İçeriğe geç

Kur’an’ımız ve Peygamber aleyhissalatu vesselam Efendimiz’in önümüze koyduğu Müslümanlığın içini dolduran, başka türlüsü olmaz diye önümüzde duran en önemli ibadetlerimizden biri sabırdır.

Sabır, kalple icra edilen ibadetlerden biridir. Sadece Eyyüb aleyhisselamın karakteri değildir, Allah diyenlerin hepsinin karakteri olmalıdır. Her ne kadar bir camiye gidip iki saat oturarak yapılan ibadet gibi değilse de sabır, bir kalp eylemi olarak bütün peygamberlerin temel ibadetlerindendir. Eyyüb aleyhisselam’da biraz sıyrılmış ve Nuh aleyhisselam’da öne çıkmıştır. Biz de sabırla donandığımız zaman Eyyüb’ün kavuştuğu Allah’a kavuşur ve Nuh’un razı ettiği Allah’ı razı etmiş oluruz. Bunu, düzeltilmesi gereken bir yanlış olarak zihinlerimize not edelim.

Eyyüb aleyhisselam, döneminde psikiyatrik ilaçlar olmadığından dolayı sabırla iktifa etmiş değildi. Kulluk, sabır koridorundan geçtiği için sabırla donandı. Dünyada hiçbir şey değişmedi. Onun zamanındaki insan, şimdiki insandır. O zamanki Allah da şimdiki Allah’tır –o zamanki İblis de şimdiki İblis’tir, üstelik daha tecrübeli ve birikimli.

Sabır testi diye bir test yapmak zorundayız. Korkarım ki namaz günde beş defa farz bir ibadetse, sabır günde beş bin defa test edilmesi gereken bir ihtiyaçtır. Çünkü sabır, insandaki fren sisteminin adıdır. Balatası eskimiş insanlar namazla da sorunludur, haramlara karşı da gevşektir, hatta kadın boşarken de canavarlaşır. İyi bir freni olmayan araba, ölüm makinesi demektir; kendini öldürür, dinini öldürür, eşini öldürür, ahlakını öldürür, insanlığını öldürür. Ölüm sadece ruhun çıkması değildir, ruhun kalitesinin çıkması da bir ölümdür. Sabırsızlık, işte bunun adıdır.

Ümmet-i Muhammed, elbette namaz ümmetidir, Arafat’ta vakfe ümmetidir, Kur’an ümmetidir, ahlak ümmetidir… Ama Kur’an, sabır ayetleriyle doludur. Biz de ümmet-i Muhammed’i, sabredebilen bir ümmet olarak tanımaya mecburuz. Eğer ümmet-i Muhammed’i sakallı-sarıklılar, Arafat’ta üzerinde havlu bulunan insanlardan ibaret anlarsak düşman gözüyle tanımış oluruz ümmetimizi. Düşman da bizi sakalı uzun-saçı taranmamış-haccı üzerinde çamaşırlar olmadan yapan diye tanıyor ve böyle tanımak istiyor, gözleri bu kadar görüyor. Ama Allah, Rabbinle sabretmeyi becereceksin, diye ilk indirdiği on ayetten birinde sabrı Muhammed aleyhisselamın karşısına çıkarmıştır. Henüz namaz, oruç, cihat, tavaf emredilmeden, sakal ve tesettür ibadet olmadan emredildi sabır.

Mü’minde sabır, iç mekanizmadır. Bunun içindir ki camide sabır köşesi yoktur, namazda sabra ait bir bölüm olmaz; ama namazın bütünü sabırla ibadet hâline gelebilir.

Bu ümmet, sabır ümmetidir. Evinde ailesiyleyken sabırla yol alır. Camide namaz kılarken sabırla yol alır. Sabır ümmeti olmamız, bulunduğumuz herhangi bir yerde sabretmemiz demektir. Peygamber’imiz, Abdullah’ın oğlu Muhammed aleyhissalatu vesselam bir sabır abidesiydi. Ona iman eden Ahmet, Ali… herhangi bir mü’min kıyamete kadar evinde, iş yerinde, yürüdüğü sokakta veya haccederken sabırla yol alırsa Allah’ın Peygamberi’nin yanında yürümüş olur. Sabırsız mü’min, sabır abidesi Muhammed aleyhisselamın peşinden gidemez. Şeytan ona çelme takar, onu sinirlendirir, psikolojik tedaviye muhtaç ve kalitesiz hâle getirir. Kalitesiz mü’minler ise Peygamber aleyhisselamın övündüğü mü’minler olamazlar.

