İçeriğe geç
Anasayfa » SAHABE VE CİHAD

SAHABE VE CİHAD

Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih. Mü’minleri (bunlarla) müjdele. Ey iman edenler! Allah’ın yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu İsa, havârîlere: “Allah’a (giden yolda) benim yardımcılarım kimdir?” demişti. Havârîler de, Allah (yolunun) yardımcıları biziz, demişlerdi. İsrailoğullarından bir zümre inanmış, bir zümre de inkâr etmişti. Biz de iman edenleri, düşmanlarına karşı destekledik böylece üstün/galip geldiler.[1]

Sahabe (r.anhüm), hayata, bu âyet-i kerimenin gereği sonsuz olan ahireti yani cenneti kazanmak için, ticaret gözüyle bakmış. Ticaret, alış-veriş demektir. Allah Teâlâ’nın bizden istediği, geçici dünya hayatında iman ve cihad; verdiği ise cehennemden kurtuluş ve ebedî adn cennetleri. Ancak sahabe bu âyet-i kerîmelerle bu iman ve cihad davasının lideri Peygamber (s.a.v) Efendimiz’i desteklemek gerektiğini anladılar ve gereğini de yerine getirdiler. Sonunda Allah Teâlâ, Hz. Îsâ aleyhisselam ve havarilerini galip kıldığı gibi Rasûlullah’ı (s.a.v) ve sahabeyi de düşmanlarına karşı galip kıldı. Çünkü sahabe, Allah’ın “Eğer siz Allah’a (dinine) yardım ederseniz (Allah da) size yardım eder”[2] vadine inanıp güvenmiştiler.

  Sahabenin fotoğrafını çektiğimiz zaman, ehl-i sünnet ve’l-cemaatin temelini oluşturan cemaatten ayrılmadıklarını, Kur’ân-ı Kerîm’in hayat haline geldiği sünnete akıllarını tâbî kıldıklarını, Kur’ân ile çok içli dışlı olduklarını, hayatın merkezi olan mescidlerin hem maddî hem manevî imarına çalıştıklarını ve özellikle mallarıyla ve canlarıyla İslam’ı hâkim ve galip kılmak maksadıyla cihad ettiklerini görürüz.

  Sahâbe-i kirâmdan Mekkeli mü’min muhacirler, hayat boyu iman ve cihad ettiklerini, Mekkeli müşriklerin her türlü işkence ve baskılarına rağmen imanı ve imana göre ameli tercih ederek, Rasûlullah’ı (s.a.v) desteklemek için hicret ederek, çağrılan savaşlara katılarak ispat ettiler. İşte muhacirlerin bu özelliklerini Allah Teâlâ şu âyet-i kerîme ile ifade buyurmuştur:

“Mü’minler ancak Allah’a ve Rasûlüne iman eden, sonra şüpheye düşmeyen, sonra da mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad eden kimselerdir. İşte onlar sadık olanların ta kendileridir.”[3]

Ensar olan sahabe de Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e ve muhacirlere gönüllerini ve evlerini açtılar, Efendimiz’i (s.a.v) malları ve canlarıyla korudular ve bütün savaşlara katıldılar.

İman, tasdik demektir. Allah Teâlâ’yı, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’i ve Onun Allah’tan getirdiği şeyleri tasdik demektir. Sahabe, kalplerinin tasdik ettiğini, dil ile ikrar, bedenle de emredilenleri tatbik ediyorlardı. Cihad, hem kalp hem dil hem de el ile yapılan kâmil iman alametidir.

Cihadın Lügat ve Istılah Manası

a. Lügat Manası: Cihad, cehd kökünden gelir. Bir konuda ciddi olmak, mübalağa etmek, takatin sonunu harcamak manasınadır.[4]

b. Istılah Manası: Cihad; gücü kâfirlere karşı savaşta sarf etmek; hak dine davet etmek, daveti kabul etmeyenlerle savaşmak; nefse, şeytana, kâfir ve fâsıklara karşı mücâhede etmektir.[5]

