Vahdet, Sevgili Peygamberimiz’in Öncelikli Hedefidir:
Tek vücud olma, yek-vücud olma, tek yürek olma, gönüller arasında sevgi köprüsü kurma anlamında “vahdet”, Allah Rasûlü’nün davet ve tebliğinde, eğitim ve yönetim anlayışında öncelikli hedefi idi. O yeni bir medeniyet inşa ederken öncelikle yürekleri inşa etmek için gelmişti.
Peygamberimiz (s.a.v), Allah’ın izniyle gönüller arasında sevgi köprüsü kurmak ve insanları birbirine ısındırmakla görevlendirilmişti. Onun Medine’ye gelişiyle Medine’de yeni yepyeni bir dönem başlamış, Medine’deki Evs ve Hazrec kabileleri arasında yıllarca süren anlamsız kabile savaşları, kan davaları Onunla sona ermişti. Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyuruyordu: “Siz parça parça idiniz. Allah, sizi benimle birbirinize ısındırdı.”[1]
İlk İslâm Anayasası hüviyetinde olan Medine Vesikası’nın bir başka ifade ile Medine Sözleşmesi’nin ilk maddesi vahdet vurgusu ile başlıyordu. Önce birlik ve beraberlik, vahdet ve ittihad emrediliyordu. İslâm’a gönül verenlerin tek el, tek yumruk, tek güç ve tek yürek olmaları isteniyordu.
Sevgili Peygamberimiz’in Medine’ye hicretinden sonra Medine’deki Evs ve Hazrec kabileleri ile Medine’de yerleşmiş Yahudilerin konumunu belirten ve 50 maddeden meydana gelen Medine Vesikası’nın ilk maddesi, Müslümanlar arası birliğe yapılan vurgu ile başlamakta idi. Medine Vesikası’nın “Müslümanlar, kendilerinin dışındakilere karşı tek el (yedün vâhide) olmalıdırlar.” ifadesiyle başlaması son derece anlamlıdır. Zira kendi aralarında birlik ve beraberliği kuramayanların evrensel barıştan söz etmeleri anlamsızdır.
Peki, bu vahdet nasıl kurulacak? Birlik ve beraberlik nasıl gerçekleştirilecek?
Vahdet, İslâm Kardeşliği Ruhunun Aşılanması İle Mümkündür:
Medine’de yeni kurulan İslâm toplumunun, yeni inşa edilen İslâm Devleti’nin temel taşı sevgi, hoşgörü ve kardeşlik idi. Yeni yepyeni bir medeniyetin inşasında gönül birlikteliği çok ama çok önemli idi. Yürekler arasında birlik ancak kardeşlik te’sisi ile mümkündü.
Mekkeli muhâcirler, Medine’ye hicret ettiklerinde “Ensâr” onları evlerinde misafir edip ağırlamak için âdeta yarış etmişlerdir. Gelen muhâcirleri aralarında paylaşamamışlar, bu değerli misafirleri evlerinde ağırlamak için aralarında kura çekmişlerdir.[2]
Medine’de hicretten beş ay sonra Mekkeli muhâcirler ile Medineli Ensar arasında “kardeşlik sözleşmesi” (muâhât) yapılacaktır. İslâm tarihindeki kardeşlik sözleşmesi Enes b. Mâlik’in (r.a) evinde gerçekleştirilmiştir. Bu kardeşlik akdinde doksan kişi bir araya gelmiş, Muhâcirlerle Ensar ikişer kardeş olmuşlardır.[3]
Meselâ: Hz. Ebûbekir, Hârice b. Zeyd ile; Hz. Ömer, Utbân b. Mâlik ile; Hz. Osman, Evs b. Sâbit ile; Selmân-ı Fârisî, Ebu’d-Derdâ ile kardeş olmuşlardı.