Ümmet-i Muhammed olarak da Allah’ın kaderi önünde sabırlıyızdır. Halifemizin bile bulunmadığı son yüz senemizde eğer mü’min olarak gidip camilerde namaz kılabiliyorsak, sabır özümüz bizi ayakta tuttuğu içindir. Yoksa Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin bir vekilinin (halife) dahi bulunmadığı, her üç kişinin birleşip din çetesi gibi iş çevirdiği bir dünyada sabır olmasaydı biz çatlamış, kahrolmuş gitmiştik.

Bakınız, bir kadın, eşinden hamile kaldıktan sonra dokuz ay beklerse bir çocuk sahibi olur. Altıncı ayında niye çocuğu olmadığının derdine düşerse hepimiz buna güleriz. Kendi doğurduğun çocuğunun sahibi olacaksan dokuz ay sabredeceksin. Bireysel sabır bu.

Eğer Allah, Muhammed aleyhisselamın ümmetine, insanlığı kıyamete ve İsrafil’in suruna taşıma görevi verdiyse bu bir doğumdur; cennete doğru doğmak için İsrafil’in sura üflemesi gerekiyor. İnsanlık buna Peygamber Efendimiz’in bisetiyle hamile kalmıştır. Ümmet-i Muhammed, insanlığı cennete götürecek anadır ve bir ana, dokuz ay sabretmediği zaman analığı hak etmiyor. Ümmet-i Muhammed eğer bu yükü taşımakla görevliyse acele edemez. Bir yerdeki ölümden, Suriye’nin-Irak’ın işgalinden, kâfirlerin bir tezgâhından dolayı ümmet-i Muhammed acelecilik yapamaz. İbrahim’in, Nuh’un, Lut’un, Salih’in, Musa’nın, Harun’un, İlyas’ın örnek gösterildiği ve sabır abidelerinin peygamber olarak iman ettirildiği Kur’an’ı, mü’minler Ramazan’da teravihlerde, mukabelelerde okudukları hâlde Allah’ın acele etmesini bekleyecek manadaki çıkışları yaparlarsa mü’minlik bu değildir.

Allah’ın rahmetinin derinliklerine batmış bir ümmet olarak bu kadar acele, sabırsız, üç gün içinde her şeyin olmasını bekleyen bir mantıkla konuşamayız-düşünemeyiz-böyle namaz kılamayız ve Müslümanlık budur asla diyemeyiz.

Herhangi birimiz, “Hazır otuz yaşındayken Allah, ruhumu alsın da cennete gideyim.” diyor muyuz? Dünyada doyasıya yaşayayım, sonra cennete gireyim istiyoruz. Ümmet için niye her şeyi hemen istiyoruz peki? Evet, birey olarak ben tekim ama bu ümmet, Muhammed aleyhisselamın ümmetidir, onun şahsında biz bir insanız ve bir kişi gibiyiz.

Allah’ın kaderini aceleye zorlarsak kendimiz çatlarız. O kader gene bildiği vakitte tecelli eder. Bir anne, dokuz ayını sabırla beklediği ve dokuz ay onun için sabır günleri olduğu gibi bu ümmetin yine Ömer bin Hattab gibi halifesi -Allah’ın izniyle- gelecek ve Peygamber’imin müjdesidir ki Kudüs’te olacak ve dünyanın başının belası Siyonizm’in başını oradan ezecektir. “Böyle düşünüyorum, böyle anlıyorum…” demiyorum; “Muhammedun Rasûlullah” dediğimde ne kadar iman ettiysem buna da o kadar iman ediyorum, çünkü bu, Rasûlullah’ın sözüdür.

“Bugünler zorlu, terörlü, bombalı günler…” Bunlar tatmin edici değil. “Dünyada bomba, terör her zaman vardı…” değil, bizim literatürümüz şudur: Bugünler sabır günleridir. Allah’ın kaderinin tecelli etmesini bekleyeceğimiz günlerdir. Bilmem hangi Yahudi örgütü Kudüs’e daha fazla yatırım yapıyormuş, daha güçlenmiş. İyi. Güçlü düşmana karşı daha güçlü olacağım için iyi bir şey bu.