Nefse, Şeytana, Kâfir ve Fasıklara Karşı Mücâhede:

a) Nefse karşı mücâhede; önce din işlerini öğrenmek, sonra onunla amel etmek, sonra da onu öğretmeye gayret etmektir. İşte hadîs-i şerîf: “Mücâhid nefsiyle cihad edendir.”[6]

b) Şeytana karşı mücâhede; şeytanın verdiği şüpheleri ve süslediği şehevî şeyleri defetmeye gayret etmektir. Delil şu âyet-i kerîmedir: “Şüphesiz şeytan, insana apaçık bir düşmandır.”[7]

c) Kâfirlere ve fasıklara karşı mücâhede: Delili şu âyet-i kerîmedir:

“Şüphesiz kâfirler size apaçık düşmandırlar.”[8]

Kâfirlere ve fasıklara karşı mücâhede vasıtaları; el, mal, lisan, silah ve kalptir. Bunların her birinin hükmü kendi şartlarına göredir. Çünkü hükümleri şartlar belirler. Sadece kalp ile olan yerde dil ile cihada, sadece dil ile olabilecek yerde de el ile cihada cevaz verilmez.

Kalp ile cihad, avam için farz-ı ayn; dil ve kalple birlikte cihad, ulema için farz-ı ayn; el ve kalple cihad, devlet için farz- ayndır.

Avam, küfre ve şirke buğzeder, Allah’ı, Rasûlullah’ı (s.a.v), Onun (s.a.v) Allah’tan getirdiklerini tasdik eder; ulema, dil ile küfrü şirki iptale çalışır, İslam’ı ispata ve tespite çalışır, devlet de el ile küfrü, şirki ve Allah’a isyanı mahkûm edip İslam’ı hâkim kılmaya çalışır.

Cihadın Dindeki Yeri:

Rasûlullah (s.a.v), cihadın dindeki yeri hakkında şöyle buyurmuştur:

 “İş (din)in başı İslâm (teslimiyet), direği namaz, zirvesi cihaddır.”[9]

Binada çatı, nasıl binayı korursa, cihad da Müslümanları, küfür ve şirkten, isyana düşmekten, düşmanların itikadî ve iktisâdî istilasından korur. Çatının binayı koruduğu gibi, cihad da dini, aklı, nesli, nefsi, malı korur.

Cihad, bütün insanlığın müşterek haklarını kullanabilmesi, Hakk’ın hâkim olması ve dünya barışı için gayret etmektir. Bu manada cihad hem barış hem de savaş döneminde devamlı olarak yapılır. Bu sebeple cihad her zaman gereklidir ve savaştan daha kapsamlıdır. Bu ümmetin seçiliş sebebi de aslında cihaddır. Delili de şu âyet-i kerîmedir:

“Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin. Sizi (cihad için) O (Allah) seçti. Üzerinize dinde bir güçlük de yüklemedi, babanız İbrahim’in dini gibi. Bundan önce de, bu Kitab (Kur’ân)’da da size Müslüman adını O (Allah) taktı ki, Peygamber, size karşı şâhit olsun. Siz de bütün insanlara karşı şâhitler olasınız. Artık namazı dosdoğru kıl(maya devam ed)in, zekâtı verin, Allah’a sarılın ki, Mevlanız ancak Odur. Ne güzel Mevla O!.. Ve ne güzel yardımcıdır O!..”[10] 

Cihad denilince sadece savaş anlayan yanlış anlamıştır. Delili de şudur: Rivayet olunur ki Hz. Hasan (r.a), Hacc Sûresi’nin 78. âyetini okumuş ve şöyle demiştir: “Adam, Allah uğrunda cihad eder, hâlbuki bir kılıç vurmamıştır.”[11]

Cihadda savaş yoktur diyen de yanlış anlamıştır. Çünkü cihad hem kalp, hem dil, hem de beden ile yapılır.

Cihadın Kısımları:

a. Kalp İle Cihad: Kalp ile küfrü ve şirki reddetmektir.

b. Dil İle Cihad: Bâtılın iptaline, hakkın ispat ve tespitine dil ilegayret etmektir.

c. Beden İle Cihad: Hakk’ın hakimiyeti için bütün gücü ile mücadele etmek, gerektiğinde müdafaa harbi, gerektiğinde taarruz harbi ile savaşmaktır. 