Rasûlullah (s.a.v), ashâbı arasında kardeşlik akdi yaptığında Hz. Ali’yi kendisine kardeş seçip ona: “Sen dünya ve ahirette benim kardeşimsin, ben de senin kardeşinim.” buyurmuştur.[4]
Habeşistan hicreti dönüşünde Peygamberimiz’in yanında iki ay kadar kalan Mus‘ab b. Umeyr, hicretten on iki gün önce Medine’ye varmıştı. Rasûlullah (s.a.v), onu Sa‘d b. Ebî Vakkâs ve Ebû Eyyûb el-Ensârî ile kardeş ilan etmişti.[5]
Her Medineli aile, bir muhâciri misafir etmişti. Ensârî Müslüman, muhâcir kardeşini evine, işine, bağına, bahçesine ortak etmişti. Medineli Müslüman, Mekke’den gelen muhâcir kardeşiyle birlikte çalışacak, elde edilen kazancı paylaşacaklardı. Medineli Ensâr kullanmadıkları arazileri kendi arzularıyla Peygamberimiz’e bağışlamışlar, Efendimiz (s.a.v) de bu araziyi muhâcirler arasında paylaştırmıştı.
Medine’ye ayak bastığı ilk günlerde Mekkelilerle Medinelileri kardeş ilan eden, Medineli Evs ve Hazrec kabilelerini birer bire kardeş ilan eden O Sevgili Peygamberin gerçek anlamda ümmeti olmak, çevremizdeki sosyal ve kültürel etkinliklere, siyasî ve iktisadî icraata “Önce Kardeşlik” diyerek başlamakla mümkündür.
“Bu kurumda asgarî ücret uygulanır.” levhaları yerine “Bu kurumda sevgi ve kardeşlik uygulanır.” levhaları asılmalı, kardeşliği güçlendirecek her şeyin önü açılmalı, kardeşliği güçleştirecek her şeye engel olunmalıdır. Gıybet, nemime (laf taşıma), haset, kibir, gurur, riyâ, kin, intikam, nefret, şiddet, terör ve anarşi kardeşliği dinamitlediği için yasaklanmıştır. Cemaatle namaz, Cuma ve Bayram namazları kardeşliği takviye ettiği için önemlidir.
Müslüman, Mekkeli muhâcirlere kucak açan, onlara evlerini açan, hurma bahçelerini, ellerindeki nimetleri Mekkeli muhâcir kardeşleriyle paylaşan, kardeşlerini kendilerine tercih eden Ensâr’ı kendisi için örnek alır. Bugün, ne o muhâcirler ne de o Ensâr vardır; ama onları gönülden seven, onların nezih yolundan gitmek isteyen, onların müstesna hayat çizgisini benimseyen Müslümanlar “Elhamdülillah” mevcuttur.
Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanan Müslüman, İslâm kardeşliğini bir görev olarak telakkî eder. Kardeşlik ruhunu yaşar ve yaşatır. Dil, ırk, renk, bölge, ülke ve görüş farklılığını dikkate almaksızın bütün Müslümanların kardeş olduğuna inanır. Mü’min, din kardeşini kardeşçe kucaklar, onu bağrına basar. Kardeşinin derdini dert edinir. Kardeşler arasında soğukluğa ve kırgınlığa sebep olacak her çeşit olumsuz söz, tavır ve davranışlardan sakınır.
Allah Rasûlü’nün özel eğitiminden geçen en hayırlı cemaat ve öncü nesil Sahâbe-i Kirâm, her konuda olduğu gibi kardeşleri arasında merhametli olma konusunda da bizim için örnek nesil olmuştur: “Muhammed, Allah’ın Rasûlüdür. Onunla beraber olanlar kâfirlere karşı şiddetlidirler, kendi aralarında merhametlidirler.”[6]
Vahdet İçin En Güzel Vesile: Selâmlaşma, Ziyaretleşme Ve Hediyeleşmedir:
Müslüman, gönüller arası sıcaklığın devamı için daima içtenlikle dua eder; ancak bununla yetinmez. Sözlü dua ile birlikte, ülfeti sağlayacak bütün meşrû vesilelere ve fiilî duaya da başvurur. Tanıdığı-tanımadığı Müslümanlara selâm verir, kardeşlerini hasta olsun-olmasın sık sık ziyaret eder, ikramda bulunur, hediyeler takdim eder. Bayram, düğün, cenaze, hastalık gibi münasebetlerde kardeşlik görevini asla unutmaz.
