İçeriğe geç
Anasayfa » SEVGİMİZ; SÎNEDE YÜK MÜ, AHİRETTE AZIK MI?

SEVGİMİZ; SÎNEDE YÜK MÜ, AHİRETTE AZIK MI?

Çoğumuz düşünmeyiz sevginin ve sevmenin hayâtî etkisini. Bir futbolcuyu, sanatçıyı, artisti sevmenin de bir bedeli olabileceğini. Sevmek, imanımız açısından ne anlam ifade eder? Sevginin de vebali var mıdır? Beğenmenin, hayran olmanın, hoşnut kalmanın ve razı olmanın…

Sînedeki Yükümüz

Sevginin eşya boyutu şöyle bir tarafa dursun, bizler sevdiklerimizden de hesaba çekilecek miyiz? Dünyada sevdiklerimiz, ahirette bizi mahçup eder mi? Yanında durduklarımız, mahşerde durduğumuz yeri kötü eder mi? Gönlümüzde yer verdiklerimiz, sonsuzluk yurdunda bizi güzel yerimizden eder mi? Bizler yalnızca yaptığımız işlerden ve söylediğimiz sözlerden mi hesaba çekileceğiz? Ya sevdiklerimiz ne olacak?

Sînelerimizde olanı gizlemek mümkün olsaydı, belki hesaptan kurtulmak mümkündü. Ancak her şeyden haberdar olan ve ilmi bütün kâinâtı kuşatan Rabbimiz, kalplerimiz de olanları da biliyor. Rasûlullah (sav)’in ciltler dolusu kitaba denk muhteşem ifadesinden anlıyoruz ki; amelî duruşumuzdan hesaba çekileceğimiz gibi, kalbimizin duruşundan da hesaba çekileceğiz. Kalbimiz kimi veya neyi ne kadar seviyor, neye hayran, neye muhabbet besliyor, kimi arıyor, kimin sevgisi ile dolu? …Çünkü “Kişi, sevdiği ile beraber olacak.”

Hepimiz biliriz ki; sevdiğimiz, beğendiğimiz ve takdir ettiğimiz insanlar içerisinde Allah’ın sevmediği insanların bulunması olacak şey değildir. Farkında olarak veya olmayarak müptelâsı olduklarımızın, gönüllerimizde başköşeye oturttuklarımızın ahirette bırakalım faydayı, bize zarar vereceği kesindir.

Müslüman, bir sanatı veya becerisi sebebiyle Hıristiyan’ı sevebilir mi? Zekâsı veya icadı sebebiyle Yahudi’yi takdir edilebilir mi? Bâtıl ve mâleyâni bir işte başarı elde etmiş biri Müslüman bile olsa alkışlanabilir mi? Kalbimizi hassas bir terazi gibi kullanıp dengeyi tutturmalı değil miydik?

Unutmamalıyız ki, takdirlerin altında beğeniler vardır. İnsan önce beğenir, sonra takdir eder. Takdir devam ettikçe, hayranlık oluşur. Hayranlıklar da sevgiye dönüşür. İşte tam bu noktaya geldiğimizde kalbimize kocaman bir “Dikkat!” çekmenin zamanı çoktan geçmiş olur. Tavrımızı en başta takınmak lazımdı ki, bizi kendisine meylettiren şey, her tarafımızı sarmalayan sevgiye dönüşmesin. Kendisine tutulduğumuz şey, bizi tâvizkâr ve tepkisiz Müslüman yapmasın.

Ahiret Azığımız: Sevgi

Sevgi istikâmetimizin yönü doğru olduğunda sadece sevmekle bile faydalanacağımızı Enes b. Mâlik (ra)’ın gönüllerimizi bir başka yapan şu aktarımından anlıyoruz. O, şöyle anlatıyor:

Bir adam, Peygamber Efendimiz (sav)’e gelip, “Kıyamet ne zaman kopacaktır?” diye sordu. Efendimiz (sav), o adama cevaben şöyle dediler: “Kıyamet için ne hazırladın? O adam, fazla ibadetim yok fakat; ben Allah ve Resulünü seviyorum, dedi. Efendimiz (sav) o adama, “Herkes sevdiği ile beraber olacaktır. Sen de, ahirette sevdiğinle beraber olacaksın.” buyurdular. Yine Enes (ra) der ki: “Biz İslâm’a girdikten sonra Hazret-i Peygamber (sav)’in, “Sen sevdiğinle berabersin!” sözünden dolayı duyduğumuz sevincin üstünde daha şiddetli bir sevinç duymadık.”