Kalp, dil ve beden ile cihada şu hadîs-i şerîf delil teşkil eder:

Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

Benden önce Allah’ın gönderdiği hiçbir peygamber yoktur ki o peygamberin ümmetinden havârîleri (yardımcıları) ve sünnetine uyan, emrine tâbi olan ashabı olmasın. Sonra onların ardından, yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadıkları şeyleri yapan bir takım kötü nesiller ortaya çıkar. İşte kim bunlara karşı eliyle cihad ederse o, mü’mindir. Kim onlara karşı dil ile cihad ederse o, mü’mindir. Kim onlara karşı kalbiyle cihad ederse o da mü’mindir. Fakat bunun ötesinde imandan bir hardal tanesi (kadar bile) yoktur.[12]

Cihadın en azı kalp ile yapılan cihaddır. Eğer kalbiyle cihad etmez yani kalbi ile küfür ve şirki reddetmezse, haramların haram oluşunu, farzların farz oluşunu kabul etmezse o kimse mü’min değildir. Demek ki kalbin cihadı imandır.

Dil ile cihad, beden ile cihaddan daha üstündür. Zira Mekkî bir sûre olan Furkan Sûresi’nde Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Kâfirlere itâat etme! Onlara karşı o (Kur’ân) ile büyük bir cihad yap!”[13]

Dil ile cihad eden mü’min, dilin cihadı ile insanları âciz bırakan mucize olan Kur’ân-ı Kerîm’i, davasında ve şahsiyetinde açığı olmayan Rasûlullah’ı (s.a.v) tanıtarak hidayete vesile olabiliyor. Elbette hidayete vesile olarak insanın kurtuluşuna vesile olmak üstün olandır. İşte bundan dolayı dil ile; ilim ve tebliğle; hal diliyle; salih amel işleyerek, iyilik ederek, ikram ederek, yapılan kötülükleri af ederek hidayete vesile olmaya çalışmak gerekir.

Cihad Dönemleri:

Peygamber (s.a.v) Efendimiz de sahabe de bütün hayatı iman ve cihad olarak değerlendirmişlerdir. Cihad; hakkı, Kur’ân ahkâmını hayata hâkim kılıp devamını temin etme gayreti olduğuna göre, elbette bütün hayatlarında da hakkı ve Kur’ân ahkâmını hâkim kılma ile meşgul olmuşlardır. Savaşı kazanan komutan sadece kendi ile değil askeri ile birlikte kazanmıştır. Dil ve el ile cihadda Peygamber Efendimiz’in rolü elbette çok büyüktür, ancak ashabın da emeği büyüktür.

Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de dünya hayatını ticaret hayatına benzetmiş,[14] alış-verişte cennet karşılığında mal ve can istemiştir.[15] Bu canı ve malı Allah yolunda cihadda sarf ederse hem bu dünya hem ahiret, cennet olacak demektir.

Sahabe, ahireti dünyaya, şehid olmayı yaşamaya tercih etmişlerdir. Savaş alanlarında şehadeti aramışlar, şehadeti canlarına minnet bilmişler. İşte bu anlayış yaşamayı ölmeye tercih edenlere karşı Allah’ın lütfu ile galip olmaya sebep olmuştur. Sahabe savaş esnasında daima kardeşlerini kendilerine tercih etmişlerdir. Âdeta kardeşine “ben öleyim sen yaşa!” diyor;  ben şehid olayım ki İslam galip olsun, anlayışında idiler. 

a. Mekke dönemi:

aa. Kalple cihad (gizli davet); (Hıcr, 15/85; En‘âm, 6/106).

ab. Dil ile cihad (açık davet); (Nahl, 16/125; Furkân, 25/52).

b. Medine dönemi:

ba. El ile cihad (müdâfaa harbi); (Hacc, 22/39).Bedir, Uhud ve Hendek savaşları savunma amaçlıdır.

bb. El ile cihad (taarruz harbi); (Bakara, 2/193; Tevbe 9/14, 15, 29). Mekke fethi ve sonraki savaşlar taarruz amaçlıdır. Mekke fethi birkaç çatışma hariç tutulursa silahsız fethedildi denilebilir.