Allah’ın vaadi haktır. Bu vaadi Allah, doyasıya sabreden kullarına vaat etmiştir. “O sınırsız rahmetler, doyasıya zaferler, sabreden kullar içindir.” Üçüncü ayında çocuğunu doğurmak isteyen, ölü doğurur. Bizi, kaderini sabırla seyreden kullar olarak görmek istiyor Allah. Allah’ın işine karışan aceleci kullar değiliz biz. Onlar İsrailoğullarıydı; “Gökten bize sofra indirsin Allah da, O’na inanalım.” dediler. Muhammed’in ümmeti bin kere ölür de “Allah gökten sofra indirsin, inanayım.” demez. Demedi Ebu Bekir’ler. Allah onlardan razı olsun.

Ümmet-i Muhammed’in kalitesini düşüremeyiz. Ümmet-i Muhammed’in standartlarına zarar veremeyiz. Ürküyor ve korkuyorsak da bunu evimize çekildiğimizde yatak odalarımızda yaparız. Mü’min kardeşler olarak bir araya geldiğimizde, sabır günlerinde Allah Teâlâ’nın bizi görmek istediği şekilde görünür ve dik dururuz. Allah’a itimadımızı, Peygamber aleyhisselamın müjdelerine güvenimizi en azından birbirimize ispat etmeye çalışırız.

Sabır günleri, ümmetin hamilelik günleri gibidir. Bu evlat doğacak ve Allah’ın vaat ettiği günler gelecek. Allah galip olacaktır. Hiçbir şey bizi Allah’a itimadımızdan koparamaz ve yıldıramaz.

Ümmet-i Muhammed olmak, “Sen git Allah’la beraber savaşın, biz gelmeyiz.” diyen İsrailoğulları’ndan farklı olmak, “Sür atını denize ya Resûlallah, peşindeyiz.” diyenlerden olmaktır. Bu farkı ümmet olarak ya da Orta Doğu’nun-Afrika’nın insanları olarak topluca düşürmeyeceğimiz gibi bireysel olarak da herhangi birimiz düşüremeyiz. Ben nefsimle baş başa kaldığım yerde bu kaliteyi düşürdükten sonra Afrika’dakilerin topluca düşürmesinden nasıl dert yakınacağım ki? Buna hakkım olur mu?

“Kimse yoksa ben kaldım Allah’ım ve ben, Muhammed aleyhisselamın ismine leke getirmeyecek son insan olarak dünyadayım ya Rabbi.” diyen, ümmet-i Muhammed’in ta kendisidir. Başkalarının kusurlarını sayarak, kitlesel yanlışlıkları sayarak, siyasetçilere yığma yaparak, hocaları-âlimleri bahane göstererek, yeni neslin kötülüğünü ileri sürerek, Yahudi’nin ve dünya şer güçlerinin ağırlığından söz ederek mazeret bulduğunu zannedenler sadece fare deliği bulmuşlardır ve ona girmeye çalışıyorlardır. Bu ümmetten hiç kimse fare deliğine giremez. Biz Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ümmetiyiz. Ölürüz. Seksen kere olsa da ölürüz ama Muhammed aleyhisselamın ümmetinin şerefiyle ölürüz, Allah’ın izniyle. Sabrımız bunun içindir zaten.

Rabbin için sabret, diyen Allah bunu söyledi. Eğer insanlığın, İsrafil’in suruna kadar üç yüzyılı daha varsa üç yüzyıl daha böyleyiz demektir. Biz çile ümmetiyiz, keyif ümmeti değiliz. Çilemize de razıyız. Çünkü çile ortağımız Muhammed aleyhisselamdır. Niye itiraz edelim ki. Biz onunla mağaraya girdikten sonra mağaralar, dünyanın en büyük sarayı olmuştur artık bize. Mağara arkadaşım Muhammed aleyhisselam olsun, billahilazim, mağarada bin tane yılan yesin beni; yeter ki mağara arkadaşım o olsun. Biz çilemize itiraz etmeyiz; çilemizi pısırıklık nedenimiz de yapmayız ama. Cihat ümmetiyiz. Malımızla, canımızla, kalemimizle, bedenimizle, neyi istediyse Allah, her türlü cihadı yaparız. Cihat diye sabah namazına da kalkarız. Cihat diye eşlerimizin kahrına da katlanırız. Çocuklarımız cihat ehli olsunlar diye, üzerimize işeseler de ses çıkarmayız. Bugün bebeğim üstümü kirletti, yarın dik duracak bir mücahit olacak inşallah diye bebekken de ona büyük mücahit rolü veririz.

