu gibi kabul ederek onların gerektirdiği ahlâka sâhip olmaktır. Yâni eğer eksiklik ve kusur gibi görünen durumlar varsa bunlara karşı sabır göstermek ve daha kötüsü olmadığından dolayı şükür sâhibi olmak; yoksa şükretmek ve bu eksiksizliğin, kendisini Allah’ın rızâsından uzaklaştırabilecek his ve davranışlara sevk etmesine karşı mücâhede ederek sebât ve sabır ehli olmaktır.

İkincisi ise takdir edilene îtiraz edip bu nîmetleri olduğu gibi kabul etmemek ve onların gerektirdiği ahlâka sâhip olmamaktır. Yâni noksanlık veya farklılık gibi görünen durumlardan dolayı Yaratıcı’ya karşı kırgınlık, kızgınlık hattâ isyan içinde olup başkalarının görece tamlığını elde etmeye odaklanarak ömür sermâyesini bu noksanlığı giderme uğrunda harcamak; nîmetlerin tam ve kâmil olmaları durumunda ise kendini beğenmişlik ve kibir gibi kötü huylara sâhip olup bunları kendisine vereni düşünmeksizin bu tamlığın verdiği imkânlarla günah denizine dalmaktır.

Bu iki tavırdan ilki kanâat, ikincisi ise tama’ sıfatının tezâhürüdür. Kanâat ve tama’ın sâdece nîmetlerin yok veya eksik olduğunun zannedildiği durumlara has olmayıp tam ve noksansız olması durumunda da söz konusu olduğu bu îzahtan anlaşılmaktadır.

Meselenin bilhassa bedenî eksiklik/farklılık gibi görünen durumlarla ilgili yönünün daha anlaşılır hâle gelmesi için bir hâtıramı nakledeyim:

Rahmetli Üstad Kadir Mısıroğlu’nun yanına gelip giden bir avukat ağabeyimiz vardı. Bu ağabeyimiz hem konuşma hem de hareket kısıtlılığı gibi -muhtemelen doğuştan gelen- bâzı engellere sâhipti. Bir gün sohbet esnâsında Üstad’a şöyle dediğini işitmiştim: “Üstâdım, ben bu hâlimden dolayı Rabbime karşı minnet doluyum. Zîra eğer tam ve eksiksiz olduğu zannedildiğinden dolayı başkaları tarafından beğenilen bir dış görünüşe, konuşma ve hareket kâbiliyetine sâhip olsaydım, bu nîmetlerin gereğini yerine getiremez ve belki de şu hâlimden daha günahkâr olabilirdim. Rabbim, dünyevî mânâdaki bu engel vesîlesiyle beni günahlardan koruyor, rızâsına aykırı hareket etmemi engelliyor, elhamdülillâh!”

Bu ibretlik sözler ve bakış açısı genel olarak meselelere Allah Teâlâ merkezli bakmaya, özel olarak da kanâate tam bir misal teşkil etmektedir.

Kalbî ve mânevî cihetten verili olan nîmetlerin tam veyâ eksikliği hakkında da yukarıda zikredilen iki tavır geçerlidir. Bununla birlikte kişinin mânevî yönünü olgunlaştırmaya çalışması bir kulluk vazifesidir. Bu iki durum sûretâ tezâd oluşturuyor görünse de hakîkatte böyle bir çelişki söz konusu değildir. Bu, şu şekilde îzah edilebilir:

İnsanlar belli mânevî istîdâdlarla yaratılırlar. Bunlar insanın bir bakıma mes’ûliyetinin sınırlarını da belirler. Ancak bu istîdâdlar, Allah tarafından takdir edilen diğer bütün nîmetler gibi insana meçhuldür. Bunu keşf ve tesbit etmek ise gayrete bağlıdır. Bu çerçevede insan başkalarının sâhip olduğu mânevî derecelere ulaşmak hırsı ile değil, kendisine lütfedilen istîdâd mikdârınca mes’ûliyetini yerine getirmek için gayret etmeli, bu gayreti netîcesinde ortaya çıkan mânevî tekâmüle râzı olmalıdır. Okuduğu, duyduğu veya şâhid olduğu birtakım mânevî hallere ulaşamadığı için gevşeklik gösterip niyetini bozmamalı, bilakis kendi istîdâdının sınırlarını mutlak anlamda bilemediği için bunun gereğini yerine getirememiş olma korkusuyla ibâdetlerine gücü nisbetinde devam etmelidir. Zîra eğer hedefine Allah’ın rızâsını ve O’na kulluğu koymayıp başkalarının ulaştığı derecelere tama’ı koyar ve bunun için mücâhede eder de tama’ ettiği mânevî derecelere ulaşamazsa ibâdetinde zayıflama ortaya çıkacaktır. Bu olmazsa bile hedefi rızâ-yı ilâhî olmadığı için her hâlükârda hüsrana düçâr olacaktır. Çünkü Hakk’ı hedeflemeyen hiçbir ibâdet, hakîkî mânâda ibâdet sayılamayacağından herhangi bir kıymeti de hâiz olamayacaktır. Bununla birlikte sırf Hakk’ın rızâsını elde etmek için arzulu ve gayretli olmak kanâate aykırı değildir. Aynı şey, kendisi için tâyin edilen rızkı elde etmek için çalışmak ya da gerek doğuştan gerekse sonradan husûle gelen hastalıklardan tedâvi olmak husûsunda da geçerlidir. Kişinin bu konudaki gayretleri kanâat ehli olmadığını göstermemektedir. Şu şartla ki bu gayretler Allah’ın rızâsına uygun bir niyetle ve câiz olan vesîlelerle gerçekleştirilmelidir. Kanâat ise bu gayretlerin netîcesinde lütfedilene karşı rızâ göstermek şeklindedir. Nitekim bu, Allah Rasûlü’nün x yapmış olduğu bir şeydir ve O’nun x bu tavrı, çalışmanın ve tedâvinin meşrûluğu husûsunda bütün Müslümanlar için umûmî bir cevaz mâhiyetindedir.

Son olarak şuna dikkat çekmek gerekir ki kanâatkâr olmak gayreti terk edip tembellik etmek değil, meşrû bir hedef istikâmetinde yine meşrû yoldan gösterilen gayretler netîcesinde hissesine düşen şeye rızâ göstermek ve bu konuda Hak Teâlâ’ya açık ya da gizli îtiraz etmemektir.

“Hitâmuhû misk” olması kabîlinden yazımızı Yûnus Emre’nin Dîvân-ı İlâhiyyât’ındanbir nasihatıyla noktalayalım:

Nasîhat kandilinden bir işâret göründü.

Tenim içinde canım ândan yana süründü

Nefsimin ejderhâsı döndü bana haml’etti

Kanâat hay demezse hakîkattir yer imdi

Kanâati yâr edin uyma nefs dileğine

Eresin hakîkate yerin buldun dur imdi

Kanâat dediğini eğer sen tutmaz isen

Nefsine uyar isen sergerdân ol var imdi

Yunus Hak tecellîsin şâir dilinden söyler

Canda gevher var ise Hak’tan yana yür’imdi


[1] Bkz. Yûsuf 12/53, el-Kıyâme 75/2, el-Fecr 89/27-28.

[2] Tevbe, 9/72.