O yüzden ahirette faydalanacağımız azıklarımızdan birisi de, bu sahabî gibi yaptığı ibadete ve iyi işlere güvenmeyip, Allah ve Rasûlü’nü sevmekten ötürü ümitlenmektir. Ashabın sevgiden kaynaklanan heyecanının bir benzerini taşımaktır. Sevgimiz samimi olursa, gönüllerimizdeki “muhabbetullâh” ve “muhabbeturrasûl” ibadet olur.

Müslümana Kin Beslemem ve Hased Etmem!

Hz. Enes (ra)’den rivayet edilen başka bir hadisi şerifte; Bir defasında Hz. Peygamber (sav) ardı ardına üç gün, şimdi buraya cennet ehlinden biri gelecek der. Ve her defasında da ensârdan bir şahıs gelirdi. Bunu gören Abdullah b. Amr, bu şahsın Hz. Peygamber (sav)’in sürekli kendisini müjdelemesine sebep olacak hangi amelleri işlediğini merak eder. Bu yüzden üç gece boyunca onunla kalır. Fakat onun herkesin yaptığı amel dışında farklı hiç bir hareketini göremez ve açıkça ona şöyle sorar:
“-Ey kardeşim! Hz. Peygamber (sav)’in seni devamlı cennetle müjdelemesine sebep olan ne yapıyorsun?” der. O karşılık olarak:
-Benim ne yaptığımı sende gördün. Ancak, bir şey var ki belki de sebep odur. Ben hiçbir Müslümana kin beslemiyor ve Allah (cc)’ın nimet verdiği kimseye haset etmiyorum.” der.

Müslümanlardan olan hiç kimseye kin beslemiyorum, diyen biri onlara sevgide acaba cimrilik eder mi, Müslümanları sevmeyi kendine şiâr edinen biri, onlara kin besleyebilir mi, herhangi bir Müslümanın nâil olduğu bir nimet sebebiyle, ona kıskançlık duyabilir mi? Elbette ki, hayır.

O halde bizler sînelerimizden kini söküp atabildiğimiz ölçüde, Müslüman kardeşlerimize sevgi cömertliği gösterebiliriz. Haset hastalığından kurtulabildiğimiz oranda kalplerimize sevgi tohumları ekebiliriz. Demek oluyor ki, sevdiğimiz insanlarla beraber olacağımız o mahşer gününde yanımızdakilerin mü’min yürekler olması, kalbimizi bu bayağı hastalıklardan tedavi etmeye bağlıdır.

Müslümana Alçakgönüllü, Kâfire İzzetli!

Rabbimiz Mâide Suresi 54. ayetinde, sevdiği ve kendilerinin de Allah’ı hakikaten sevdiği Müslümanın bir özelliğini zikrederken “…Onlar müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı izzetlidir…”[1] buyuruyor. Bu ayete göre, Allah’a karşı sevgisinde samimi olanın Müslümanlara sert ve kaba olması, kâfirlere karşı hoşgörülü ve zelil olması düşünülemez.  Müslümanın, müslümana karşı müsamaha, afv ve merhamet yönü ağır basar; kâfire karşı izzet, onur ve şeref tarafı ağır basar.

El-Hubbu Fillah, El-Buğzu Fillah

Âlemlerin rahmet elçisi Peygamber Efendimiz (sav) “Amellerin en üstünü, Allah için sevmek ve Allah için kızmaktır.”[2] buyuruyorlar.

