İçeriğe geç
Anasayfa » SEBATSIZ KARİYER HESAPLARI YA DA TEPEDE KAÇ KİŞİ KALDI?

SEBATSIZ KARİYER HESAPLARI YA DA TEPEDE KAÇ KİŞİ KALDI?

Hangi tepeden bahsediyoruz, sebat/sabır gibi, seküler hayatımızı şekillendiremeyen önemli bir kavramı kim paranteze alarak kendi istediği düzleme koyabilir ki gibi sorulara en azından başlığın hakkını vermek adına cevap aramaya çalışacağız. Bu cevapların doğrudan bir muhatabı olmasa da dolaylı muhatapları ve doğrudan hedefleri var. İtiraf gibi gelebilecek bu ifadeler metnin bir iğneleme ya da münakaşa için değil bir “muhasebe” için yazılmaya çalışıldığına özellikle vurgu yapmak için söylenmiştir. Şu durumda böyle bir muhasebeye ihtiyaç olmadığını düşünenlere yönelik herhangi bir hadsizliğimizin olamayacağını belirtmek isteriz. Onlar için en azından meselenin muhasebeye değer tarafları olduğunu belirtmek de karşılıklı kardeşlik hukukumuzun bir gereği.

Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) hayatının farklı safhalarının önümüze sunduğu/sunacağı imkânları, ona olan imanımızın keyfiyeti şekillendirecektir. Nübüvvet hayatının önemli safhalarından biri olan Uhud savaşının belki de en dikkat çekici kısmı “okçular” ve onların yerlerini terk etmesi sonucu karşılaşılan bazı hadiselerdir. Bir bütün olarak bildiğimiz bu hadisenin tarihin bir döneminde bir “vakıa” olarak kalmasını ve hatta bir daha yaşanmamasını temenni edebiliriz. Bunu yaparken de yaşanmasına artık imkân olmadığını da söyleyebiliriz. Bunu yaptığımızda bir bütün olarak siyer ilmini ve Hz. Peygamber’in nübüvvet hayatını tarihi bir vakıadan ibaret gördüğümüzün farkında da olmamış oluruz. Çünkü prensip olarak dünyanın ömrünün kalan kısmının ondan izler taşıması/onun miladî 632’den sonraya taşınması açısından bu hadise, sırf tarihin bir döneminde yapılmış bir savaş ve hadiseler de tarihî malumat olamaz. Peygamberin başında bulunduğu ve hakkında ayetler inmiş bir harp hadisesinin böyle olamayacağı aşikâr ortadır.

Belli bir vazife için bir yerde bırakılan, temel görevleri tanımlanmış olan bir grup mü’minin, “Bu iş tamam.” diyerek yerlerini terk edebilmelerinde çok yönlü dersler olduğunu söylemek bile zaittir. Onların yaptıkları bazı şeylerden dersler çıkartmakla, onları yargılamak arasında ciddî farklar olduğu sözün başında belirtilmelidir. Ashab-ı Kirâm’ın bir bütün olarak “razı olunan”, “insanlar için çıkarılmış en hayırlı” nesil olması, böyle bir konumda kendimizi göremememiz için yeterli olmalı zaten. Uhud’da bulunmuş bir sahabî grubu tezkiye edilmeyecekse geriye tezkiyeye layık kim kalabilir ki? Şu durumda derdimiz temiz insanlar hakkında zihin artığı zanlar üretmek değil. Üretilmiş zanlarımız üzerine onlardan hareketle birkaç not düşmek. İstikbal hesaplarımıza maziden bir “sabır/sebat” hatırlatması.

Gözümüze iliştirilen –maalesef bu zahmeti bile artık başkası yapıyor- küçük şeylerin peşine takılmaktan bizi koruyabilecek tek ifade sebat, bize sebatı en güzel anlatan kavram da sabırdır. Sabrımız kadar yol alabileceğimiz ve bazen yerimize çakılırcasına sebat edebildiğimiz kadar varlık gösterebileceğimiz bir çağın çocuklarıyız. Talihsizliğimiz –hakkı verilirse en büyük talihimiz- sabra konu olacak şeylerin çok da dişe dokunur (!) şeyler olmayışı. Karşımıza şöyle bir düşman çıksa ne kadar mücahit olduğumuzu (!) gösterirdik elbet. Ama yok ki (!) Hele kitaplarda okuduğumuz kıtlık vb. imtihanlarla biz de muhatap olsak onlar kadar sabırlı olduğumuzu gösterirdik (!) Şimdi bu kadar ilahî nimetin içinde de şükrederek, hamd ederek devam etmek yetmez mi?

