İçeriğe geç
Anasayfa » ŞAHSİYYET ve İZZET

ŞAHSİYYET ve İZZET

                Bugün, “kimlik” kelimesiyle ifade edilen “şahsiyet”i, milli kültür oluşturur. Milli kültürün ise, temel taşı DİN’dir. Doğrular, yanlışlar, ahlâkîler ve gayr-ı ahlâkîler hepsi din kaynaklıdır. Örf ve âdetler, telakkiler, tarih şuuru ve cümlesinin; geriye doğru uzanıldığında o milletin dinine istinad ettiği bilinen bir gerçektir. Zira ilk insan hemen dine muhatap olmuş ve ona varlıkların isimlerini bile din yani ALLAH (cc.) öğretmiştir.[i] Öyleyse, günümüzde dinle tezat teşkil ettiğine şahid olduğumuz örf ve âdetler, zaman içerisinde dinden uzaklaşmanın sonucunda, din dışı kalmışlar ve temiz asliyyetlerini yitirmişlerdir.

Tahrifsiz din ve örf, gerçek şahsiyet oluşumunun kapısını açar. Bu sebeple, şahsiyet oluşumunun temeli Peygamberlere dayanır. Onlar Rabbanî eğitimle şahsiyetlerini kazanmışlardır. Kur’an- Kerim’de “üsve-i hasene” (en güzel numune-i imtisal) olarak ifade buyurulan[ii] Rasûlullah (sav.) Efendimiz’in mübarek şahsiyetidir. Bu durumda çok rahat bir şekilde ifade edebiliriz ki; gerçek şahsiyet önderleri Peygamberlerdir. En sonuncusu, bütün coğrafyaların ve gelecek bütün tarihi dönemlerin şahsiyet önderi; Hazreti Muhammed Mustafa’ (sav.) dır.

Şu halde şahsiyet meselesi bir iklim ve eğitim meselesidir. Nebevî iklimde ve Peygamber eğitiminde olursa, gerçek İslâmî şahsiyet ve kimlik teşekkülü garanti altına alınmış olur. Bugün Nebevî iklimin gerçek manada oluşması imkânsız ise de, Kitap ve Sünnet’e olabildiğince bağlı kalmak üzere oluşturulacak bir iklimde, şahsiyeti kıvama ermiş Müslümanların yetişmesi imkân dışı değildir.

Şahsiyet teşekkülünde; masumiyetin çok önemli bir yeri olduğu gibi, örnek şahsiyetin insan olması, misalin teoriden değil pratikten verilmesi, fevkalade mühimdir.

Cemiyetin önüne şahsiyet örneği olarak koyabileceklerimizden ikincisi; Rabbimizin “Allah’tan hakkıyla ancak ilim sahipleri korkar.”[iii] buyurduğu, âmil, muttakî ve salih âlimlerdir. Yani bizim dünyamızın önder ve rehber olabilecek örnek şahsiyetleridir ki; bugün çok ihtiyaç duyduğumuz, buna karşı da bulmakta çok zorlandığımız kimselerdir.

Şahsiyet, izzet ve onuru, itimad-ı nefsi (özgüveni)  ve saygınlığı beraberinde getirir. Şahsiyet; sahibine itibar ve hürmet kazandırır, sevgi ve ilgiye sebep olur. Şahsiyetli kimsenin, sözü dinlenir, kendisinden çekinilir. Hizmet sahası genişler ve ufku açık olur.

Şahsiyetin gelişme ve korunması, yardımlaşma, dayanışma ile yakından alakalıdır. Yalnızlık gevşetir ve za’f meydana getirir. Yani, şahsiyet sahipleri mücadelelerinde yalnız kalırlarsa, insan olmaları hasebiyle ümitsizliğe düşüp bir kenara çekilebilecekleri gibi, herkes deli de ben mi akıllıyım diyerek çizgilerini koruyamayabilirler. “Marifet iltifata tâbidir, müşterisiz meta zayidir.” demiş eskiler… Bu sebeple hem şahsiyetliler dayanışması hem şahsiyet mücadelesi verenleri sahiplenmek kaçınılmazdır.

Dünya sevdası, yani; para makam, itibar, lüks hayat, rahat ve ikbal düşkünlüğü; şahsiyet törpüleridir. Bunlar, doyumu olmayan nesneler olduklarından, bunları hedefleyenlerden şahsiyet sahipleri yetişmez.