Mü’min kul; İslâm’la yeni şereflenen kardeşlerini, ya da İslâm’a girmesi ümid edilen kimseleri İslâm’a ısındırmak için onlara insanî ve ahlakî yardımda bulunur. Bu konuda eşsiz ideal örnek Peygamberimiz Efendimiz’dir (s.a.v). Sevgili Peygamberimiz, Huneyn günü gönülleri İslâm’a ısındırılmak istenen kişilere (müellefe-i kulûb’a) fazla fazla ganimet dağıtırken bunun sebebini şöyle açıklamıştı: “Ben onları İslâm’a ısındırmak istiyorum.”[7]
İnsanları buluşturan her toplantı kalpleri de buluşturacak, aradaki bağları güçlendirecek, tokalaşma, kucaklaşma, sarılma yakınlaşmaya vesile olacaktır. Birleşme ve kaynaşma ilâhî yardıma sebep olacaktır. Birbirlerini sevenler mahşerde “nurdan minberler” üzerinde insanlığa takdim edilecek; peygamberler, sıddıklar bile onlara imreneceklerdir.[8]
Vahdet, Sıcak iletişim (Ülfet) İle Gerçekleşir:
Sevgili Peygamberimizin nebevî ilkeleri içerisinde “ülfet” kavramının apayrı bir yeri vardır. Sıcakkanlı olma, geçim ehli olma, samimî diyalog kurma, sıcak davranma, güzel ilişki kurma, güler yüzlü olma, başkalarıyla uyumlu olma, kardeşçe davranma, çevre ile aradaki mesafeyi fazla açmama anlamındaki “ülfet”; önemli Kur’ânî ve nebevî kavramlardandır.
Müslüman; ülfet ve muhabbet erbabıdır. Ülfet sahibi olmak insanî, ahlakî ve İslâmî bir görevdir. Allah Rasûlü şöyle buyuruyor: “Gerçek mü’min, başkalarına sıcak davranan (ülfet eden) ve kendisine ülfet duyulan kişidir. Ülfet etmeyen ve kendisine ülfet duyulmadan kişide hayır yoktur.”[9]
Müslüman; ülfet gereği olarak din kardeşini üzecek, incitecek ve kıracak söz ve davranışlardan sakınır. Sabırlı, tahammüllü, vefakâr ve fedakâr olur. Muhâtabına önce selâm veren kendisi olur, musâfaha için önce el uzatan kendisi olur. Gelmeyene gider, vermeyene verir, ilişkiyi kesenle ilişkisini devam ettirir. Bütün bunları kalb-i selim (lekesiz gönül) sahibi olmanın bir alâmeti olarak kabul eder.
Ülfet ehli olan Müslüman; mütevazidir, alçakgönüllüdür. Gurur ve kibirden kaçınır, Sadece kendisini haklı görmeyi ve sadece kendi görüşünü beğenmeyi manevî hastalıklar olarak kabul eder. Kendisinden farklı düşünen din kardeşinin de bir başka açıdan haklı olabileceğini düşünür. Din kardeşini asla küçümsemez, ayıplamaz, horlamaz. Bilakis Müslüman kardeşine değer verir, mü’min kardeşinin tekliflerini, randevularını ve düşüncelerini ciddiye alır. Din kardeşine sevgi, rahmet ve şefkatle yaklaşır. İman ve kulluk ortak paydası etrafında birleşen kardeşine sıcak davranır.
Ülfet sahibi Müslüman; Hasan el-Bennâ’nın ifadesiyle: “İttifak ettiğimiz konularda ittifak edelim, farklı düşündüğümüz konularda birbirimizi mazur görelim.” anlayışla hareket eder. Müslümanlar arsında tek ortak çözüm yolunun Kur’ân ve Sünnet çizgisi olduğuna inanır. Kişi ve cemaat değerlendirmelerinin ihtilâfa sebep olacağını düşünerek bu konularda çok hassas davranır. Ayrılığı körükleyecek ve ihtilâfı artıracak söz ve davranışlardan uzak durur. Kur’ân ve Sünnetin ruhuna ve ana mesajlarına aykırı olmayan farklı yaklaşım ve anlayışları kültürel zenginlik olarak kabul eder.
Gerçek ve sürekli ülfet ortamı cennettir. Cennete talip olanların bu dünyada cennette imiş gibi her çeşit kirlilikten uzak nezih bir hayat yaşamaları istenmektedir. Cennette kıskançlık ve yalan, kin ve intikam yoktur: “Cennette onların göğüslerindeki kini çekip aldık. Kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıyadırlar.”[10]
Biz bütün Müslüman grupları, ehl-i kıbleyi Müslüman kardeşimiz olarak görmek zorundayız. Farklı görüşlerden dolayı birbirimizi tenkid edebiliriz, tatlı bir şekilde eleştirebiliriz. Kucağımdaki akrebi bana haber veren kardeşim takdire lâyıktır. İnsanın sadece kendi görüşünü tek doğru kabul edip diğer görüşlere acımasızca saldırması büyük bir yanlıştır.