Ünlemlere ve soru işaretlerine bakarak bir konum belirlemeden kendi sorularımıza kulak vererek şöyle diyelim:

Karşımızda sabredecek bir şeylerin kalmadığını düşünmek olsa olsa bir zandır. Sabrı da silahlı düşman, kıtlık, doğal felaket ve hastalıktan ibaret görmek, ibretlik bir akıbetin habercisidir. İnsanların rehavetle kaybettiği örnekleri, helâkin insanları uykuda yakaladığını söylemeye ne hacet. Tarihsel yozlaşma dönemlerinin nasıl sonuçlar ürettiğini İslâm tarihinin farklı safhalarında müşahede edebiliriz. Bu kadar zahmetli bir işe girmek istemiyorsak mâni olan zâhiri hiçbir güç yokken, kendi evimizde bizi uyur halde bulan iki rekâtlı sabah namazını kılmamayı alışkanlık haline getirebilmemiz küçük bir misal olarak yeterlidir. Çünkü o vakitte, bizi namazdan alıkoyabilecek “rahatlık”tan başka hiçbir şey yoktur.

“Rahatlık” ve her işte afiyet, arzu edilebilir ve hatta temenni edilmesi gereken bir şeydir. “Düşmanla karşı karşıya gelmeyi arzu etmeyin.” buyruğu bizim Peygamberimizin mübarek dillerinden dökülmüştür. Şu durumda mesele nedir o zaman? Mesele; rahatlık, rehaveti beslediği zaman başlıyor. Biz, yerimizden kımıldayamayan uyuşuk varlıklar haline dönebiliyor, üzerinden Moğol ordusu geçmiş şehirler, mekânlar gibi bir yıkıntı haline gelebiliyorsak ve bunun tek sebebi “rahatlık” ise hangimiz bir sorun olmadığını söyleyebilir.

Bu teorik durumun hayatımızın farklı safhalarında muhtelif tezahürleri vardır. Mesele de tam burada başlıyor zaten. Mesela, Kur’an-ı Kerim okumanın ve okutmanın yasak olduğu zamanlarda canla başla çalışan insanlarla “kadrolu” insanlar arasında niteliksel bir mukayese, durumu ortaya koyacaktır. Eğer mesele artık görevimiz bitti biz de meydandan ganimet toplayalım mantığına kaldıysa, tepede kaç kişi kaldık, diye sormak da hakkımızdır. Gece gündüz ayrımı yapmayanların yerini saate bakarak çalışanların tutabileceğini iddia edemeyiz hiçbirimiz. Burada kritik soru, onların yerini almak isteyip istemediğimizdir. Çünkü yerlerini almaya çalışmanın tabiî sonucu, bastığımız zemini tanıyarak sabrın en bariz tezahürü olan sebatı güncellemektir.

Burada kritik eşik şudur: Kur’an bizi bir yerlere taşısın diye mi uğraşıyoruz, yoksa Kur’an-ı Kerim’i bir yerlere taşımak için mi çabalıyoruz? Burada hangi kulvarda olursak olalım temel hedefimiz, bulunduğumuz mevziyi belirleyecektir. Bu konuda kimseyi bir şeye ikna etmemize gerek de yoktur. Niyetimizi kendisine arz etmemiz gereken merci bellidir.

İmam hatip okulları, Kur’an kursları ve muhtelif sahalarda bir yönüyle bu işlerle muhatap olanlar açısından eldekini ortaya koyarak ciddî muhasebeye ihtiyacımız var. Hem talebe hem de hoca olarak tabiî.

