İçeriğe geç
Anasayfa » SABIR BOYUN EĞMEK DEĞİL MÜCADELE ETMEKTİR

SABIR BOYUN EĞMEK DEĞİL MÜCADELE ETMEKTİR

Mü’minin ışığı olan sabır, Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde “acı, yoksulluk, haksızlık vb. üzücü durumlar karşısında ses çıkarmadan onların geçmesini bekleme erdemi” şeklinde tarif edilmiştir. Bu tarif, günümüz Müslümanlarının zihinlerindeki yanlış sabır algısının kelimelere dökülmüş halidir. Zira birçok Müslüman, haksızlık karşısında susmayı, zulüm karşısında dua dışında bir şey yapmadan zulme tahammül etmeyi sabır olarak görmektedir.

Müslüman, sabırla emrolunduğu gibi iyiliği emredip kötülükten sakındırmakla, zulmü-münkeri defetmekle de emrolunmuştur. Müslüman zulme sessiz kalamaz, zulme boyun eğemez. Haksızlık, azgınlık, kötülük karşısında mücadele ederken türlü türlü zorluklarla karşılaşıp bunlara karşı sebat gösteren ve feryat etmeyen kimsenin tavrı ile bunlara karşı hiçbir şey yapmadan oturup bekleyen kimsenin tavrı nasıl aynı emrin gereği olur? Seyyid Şerif Cürcânî de bu duruma dikkat çekmek için olsa gerek Ta‘rîfat’ının sabır maddesinde sabırda asıl olanın kazâ-kaderin sahibi Allah’a rıza göstermek olduğunu bu sebeple de kazâda[1] olan hakkında Allah’a şikâyette bulunmanın (feryat etmek değil) sabra zarar vermeyeceğini, sabra asıl zarar veren şeyin kazâda olana rıza göstermek olduğunu söylemiştir. Zira Müslüman kazâda olan zulme razı olamaz. Zaten razı olsa da olmasa da kazâda olan gerçekleşir. O halde Müslüman, Allah’tan ne gelirse gelsin ondan razı bir şekilde sabredecek ancak kaderinde vuku‘ bulmuş olan zulme razı olmayıp ona karşı mücadele edecektir.

İslam âlimleri her sabrın Allah’ın emrettiği sabır olmadığını ifade etmişler ve sabrı farz, mendub, haram, mekruh ve mubah gibi hükümlere tabi tutmuşlardır. Haramlardan uzak durmada ve dinî görevlerin ifasında tahammül gösterme şeklindeki sabrın farz; dinen mekruh olandan uzak durma şeklindeki sabrın mendub; gereksiz yere açlığa, susuzluğa katlanma anlamındaki sabrın haram; bedenine zarar verecek derecedeki acılara katlanma şeklindeki sabrın mekruh; dinen yapılmasında bir sakınca olmayan konularda sabır göstermenin de mubah olduğunu belirtmişlerdir.[2]

Kur’an-ı Kerim’de sabrın geçtiği ayetlerin birçoğunun ya öncesinde ya da sonrasında Müslümanın yapması gereken bir amelden söz edilir. Bir kısmı ise doğrudan cihatla beraber zikredilmiştir. Örneğin Muhammed suresi 31. ayette: “Andolsun sizi imtihan edeceğiz. Tâ ki içinizden mücâhitleri ve sabr u sebat edenleri belirtelim” buyrulmuştur. Bir başka ayet-i kerimede: “Ey iman edenler, sabr u sebat edin. (Düşmanlarınızla) sabır yarışı edin (sabırda onlara galebe çalın). (Sınırlarda) nöbet bekleşin. Allah’tan korkun. (Bu sayede) felah bulacağınızı umabilirsiniz.[3] geçmektedir. Görüldüğü üzere her iki ayette cihat meydanında gerekli olan sabırdan söz edilmektedir. Özellikle Âl-i İmrân suresindeki ayet-i kerime Müslümanların hak ile batıl mücadelesinde kâfirlere göre daha çok sabr u sebat göstermelerini emretmiştir. Zira mücadelelerde sabrı çok olan galip gelir. İmam Nevevî (r.a)’nin Riyâzu’s-Sâlihîn adlı eserinde sabırla alakalı başlığın altında ilk ayet-i kerime olarak bu ayeti zikretmiş, ilk hadis olarak da “Sabır ziyâdır.[4] hadis-i şerifini nakletmiştir. Her ikisi de sabrın mücadele yönüne işaret etmektedir. Sabrın ziyâ olması, Müslümanı her iki cihanda zafere ulaştırmada güç kaynağı olmasından, onun yolunu aydınlatmasından ve sebatını sağlamasından kaynaklanmaktadır. Hiçbir şey yapmayacak, yerinde duracak kimse için ziyânın olup olmamasının anlamı yoktur.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bir hadis-i şerifinde, “Malı için (mücadele eden) ölen şehittir. Dini için (mücadele edip) ölen şehittir. Ailesi için (mücadele edip) ölen şehittir.[5] buyurmuş ve bu kimseleri sabırsızlıkla vasfetmemiştir. Şayet sabır, haksızlık karşısında ses çıkarmadan bekleme erdemi olsaydı malı için ölen kimse şehit değil Allah Teâlâ’nın “Sabredin.” emrine muhalif davranan bir kimse olurdu.