Tenkid; yapıcı olmalı, yıkıcı ve aşırı olmamalı, izin verilen çizgiyi aşmamalıdır. Farklı görüşler sebebiyle birbirimizi tekfîr edecek olursak ortada ciddi bir problem var demektir.
Konuştuğunuz zaman sizi tekfîr etmeyen; ama aynı cemaatten olmadığınız için sizin arkanızda namaz kılmayan kardeşiniz sizi dışlamaktadır. Bunun adı -tabirimi mazur görün- “gizli tekfîr” ya da “dolaylı tekfîr”dir. Başkasını küfürle, inançsızlıkla itham, suçlama anlamındaki tekfîr çok tehlikeli, çok riskli bir konudur. Çünkü Müslüman kardeşini tekfir eden, isabetli olmadığı takdirde küfre düşmektedir.
Müslüman, davetçi ve tebliğci olmalıdır, önyargılı ve damgalayıcı olmamalıdır. Gönül kazanmakla görevli Müslümanın, kardeşini dışlaması, İslâm dairesi dışına atması, kardeşiyle ilişkiyi dondurması ya da tamamen kesmesi Kur’ânî ve Nebevî ölçülere aykırıdır.
Vahdet Niyazı, Dualarımızda Mutlaka Yer Almalıdır:
Arzulanan birlik ve beraberliğin kurulabilmesi için, Allah’ın lütuf ve ihsanına muhtaç olduğumuz gerçeği hiçbir zaman unutulmamalıdır.
“Yürek birliği” Allah’ın ikramı olduğuna göre bunu temin edebilmek için ellerimiz semaya açılmalı, bize bu konuda lütufta bulunması için Rabbimize yönelmeli, aynen Efendimiz’in yakardığı gibi yakarmalı, Sevgili Peygamberimiz’in sık sık yaptığı şu duayı dilimizden düşürmemeliyiz: “Allahım!.. Kalplerimiz arasında sen sıcaklık (ülfet) meydana getir.”[11]
Bizden önceki imanlı nesillerle gönül irtibatı kurma ve iman ehline karşı kin ve intikam beslememe niyazı mü’minlere tavsiye edilen Kur’anî dualardandır:
“Onlardan sonra gelenler, şöyle derler: ‘Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma. Ey Rabbimiz! Sen, gerçekten çok şefkatlisin, çok esirgeyicisin.”[12]
Cennete giden yol, benlik ve bencillik yolu, şehvet ve menfaat yolu değil; ilim ve irfan yolu, gönül alma ve gönül kazanma yoludur. Cennete giden yol, yeryüzünün her karışına ülfet ve muhabbet tohumları ekme yoludur, bütün insanlığı “İslâm Kardeşliği”ne davet etme yoludur.
Dünya Çapında Vahdetten Önce “Müslümanlararası Samimî Diyalog” Kurulmalıdır:
Günümüzün en önemli, en öncelikli ve en âcil problemi, Müslümanlararası sıcak ve samimî diyalog eksikliğidir. İslâm Dünyasının gündemindeki en önemli madde “Müslümanlararası Samimî Diyalog” kurulması olmalıdır.
İslâm düşmanlarının çizmeleri altında ya da emperyalizmin sosyal, kültürel, siyasî veya ekonomik işgali altında inim inim inleyen İslâm Dünyasına tam anlamıyla sahip çıkmadığımız müddetçe; Suriye’de, Mısır’da, Tunus’ta, Filistin’de, Keşmir’de, Çeçenistan’da, Eritre’de, Moro’da, Irak’ta, Afganistan’da, Doğu Türkistan’da ve diğer İslâm ülkelerinde akan kanları ve masum halkın gözyaşlarını dindirmediğimiz müddetçe arzulanan “Vahdet Şuuru”na henüz erişemedik demektir.