Bir çocuk korktukça anne-babasına sığınır. Korktukça dışarı kaçan çocuk, tabiata aykırıdır. Beş yaşında da olsa tehlikeyi gören, anaya sığınır. Yani ana merkeze geçer. Biz ümmet olarak tehlikeler, uçurumlar ve tehditler büyüdükçe ana merkezimiz olan Allah’a ve Rasûlullah’a sığınırız. Fitneler, bombalar, tehditler ve ölümler çoğaldıkça biz ibadeti artırırız. “Ölümlerin ve fitnelerin çoğaldığı zamanda ibadete sarılmak, bana hicret etmek gibidir.” sözünü bunun için buyuruyor sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz.

Şimdi oruçlu olmak, Âdem aleyhisselamdan beri bu kadar değerli olmayacak bir oruçtur. Çünkü fitne ve fesadın yoğunlaştığı bir zamanda biz, çocuğun anasına sığındığı gibi Allah’a sığınmak zorundayız.

Gayet bilerek, isteyerek ve kastederek, Rabbimin rızasını umarak diyorum ki: Fitne-fesatlar, bombalar, işgaller, tehditler çoğaldıkça bu ümmetin vazifesi şehitler için hatimler okumak bile değildir. Onların şehit olduğuna inanıyorsan eğer, sen onun şefaatine muhtaçsın zaten, ne hatim okuyorsun? Bizim vazifemiz, olaylar çoğaldıkça şehitlerimizi hatırlamak değil Kur’an’a sarılmaktır. Allah’ın şeriatına sarılmaktır. Kameralar ve mikrofonların karşısına geçip, “Şeriatımıza sarılsaydık, halifemizi sürmeseydik, Kur’an, devletimizin yasası olsaydı, başımıza bu belalar gelmezdi.” deme zamanıdır şimdi.

Mü’minler olarak tam anlamıyla, “Her şey denendi, şeriatımıza dönelim artık” demenin günlerine geldik. Bunu diyebilmek için seksen senedir sabrediyoruz. Ama inşallah, insanlık için çıkarılmış son gemi olan ümmet-i Muhammed sabredecek, çilesine tahammül edecek ve Peygamber Efendimiz aleyhisselamın çizgisini düşürmeyecektir. Düşürmeyeceğiz.

Yılıp kaçanlar, evine kapanıp matem tutanlar olabilir; Allah’ın kulları sadece biz miyiz? Allah ve cenneti için bütün dünyayı avucunun içinden fırlatıp atacak yiğit kulları yok mu Allah’ın? Biz ürktük diye yüreği hür gençler bir gün gelip küfrün karşısında “Allahuekber!” demezler mi zannediyoruz?

Değil Afrika’daki iki ülke, bütün İslam toprağı bir dilim ekmek bulamayacak kadar açlık ve sefaletle boğuşsa ve her şeyin bitip tükendiğini zannetsek, güneşin ışıkları da tükendi ve karanlıkta kaldık, diye bilimsel açıklamalar da yapılsa, ben, ebedî güneşe iman etmiş olarak, güneşin kudretine değil güneşi yaratan Allah’ın kudretine güvenir ve asla karanlıkta görmem kendimi; mü’minim çünkü. Bütün bunlar elbette düşman aramamız ve bela peşinde koşmamızı gerektirmiyor. “Afiyet isteyin.” buyuruyor Efendimiz aleyhisselam. Afiyet, belasızlık demektir.

Ümmetimizin yaşadığı sabır günlerinde, Allah’ın emirleri arasında kesinlikle dengeleme yapmak zorundayız. Allah yüz defa farz emretmiş, iki yüz defa nafile emretmişse, hikmetlerini kollayacağız ve camide sabah namazı kılmanın yerine hiçbir şeyi oturtmayacağız. Ne emrettiyse Allah, onu yapacağız. “Ben namaz kılamıyorum, onun yerine Afrika’ya bir tır erzak göndereyim.” diyen aldanır. Çünkü bu kaos ortamında İblis’in tuzaklarından biri de “Onu boş ver, bunu yap.” dedirtmektir.