Şahsiyet geliştirmenin ilacı; ölümü ve ahireti bol hatırlamadır. Dünya ve dünyalıkları hiçlemedir. Fâni emeller yerine kalıcı hedeflere yönelmedir. Dünya hayatında mücadele, fakr ve çileyi göze almadır. İslâmî şahsiyetinin gereğini ifa ederken ayıplanmayı önemsememektir.

Şahsiyet noksanlığı; batıllara tavize, batıla hak kisvesi giydirmeye ve aşağılık kompleksine sebep olur. Kendini ve değerlerini inkâra götürür. Birilerine yaranma uğruna temel değerlerinden istifa onursuzluğuna müeddî olur. Eziklik, temel davranış biçimi haline gelip, özgüven erir gider. Milletlerarası platformlarda varlığı ile yokluğu eşit hale gelir. Davasını ve hakkını savunamaz. Batıllardan medet ummayı âdet haline getirir. Fikrini ve tezini savunurken, kendi kaynaklarını bir kenara bırakıp, imanının ve cevherinin düşmanlarına atıflarda bulunur. Ciddi bir hizmet konusu karşısına çıktığında tereddüt gösterir. Allah’la ve Müslümanlarla mutabakat arayacağına, evhamlarının güç haline getirdiği kof güç odakları ile mutabakat (uzlaşma) arar. Bir Müslümanın vazgeçilmez önceliği olan; “Allah’ı memnun etmek” yerine, şaşkın kulları memnun etmeye çalışır. Rabbimiz, Müslüman şahsiyeti ; “ayıplayanların ayıplamasına aldırmaz” diye tarif buyururken[iv] o, Hak’tan nasiplenememiş kulların tenkit ve ayıplamasına muhatap olmamak için, kimliksizleştiğine onları inandırmaya çalışır. Muhalifleri kendisine İslâmî kimliği yakıştırdığı halde o, kendisini bir takım “-cıcı ve  -cici”liklerle irtibatlandırmaya gayret gösterir.

Şahsiyetle izzet arasında doğrudan bir münasebet vardır. Yani, ne kadar şahsiyet o kadar izzet demektir. Onur ve izzeti arayanlar, şahsiyetlerini bulmaya ve ona sahip çıkmaya çalışmalıdırlar. Yıllardır kaybettiğimiz İslâmî ve millî onurumuza; şahsiyet ve kimliğimiz kıvamını bulmadıkça kavuşamayız. Bütün kayıplarımızda olduğu gibi bu konuda da yitiğimizi yanı başımızda arayacağız. Şahsiyeti kıvama ersin isteyenler, kaybettiği gerçek kimliğin peşinde olanlar, izzet ve onur arayanlar, bunları ancak; Allah’ın Kitab’ında ve Rasûlullah’ın Sünnet’inde bulabileceklerdir.[v] Kendi dünyamızı kurmaya ve kendi şahsiyet iklimimizi oluşturmaya mecburuz. Yalnızlık, ümidsizlik ve gurbet düşüncesinden sıyrılıp, tek başımıza da kalsak, Hak yolda yürüme azmimizi güçlendirecek ve daima diri tutacağız.

İçerisinde yaşadığımız ortamda en büyük problem şahsiyet problemidir. Müslüman, kendini inanmadığı şeylerle, İslâm düşmanları da kendilerini inkârcılıklarını gizleyerek ifade etmektedirler. Yani, şahsiyetli olsalar, birisi “Müslümanım ve İslâm istiyorum.” deme şahsiyetini gösterirken, diğeri ; “Ben de İslâm’a karşıyım.” diyebilme dürüstlüğünü gösterebilse; bütün tıkanan yollar bir anda açılacaktır.

Şu bir gerçektir ki; milletimizin şahsiyet ve kimlik kaybının tarihi sebepleri vardır. Bunun başında; tarihinden ve millî (ki İslâmî manasınadır) kimliğinden sistemli bir şekilde uzaklaştırılması gelmektedir. Kanunla, dipçikle, sürgün ve hapisle hatta icabında darağacı ile benliğini inkâra zorlanmış hangi hür ve bağımsız ülke vardır? Kılığı kıyafeti, kutsalları ve dokunulmazları, nasıl düşüneceği, neleri doğru ve neleri yanlış kabul edeceği ve hatta nasıl eğleneceği, mevzuatla tespit olunmuş bir milletin, kimlik aşınmasına maruz kalması kadar tabii bir şey olamaz.