İslâm düşmanlarının yıkıcı ve bölücü emellerini yok etmek için birleştirici ve kaynaştırıcı, rahmet ve şefkat dolu “vahdet” kavramı üzerine vurgu yapılmalıdır.
Bugün gerek Müslüman fertler arasında, gerek İslâm cemaatleri arasında, gerek sivil toplum kuruluşları arasında gerekse İslâm ülkeleri arasında arzu edilen ve beklenen seviyede samimî ve sıcak bir diyalog, güçlü yürek birliği ve arzulanan işbirliği kurulamaması sebebiyle; tarih boyunca izzet ve şerefle yaşayan İslâm ümmeti hâlâ bir türlü silkinememiş, İslâm Dünyasının kan gölüne çevrilmesine engel olamamıştır.
Ortadoğu’da, Balkanlar’da, Asya’da, Uzakdoğu’da oluk oluk Müslüman kanının döküldüğü, Müslümanın namusunun çiğnendiği günümüzde her şeyden önce Müslümanlar arasında gönül birliğine, görüş birliğine ve “İslâm Birliği”ne şiddetle ihtiyaç vardır.
Medeniyetlerarası Diyalog ya da Kültürlerarası Diyalog’dan söz edenler, önce “Müslümanlararası Diyalog” müessesesini işletmelidirler. Müslüman kardeşinin derdine derman olamayan, Müslüman kardeşiyle sıcak diyalog kuramayan ve Müslüman kardeşi için vefakâr ve fedakâr olamayan, hatta Müslüman kardeşine cephe alan, kardeşini hasım kabul eden insanların medeniyetlerarası veya kültürlerarası diyalogdan söz etmeleri yersiz ve anlamsız olacaktır.
Toplumda “ben” yerine “biz” duygusunun yerleşmesi; bencil, egoist, çıkarcı anlayış yerine hizmet ve davanın ön plana çıktığı idealist çizginin hâkim olması; o toplumu; sevgi ve kardeşlik toplumuna, huzur ve saadet toplumuna dönüştürecektir.
Dinamik, çalışkan, yürekli ve cömert gönüller; cemaat şemsiyesi altında “İslâm Kardeşliği”nin gereği olan karşılıklı muhabbet ve karşılıklı hürmet gereği, vücut organları arasındaki organik bağ gibi aralarında sağlam bir bağ kuracak; selâmlaşma, ziyaretleşme, hediyeleşme, yardımlaşma, dayanışma ve hoşgörü vesilesiyle kurulacak olan İslâm Kardeşliği, İslâm toplumun vazgeçilmez özelliği olacaktır.
Önce fertlerarası, sonra cemaatlerarası ve daha sonra sonra ülkelerarası vahdeti temin için yapılacak bütün çalışmalar bereketli, feyizli ve ilâhî rızâya lâyık çalışmalardır. Gönüller arasında köprü kurabilmek, ıslâh edici olabilmek, sevgi medeniyetini inşa etmekle yükümlü iman erlerinin en önemli görevidir.
Gelin, gönül erleri olarak kardeşliğe yelken açalım. Ülfet gereği, Hz. Mevlânâ ve Hz. Yûnus anlayışı ile bize kalkan elleri bile öpelim. Gelin, muhabbet fedâîleri olalım. Gelin, özlenen vahdeti, gönül ve gaye birliğini hep birlikte gerçekleştirelim. Kur’ân ve Sünnet ortak paydasında buluşarak Allah için birbirini seven kimseler olarak arşın gölgesinde ilahî ikrama layık olalım.
[1] Buhârî, Megâzî, 56.
[2] Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 6.
[3] Buhârî, Edeb, 67.
[4] Tirmizî, Sünen, 5/636, Menâkıb, 21 Hadis No: 3720; Hâkim, Müstedrek, 3/128.
[5] İbn Sa’d, Tabakât, 3/120.
[6] Fetih; 48/29.
[7] Buhârî, Megâzî, 56.
[8] Müslim, İmâre 18; Tirmizî, Zühd, 53; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 5/236.
[9] Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/400, 5/335; Hâkim, Müstedrek: 1/23; Hatîb, Târîhu Bağdâd: 3/117, 11/376; Beyhakî, Sünen: 10/236; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid: 8/87; 10/273.
[10] Hicr: 15/47.
[11] Ebû Dâvûd,Salât, 178.
[12] Haşr; 59/10.