Rabbimiz bizi kulluk sınavında görmek için yaratmıştır. Böyle biliyor ve inanıyoruz. Etten ve kemikten oluşan bir bedenle bu hayatı yaşıyoruz. Gıdaya muhtacız. Su ve hava olmadan ayakta duramayız. Sürekli tüketen ve yorulan bedenlerimiz var. Çok daha önemli bir hakikat ise şudur: Dünyanın bütününe bakan bir gözümüz var ve biz bu gözle yaşarken yalnız değiliz. Yalnızlığı ne kaldırabiliriz ne de yalnız kalabilme imkânımız vardır. İştah kabartan bir dünya ve bizi çevreleyen bizim gibi insanlar; alternatifi olmayan ortamımız budur. Böyle bir ortam bizim kulluk sınavı için bulunduğumuz ortamdır.
Kulluk olarak bizden beklenen şey, namaz ve oruç gibi ‘ibadet’ adı ile andığımız işlerdir şüphesiz. Ne var ki kulluk, onlarla sınırlı değildir. ‘İbadet’ de onlarla sınırlı değildir. Bu hayatın içinde bu bedenle yaşayıp cennet kazanan insan olmamız bizden istendiğine göre kulluk da ibadet de namaz ve oruç gibi hayatı yaşarken karşımıza çıkan her şey ile bağlantılı olmalıdır. Sabah namazı için evden çıkıp camiye giden mü’min, gününü ibadet eylemi ile başlatmış olur. Namazdan sonra işine gittiğinde de ibadet eylemine bir başka şekli ile devam eder. Mü’min gün boyu iş yerinde ve ezanı duyduğunda gittiği camide ibadet hâlinde olmaya devam eder. Akşam vaktinde elinde mutfağa girecek poşetlerle evine döndüğünde de ibadet hâlinde olmaya devam eder. Bu böyledir, böyle olması da kulluğun gereğidir. Namaz ve oruç, iş yerinde bulunmaya mecbur eder. İş yeri ile namaz ve oruç aynı idrak ile bir arada tutulduğu sürece de ibadet ve kulluk şuuru devam ediyor demektir.
Bu idrak mü’min olarak bu hayatta bulunuşumuzu kuşattığı sürece Müslümanlığımız bizim için hayat sistemi olmuş demektir. Dinden haz alma, her gün biraz daha terakki ederek yaşama da bunun beraberinde gelecektir.
Hayatı kul olmanın ve ibadet kavramının merkezine almaya muvaffak olduğumuzda şöyle bir sonuçla karşılaşırız: Etten ve kemikten bedenlerimizle yaşamak durumunda olduğumuz bu hayatın tamamı bizim için bir imtihan olduğuna göre aynı zamanda da bir sabır mekânıdır. ‘Kulluk’ nerede önümüze çıkıyorsa orada sabır vardır. ‘İbadet’ kavram olarak nerede bize hitap ediyorsa orada sabır olmalıdır. Yönetici organımız beyin ve kalp ile, bedenlerimiz ile bizim dışımızdaki bir irade ile şekillenmiş bulunan dünya ve üzerindeki hayat, sabır dışında hiçbir ortak noktada bekletilemez. Bekletilmesi mümkün değildir. Bize emredilmiş bulunan işlerle, yasaklanmış bulunan işlerin tamamı ancak sabır mayası ile yoğrulmuş bir idrak ile yerine getirilebilir işlerden oluşmaktadır.
Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi açısından bir örnek olarak diyebiliriz ki, sabah namazına kalkıp mescide gitmek ne kadar uykuya ve zevke karşı sabır ile ifa edilebilir ise şu ortamda bir akşam vaktinde haber bültenini izlemek de ancak o denli bir sabırla altında ezilmeden ve kahrolmadan izlenebilir. Hasta olanın tedavi sürecinde eline verilmesi gereken reçetede birinci madde bu hakikat olmalıdır. Hamile kadının, ebenin, öğretmenin, imamın, işçinin, işverenin istisnasız tâbi olacağı hakikat budur. Ciğerlerimizin havaya muhtaç olduğu her yerde beynimiz de sabra muhtaçtır.
Onurlu bir insanın kılık kıyafeti kadar tavırlarındaki sabır etkisi de önemli olmalıdır. Fani bir hayatla ebedî bir cenneti kazanmak, sabrın aktif olmadığı bir ortamda sürdürülebilir bir iş olamaz. İnsanı kuşatmış bulunan tamah ve hırs, sabır dışında bir şeyle, insana zarar vermeden disiplin altına alınamaz. Psikolojik bunalımların ne kadarının sabır yoksunluğundan kaynaklandığı da iyi incelenmelidir. Beden yapımız, dünyada bulunma maksadımız, yaşadığımız hayatın işleyişi pek çok şeyin bir arada olmasını gerektirmektedir. Toprak, su, hava, barınak, para, iş, gıda ve pek çok şey… Onca kalabalık eşya ortasında insanı, insan olarak ve Müslümanca yaşama kıvamında ancak sabır tutabilir. Müslüman insan olarak bulunduğumuz her yerde sabır bizi ayakta tutan gücümüzdür. Bilhassa da bu hızlı düşünme, hızlı iş bitirme, her istediğine bir tuş ile ulaşma zamanında sabır bütün mekânların en temel ihtiyacı olmuştur artık.