Asr suresi insanların kurtuluş reçetesini mu‘cez bir şekilde vermiş ve sırasıyla kurtuluşun iman etmek, salih amel işlemek, hakkı tavsiyeleşmek ve son olarak sabrı tavsiyeleşmekle olacağını ifade buyurmuştur. Arapça’da vav harfi cem‘ içindir. Dolayısıyla nihâi necât ancak bu dört şeyin gerçekleşmesiyle mümkündür. İmanın olmadığı bir salih amel, hak kavramı düşünülemeyeceği gibi sabrın olmadığı bir kimsenin uzun vadede iman ve salih amelde sebat etmesi düşünülemez. Zira bir hadis-i şerifte, “İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, dininin gereklerini yerine getirme konusunda sabırlı/dirençli davranıp Müslümanca yaşayan kimse, avucunda ateş tutan kimse gibi olacaktır.[6] şeklinde buyrulmuş ve buna işaret edilmiştir. Aynı şekilde “Sabır imanın yarısıdır.[7] hadis-i şerifi de sabrın imandaki bu fonksiyonuna işaret etmektedir.

İman eden, salih amel işleyen ve hakkı tavsiye eden Müslüman için önceki ümmetlerde olduğu gibi birçok sıkıntı baş gösterecektir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ve onun güzide ashabı da bu sıkıntılardan nasibini almıştır. Tâ ki sabr u sebat etmeleri için Bakara suresinin 214. ayeti inmiştir: “Yoksa siz kendinizden evvel geçenlerin mesel olmuş halleri hiç başınıza gelmeksizin Cennete girivereceksiniz mi sandınız? Onlara öyle ezici mihnetler, kımıldatmaz zaruretler dokundu ve öyle sarsıldılar ki hatta Peygamber ve maiyetinde iman edenler «Ne zaman Allah’ın nusretı?» diyordular. Bak işte, Allah’ın nusreti yakındır.” ayet-i kerimesi, mü’minlere, hakkı söylemekten, hak için mücadele etmekten geri durun, dememiş, bilakis, mücadelenizi devam ettirin, demiş ve hak-batıl mücadelesi esnasında karşılaşacakları musibetlere karşı sabr u sebatı işaret etmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ve beraberindeki Müslümanlar özellikle Mekke döneminde birçok zulme, kötülüğe maruz kalmışlardır. Ancak onlar sabretmeye devam etmişlerdir. Sabrederken hakkı tebliğden geri durmamışlardır. Şunu da belirtmek gerekir ki Müslümanlar Mekke döneminde zulüm ve kötülük karşısında sadece hakkı tebliğ ile uğraşmamışlar kendilerinden zulmü defetmeye de çalışmışlardır. Habeşistan’a hicret, akabe biatları ve Medine’ye hicret, ardından gazveler bunun en büyük göstergesidir. Bunlar aynı zamanda Müslümanın hak-batıl mücadelesindeki adımlarının sabırla beraber akıldan ve ferasetten hâli olamayacağının göstergesidir. Aklın ve ferasetin beraberindeki sabır zafere ulaştırır. Yoksa tez canlılık, atılganlık, mefsedet-maslahat dengesini gözetmemek, sonuçlarını düşünmeksizin bilinçsizce hareket etmek gibi tavırlarla yapılacak olan mücadele, beraberinde sabır bulunsa bile sonu zafer değil, hüsrandır.

Sonuç olarak sabır, kişiyi pasifize edecek bir düzlemde anlaşılamaz. İslam’da sabır; Müslümanın yolunu aydınlatan bir ziyâdır. Bu ziyâ sayesinde Müslüman yılmadan sebat üzere hak yolunda devam eder, önüne çıkan engeller onun yola devam etme şevkini kıramaz. Sabır, düşmana karşı en güçlü silahtır. Zafer silahla değil sabırla kazanılır. Çünkü hiçbir silah sabırla kullanılmadan ve mücadele etmeden zafere ulaştıramaz. İşte bundan dolayıdır ki sabır, pasif bir bekleyiş değil, güç biriktirmektir. Yine bundan dolayıdır ki sabır boyun eğmek değil, mücadele etmektir.

 

[1] Istılah manasında kullanılmış olup kaza; Allah’ın ezelde takdir ettiği şeylerin zamanın gelince bu takdire uygun şekilde yaratmasıdır. Ehl-i sünnet akâidine göre iyinin de kötünün de yaratıcısı Allah’tır. Ancak Allah’ın kötüye rızası yoktur.

[2] Mustafa Çağrıcı, “Sabır”, DİA, XXXV, 338.

[3] Âl-i İmrân,  3/200.

[4] Müslim, Tirmizi.

[5] Ebû Davud, Tirmizi.

[6] Tirmizi.

[7] Beyhaki.