Barış Dönemi:

İslâm’da savaş değil barış esastır. Zira barışta huzur vardır. Bu konuda şu iki âyet-i kerîmede Allah Teâlâ:

“Sizinle din hususunda muharebe etmemiş, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış olanlara iyilik yapmanızı, onlara adaletli davranmanızı Allah size yasaklamaz. Çünkü Allah (kime olursa olsun) adalet yapanları sever”[16]buyurmuştur.

“Allah, sizi ancak din hususunda size karşı savaş yapan, sizi diyarınızdan çıkaran ve çıkarılmanıza arka çıkmış olanlara dostluk etmenizi size yasaklar. Kim onları veli (dost) edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir”[17] buyurmuştur.

Bu iki âyet İslâm’ın devletlerarası hukukunun ve münasebetlerinin esaslarını tayin eden iki önemli kural olması itibariyle ayrı bir önem taşır. Bu âyette “…Çıkarılmanıza arka çıkmış olanlar” kaydının burada ifade edilip de bir önceki âyette açıkça belirtilmeden mananın delâletine bırakılmasında bir nükte aramak gerekir. Allah bilir ya, bu nükte, düşmanlara yardımda bulunan kimselerle münasebeti kesmede acele etmeyip önce yardımdan vazgeçirmek için mümkün olabilen siyâsî teşebbüslere imkân tanımaktır.[18]

Bu âyet-i kerîme arada dostluk kesilmiş olsa bile müşriklerle Müslümanlar arasında karşılıklı iyi ilişkilerde bulunmanın, iyilik yapmanın caizliğine delâlet eder.[19]

İslâm barış dinidir. Hakk’a saygı, halka sevgi prensibine dayalı bir sistemdir. İslâm bütün dünyaya sistemini hâkim kılmak ister. İslâm, insanların bütününü Allah’ın sancağı altında birbirleriyle tanışan birbirlerini seven, ilim ve irfanda yarışan kardeşler haline getirmek ister.

Savaşın Temennî Edilmemesi:

Rasûlullah (s.a.v), savaşı temennî etmemiş ve ashabına şöyle buyurmuştur:

 “Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin; ama onlarla karşılaştığınız zaman da sabredin!”[20]

Bir başka rivayet de şöyledir:

“Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyin. Allah’tan âfiyet isteyin. Onlarla karşılaştığınız zaman da sabredin. Bilin ki, cennet kılıçların gölgeleri altındadır.”[21]

  İslâm’da barış isteyene karşı çıkılmaz.

Bu konuda şu ayette Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“…Artık onlar bir tarafa çekilirler de sizinle vuruşmazlar ve barışı size bırakırlar (anlaşma teklifinde bulunurlar)sa o halde Allah onların aleyhinde sizin için (saldırıya) bir yol bırakmamıştır.”[22]

Bu ilâhî hüküm, İslâm’ın temel sistemine zıt olmadıkça imkân bulduğu her durumda İslâm’ın barışı tercih ettiğine delildir. 


[1] Saf, 61/10-14.

[2] Muhammed, 47/ 7.

[3] Hucurât, 49/15.

[4] Sa‘dî Ebû Ceyb, el-Kâmûsu’l-Fıkhî, s. 70-71.

[5] Sa’dî Ebû Ceyb, a.g.e, s. 70-71.

[6] Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 20-22.

[7] İsrâ, 17/53.

[8] Nisâ, 4/101.

[9] Tirmizî, Îmân, 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 231, 237.

[10] Hacc, 22/78.

[11] Yazır, M. Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, c. V, s. 3423.

[12] Müslim, Îmân, 80; Buhârî, Îmân, 15, Rikâk, 35, 51, Fiten, 13, Tevhîd, 36. 

[13] Furkân, 25/52.

[14] Saff, 61/10-14.

[15] Tevbe, 9/111.

[16] Mümtehıne, 60/8.

[17] Mümtehıne, 60/9.

[18] Yazır, M. Hamdi, a.g.e., c. VII, s. 4906.

[19] Kâsımî, Mehâsinu’t-Te’vîl, c. XVI, s. 120.

[20] Müslim, Cihâd, 19, 20; Buhârî, Cihâd, 112, 156; Ebû Dâvûd, Cihâd, 98.

[21] Müslim, Cihâd, 20; Ebû Dâvûd, Cihâd, 98; Ahmed, II, 323.

[22] Nisâ, 4/90.