İçki içmenin, dans etmenin, çıplaklığın ve hatta 9.senfoniyi izlemenin çağdaşlık göstergesi olduğu ikinci bir ülkeden haberi olan var mı acaba?

Evet, İslâmî şahsiyetimiz ve millî kimliğimiz, ısrarla ve inatla yok edilmeye çalışıldı ve çalışılıyor. Ancak, erimemenin ve bitmemenin çareleri de vardır:

Kulluk sadece Allah’a olur. O’na kul olanlar; kullara ve dünyalıklara köle olmazlar. Fâni dünya nimetleri yerine, ebedî Cennet nimetlerini tercih ederler.

                   Bir Müslüman için öncelikli hedef; kulların memnuniyeti olmayıp, Allah’ın hoşnutluğudur. İlk mutabakat da, son mutabakat da O’nunla olacaktır.

                   “Yaptıklarımıza herkes aferin desin” den yola çıkanlar, önce ölçüyü kaçırırlar, daha sonra gerçek dostları kaybederler. Sonunda da, kendi kimliklerini yitirirler. Gürültücü çoğunluk hiçbir zaman hakikatin ölçüsü değildir.

                  Haklarımızı kimse bize oturduğumuz yerde, gelip teslim edecek değildir. Hak arama ve hak alma mücadelesine ara vermeksizin devam edilecektir. Görünen gerçek şu ki; “hak”, kendini saklayarak ve inkâr ederek değil, savunarak ve sebat göstererek kazanılmaktadır.

                     Dünya ve dünyalıklar, fanidir ve aldatıcıdır. Bunlar bizim gayemiz olmayıp, zarurî vasıta ve araçlardır. Onlar için koşuşturacak değiliz. Biz onları istihdam edip, kullanacağız, onlar bizi değil…

                      Allah (cc.) rızasını gözettiğimiz çabalarımız, asla boşa çıkmayacaktır. Kullardan takdir ve övgü bekleyecek değiliz. Vadeli ahiret ücretini, peşin dünyalığa tercih ederiz.

                      Allah bize tâ ezelden beri “Müslümanlar” adını vermiştir.[vi] Bunu kimseden saklamayacağımız gibi, başka isimler peşinde de olamayız. “Neysek o” olduğumuzu cümle âlem bilmelidir.

                       Taviz kapısı sonuna kadar kapalıdır. İmanımıza ve mukaddesatımıza yapılan hücumları yutkunarak geçiştiremeyiz. Her saldırgan bizden icab eden cevabı alır. Taviz, hayrın önünde engel ve şer için cesaret kaynağıdır.             

                       Herkese ve her kesime nasıl davranacağımızı, hangi kelimelerle hitab edeceğimizi iyi bilmeliyiz. Sevgi, saygı ve hoşgörü gibi ciddi konuları sulandırmamalıyız. Müslüman kimliğimizle bizi sevmeyenlere ve saygı duymayanlara, bizim de kendilerini sevmediğimizi ve asla saygı duymadığımızı, rahatlıkla söylemeliyiz.

                       Batıllardan ve muhaliflerimizden medet umma veya hak tezimiz için onları şahit kılma zilletine düşmemeliyiz.                       

                        Bir Müslümana :“Şöyle yaparsam ne derler, böyle davranırsam ne söylerler?” gibi haysiyet ve onur kırıcı, evham kaynaklı düşünceden hareket etmek yerine; “ALLAH (cc.) , yapmayı düşündüklerimden razı mı, değil mi?” nin muhasebesine göre yön belirlemek yakışır. Böyle yapılırsa, roller değişecek ve kara kara düşünmek; kimliksizlere düşecektir.

                       Müslümanlar, İslâmî şahsiyetlerine ve gerçek kimliklerine kavuştuklarında, izzete yani onurlu bir hayata da kavuşacaklardır. Çünkü şahsiyet; izzeti, izzet de; şeref, onur ve itibarı getirecektir.

 

[i] Bakara, 2/31

[ii] Ahzâb, 33/21

[iii] Fâtır, 35/28

[iv] Mâide, 5/54

[v] Münafikûn, 63/8

[vi] Hac, 22/78