Muhammed aleyhissalatu vesselam, böyle zor bir dönemde İslam’ın devletini kurdu, aileyi ikinci plana atmadı. Ölümcül bir savaşa giderken bile hanımlarını yanında götürdü. Onun ümmeti, tarihin bir döneminde, zorluk yaşıyor diye ailesini ikinci plana atamaz. Ailesiyle meşgul olurken cihadı ihmal etmediği gibi Peygamberimiz, ümmeti de ihmal edemez. Cemaatle namazı ertelemedi, ümmeti de erteleyemez.

Müslümanlık bir blok dindir. Marketten seçme yapıp aldığın gibi İslam’ın içinden seçip alamazsın. Bu sıkıntılı  zamanların  başımıza  açacağı  en  büyük  sıkıntı,  Allah’ın  emirleri  ve  yasakları  arasında,  kul olduğumuz hâlde tercih yapma hastalığıdır. Faiz, kıyamete kadar lanetli ve gökleri yere indirecek bir konudur. Zina öyledir. Kumar öyledir. Suriye’yi, küfür baştan sona perişan ettiğinde ne hissediyorsam; namaz kılan bir mü’min, dükkânını bankaya kiraya verdiğinde on katını hissediyorum. Eğer biz, alkol-kumar-faiz veya diğer haramlardan birinin işleneceğini bildiğimiz hâlde dükkânlarımızı kiraya verebiliyorsak, Suriye’yi kim bu hâle getirdi, diye sorma hakkımızı kaybettik demektir. Çünkü Allah, Kur’an’ında, eğer faize bu desteği verirseniz Allah’la ve Peygamberiyle savaşmış olursunuz, buyurdu. Bu savaşa girdikten sonra Suriye düşse ne olur, Türkiye’nin güneyi düşse ne olur, kuzeyi düşse ne olur.

Patlayan bombaların ve kaybolan huzurumuzun aslı faizde aranmalıydı, zinada aranmalıydı. Elli senelik “Bismillahirrahmanirrahim”siz okulların akıbetini nasıl unuttuk? Bu koca akıbeti nasıl yok saydık? Derse besmeleyle başladığı için sürülen öğretmenlerin olduğu bir toplumda yaşıyoruz biz. Eğer şimdi düzelmiş bir şeyler varsa onun sonuçları da önümüzdeki elli senede görülür. Ümmet, hele eski birikmiş gazıyla bir patlasın bakalım, kolay olur muydu camilerin dibine Allah’la savaşma simgesi olan faizli bankaların kurulması?

Allah, Ğafûr ve Rahîm’dir, kullarına rahmetiyle muamele buyuruyor, bebeklere acıyor ve secdeyi-rükûyu hakkıyla yapan kullarına acıyor da bize hak etmediğimiz kadar rahmet gösteriyor ümmet-i Muhammed olduğumuz için. Belki de Efendimiz aleyhisselama, “Sen içlerinde iken (Habîbim), Allah onları azâblandırıcı değildi.” buyuran ayet, Kur’an’da var olduğu için gökler başımıza düşmüyor. İnşallah da Rabbimizin bu ayeti, Rasûlullah’ın sünnetiyle yaşayacağım, diyen gençlerde tecelli eder de bize azap etmez Rabbimiz.

Bu dönemde herkes, iki şeyi Kâbe gibi, Mescid-i Aksa gibi, Haceru’l Esved gibi korusun:

1-   Mü’min kardeşliğimiz. Hiçbir ırk bizi ezemez. Hiçbir maddî değer, mü’min kardeşimizi ezemez.

Kardeşim için bir fedakârlık yapılacaksa o fedakâr benim. O yapmasa da ben fedakârlık yaparım, diyen anlayıştır mü’min basireti. Ben bozan değil koruyan olayım; kim bozarsa bozsun. O yapmamıştı, ben niye yapayım; mü’min anlayışı değildir. Öyle olunca Allah için yapmamış oluyorum kardeşliği.

2–   Herkes evini, eşini, çocuklarını ve evinin fizikî boyutunu Kâbe gibi kabul edecek. Anahtarını içeriden kapatıp yattığımız yuvamız, kıblegâhımızdır. O standarttan asla taviz vermeyeceğiz. Evlerimizden fedakârlık yapamayız.