Ulvî hedeflerle taçlandırılması ümit edilerek başlanmış ilmî bir talebelik süreci ilim ehli adayı bir talebe için hürmet gösterilmesi gereken bir şeydir. Aynı kişinin yola böyle çıkarak ilmî faaliyetlerinin merkezini bir harf erozyonu olan sınav isimleri ile daraltması bizlere tepede kaç kişi kaldı sorusunu sordurtuyor. “Biz kariyer yapmayalım da meydan boş mu kalsın?” cümlesi ile “Rütbelerin en üstünü ilim rütbesidir.” cümlesinin yan yana pek şık durmadığını söylesek yanlış bir şeyi dillendirmiş olmayız. İlim rütbesi ile kapılarında sultanları bekleten âlimlerin varlığı da nasıl bir mertebeden bahsettiğimizi gösterir. Aynı şeyi “kariyer” için de söyleyebiliyorsak mesele yok. Ancak kendisine makam/kariyer verdiği kimsenin kapısında bekleyen sultan örneklerine tarihte pek rastlanmadığını söylemeye gerek yok.

Benzer bir zihnî kırılma, öğretmenliğin algılanması konusunda da karşımıza çıkmaktadır. Öğretmenliğin mübarek bir muallimlik vazifesi olarak görülmesinin nasıl bir berekete sebep olacağını bilen bizler “sırt dayanacak”/sadece bir meslek olarak görülmesinin nasıl bir felakete sebep olacağını da görebiliyoruz. Burada keşke tahmin edebiliyoruz diyebilseydik. Ancak, maalesef görebiliyoruz. Sınıflara mabede girer gibi giren üstadlardan geriye duvarlarında sendikal faaliyetlerin, içinde daha çok para geçen hesapların olduğu afişler ve okullar kalıverdi.

Önünde diz çökecek hoca aramayan öğrencinin, talebesi olmayan –resmî öğrenci listesi kastedilmediği açık- öğretmenin durumu da tam, tepede kaç kişi kaldık sorusu ile irtibatlı. İmkânsız, örneği olmayan bir şeyin kurgusundan bahsetmiyoruz. Talebelerini bütün haylazlığı ile bir yere taşıma derdi olan hocalarımız hâlâ kitaplar dışında da gözle görülür yerlerde var hamdolsun. Bir sonraki kuşağa acaba biz de böyle hocalara talebe olduk diyebilecek bir muallimlik yapılabilecek mi?

Kimse bir işe layık olmadığını, onu başaramayacağını, hakkını verememe ihtimali olduğunu düşünmüyor, düşünmek istemiyor. Herkes kendisi ile ilgili illa ki kariyer açısından kıymetli bir yer düşünüyor. Tevazu, görev kabul etmeme, talip olmama, bunlar pek ehemmiyet arz etmeyen şeyler oluverdi birden. Tevazuu anlatan insanlardan en basit şeyleri bile bir cv malzemesi haline getiren insanlar türeyiverdi. Sürekli kendini anlatan, herkesin yaptığı/yapabileceği işleri yapıp dünyanın en zor işini tek başına başarmış gibi davranan tipler normalse problem yok. İnsanın kendisini anlatmasının, methetmesinin normal karşılanacağı bir dönem geleceği düşünülse, ahlâk kitaplarının, hadis kaynaklarının içeriği bile bambaşka olurdu. Ben, demeden küçük notları “Ebu Abdullah/Ebu Davud dedi ki” diyerek koyan ve kendilerini gizleyen insanlar “Bize kendini anlat.” sözünün bir gün ciddiye alınacağını nereden bilebilirlerdi ki? Kendinizi nasıl görüyorsunuz, nelere layık görüyorsunuz gibi bir soruyu en liberalinden muhafazakârına Müslüman bir gence cesaretiniz varsa sorun. Karşınıza birden en iyi hadis münekkidi, fakih, müfessir ve ciddî bir sosyal bilimci, siyaset bilimci dikilecektir. Bütün bunların hepsini halletmiş ve hiçbir şeyi beğenmeyen bu yığının farkında olmadığı ve bilmediği en temel şey, pek bir şey bilmediğidir.

Buradan karşımıza ciddî bir zihnî sebat silsilesi çıkmakta. Kariyere karşı sebat, maddî imkânlara karşı kendimizi ahlakî erozyona uğratmadan biz kalabilmek, hangi görev tevdi edilirse edilsin bunu bir ilâhî emanet olarak görmek ve asla mevziiyi terk etmemek. Herkesin, meydanda neler olursa olsun koruması gereken bir tepe var. Mevcut manzara itibariyle küçük bir muhasebe: Tepede kaç kişi kaldı dersiniz acaba?