Canımız Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem bize önceden haber vermişti: Ebu Davud’un ve Tirmizî’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz, Mekke’nin fethedildiği ve İslam devleti olduğu Medine’de ashabına buyurdu ki: “Sizin önünüze sabır günleri gelecek. O gün sabretmek, avucun içinde ateş taşımak kadar zor olacak.”

Sizinle birlikte bir ayeti tefekkür etmek istiyorum. Bakara suresinin 156. ayetini hepimiz biliyoruz. Cenaze namazı kıldığımızda tabutun üzerinde yazıyor. Hoca efendiler de depremlerde, selde, trafik kazalarında okuyorlar.

Tefekkür de ibadettir. Geliniz, sabır günlerinde bu ayeti tefekkür edelim:

الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُم مُّصِيبَةٌ قَالُواْ إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعونَ “Başlarına bir sıkıntı geldiğinde mü’minler, “İnnâlillâhi ve innâ ileyhi râciûn” (Biz Allah’tan geldik, Allah’a gidiyoruz.) derler.” Yani “güzergâhta olur bu tip işler.”

Ali Efendi! Baban vefat ettiğinde ne diyeceksin? “إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعون”

Ayşe Abla! Çocuğu iki yaşında öldü. Doktorlar “Başın sağolsun” dediler, ne diyeceksin?  “إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعون”

Ey Aliler, Ayşeler!  Suriye’miz düştü, Kudüs’ümüz gitti, gençliğimiz uçurumdan yuvarlanıyor. Ne diyeceğiz? “إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعون”

Birimizin başına bir musibet geldiğinde Allah’a sığınıp “Allah’tan geldik, Allah’a gidiyoruz.” diyeceğiz. Bir buçuk milyar ümmetimiz kahır altında sabrı ve çileyi yaşarken Allah’a sığınmayacağız da kime sığınacağız biz? Rabbimize sığınacağız. Rabbimizden başka kapımız yoktur. “Ey Rabbim! Yoktum, hiç yoktum, babam da yoktu, çamurdan babamı ve ondan da Havva anamı yarattın. Bir gün yine yok edeceksin, sonra yine huzurunda toplayacaksın, ha bugün ha yarın. Sen ne dilediysen odur, haktır ve güzeldir, teslim olduk. Yüreğimize serinlik indir, İbrahim’e indirdiğin rahatlıktan bize de indir, Yunus’u balığın karnında boğmadın; bizi de bu sokaklarda boğma ya Rabbi.” der, rahat ederim.

Oturup matem tweeti atmam. Beni kahredenin görüntüleriyle kahrımı artırmam, ümmet olarak إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعون seviyesine doğru hızla yükselirim. Varsa yoksa Allah’ımız var, varsa yoksa Peygamber’imiz var, varsa yoksa Kur’an’ımız var, Kur’an’ımızın şeriatı var. Dünya çöker ve yıkılır; ben yüreğimde İslam’ın devletini kurarım, ailemde onu yaşar ve yaşatırım. Dirilirken de ilk İslam devletini kuran Musab bin Umeyr radıyallahu anh ile beraber diriltir Allah beni. Böyle iman ediyorum. Rabbime güveniyorum. Rahmetine sığınıyor ve umudumla yaşıyorum.

Ben ümmet-i Muhammed’im ve sabır günleri yaşıyorsam çilem dolacak demektir. İsrafil üfürecek sura bir gün ve “Ey insanlığın son umudu! Ey ümmet-i Muhammed! Çile bitti, cennet geldi.” diyecek. O güne kadar düşük yapmamaya çalışıyoruz. Çünkü vakti gelmeyen doğum sakıncalıdır.

Suriye düşmedi. Irak düşmedi. Kudüs düşmedi. İstanbul’a bir şey olmadı. Allah’ın kaderi yaşanıyor. Ol, dedi ve oluyor; olma, dese hiçbir şey olmazdı. Faize, alkole izin verilmeseydi, Allah da bu toprakları halifesiz bırakmayacaktı. Hilafet merkezi, keyif ve sefa merkezine dönünce Allah, şımaran kullarını bir süre terbiye etmeyi murat etti. Akıllandık ya Rabbi, dediğimiz gün Allah, rahmetini geri gönderecek, ümmet olarak yeniden aziz olacağız.