Bizden Müslüman kardeşimize sevgi ve şefkati isteyen de, kâfirlere izzet ve nefreti biriktirmemizi isteyen de aynı makamdır, Rabbimizin makamıdır. Bizler Allah’ı sevdiğimiz için Allah’a kul olan diğer Müslüman kardeşlerimizi sever, Allah’a kulluğu terk ettikleri için de kâfirlere kızarız. Sevgiyi var eden hatırına hem yüreklerimizi müminleştirmeyi, hem de mümin yüreklerde yer edinmeyi dert ediniriz. Nefreti var eden hatırına, nefretimizi müsbet bir araç olarak küfür odaklarına yoğunlaştırırız. Zira iki zıt şeyden birisini sevmek, diğerine kızmayı gerektirir. Kaldı ki, teberri etmedikçe tevellî olmaz. Allah’ın kızdıklarından uzak olmadıkça, Allah’a yakın olmak mümkün olmaz.

İki Kalbimiz Yoksa Kalbimizde Kimlere Yer Var?

Cenâb-ı Rabbi’l-Alemin “Allah, bir adamın göğsünde iki kalp yaratmamıştır.”[3] buyuruyor. Bu ayeti, şehid müfessir Seyyid Kutub, şöyle tefsir ediyor:
“Bir kalp iki İlâha birden kulluk yapamaz, iki efendiye birden hizmet edemez. Aynı anda iki yolu izleyemez ve iki tarafa yönelemez. Böyle bir şey yapmaya kalkıştığı an duygu, düşünce ve davranış olarak paramparça bir görünüm sergiler, kendisi ile çelişir, et ve kemik yığınına dönüşür.”[4]

Ayeti, kalplerimizde sevgisi yer alan insanlar açısından değerlendirdiğimizde görürüz ki, bir müslümanın kalbinde hem İslam’a hizmet eden birisinin, hem de İslam düşmanı birisinin sevgisi bir arada yer alamaz. Müslüman, kalbini hem müslümana, hem kâfire açamaz.

Kalbimizde yer ettiğimiz Allah ve Rasûlü olursa, ahirette birlikte olacağımız kimseler de Allah’ın nimet verdikleri olur. Onlar da Peygamberler, Sıddıklar, Şehidler ve Sâlihler’dir. Ayetin devamında Rabbimiz’in buyurduğu üzere bu kimseler de, ne güzel arkadaştırlar![5]

Rabbimiz, bizi yürek kalemizin bekçisi kılmıştır. Bekçi talimatla hareket eder. Bekçinin görevi, kimin kaleye girdiğine dikkat etmesidir. Allah’ın girmesini istemediğini kaleye sokmamak, bulunmasını istediğini de orada kalmasını sağlamak, bekçinin yapacağı iştir. O halde, kalenin gerçek sahibi olan Rabbinin rızası ve müsaadesi olmadığı insanları oradan uzak tutmak gerekir. Allah için terbiye edilmiş yürek kalesi, O’na teslim edilmiş gönül ocağı budur. Allah’ın rızasının, kulun şahsî beğenisinden üstün tutulduğu sevgi, bu sevgidir.

Sevdiklerimiz

Allah’a  (cc) olan sevgimiz, O’nun sevdiklerini de sevmemizi, kızdıklarına da kızmamızı gerektirir. Bu samimiyet kalitesine ulaşmamızı arzu eden Fahr-i Kâinât Efendimiz (sav) bize şu duayı öğretiyor: “Allah’ım Senden sevgini, Seni sevenlerin sevgisini ve bana Senin sevgini kazandıracak ameli istiyorum.”[6]

Hadis-i Şerif’e baktığımızda Rasûlullah (sav) bize üç tane istekte bulunmamızı tavsiye ediyor: Birincisi, Allah’ın rızasını ve sevgisini kazanmak; ikincisi, Allah’ı seven insanları sevmek ve öyle insanların gönüllerine girmek; üçüncüsü de birinci arzunun gerçekleşmesini sağlayacak amelleri yapmak.

Bir kimse hem Rabbinin sevgisini kazanır ve bu sevgiyi kazandıracak amelleri yapar da, hem de kendisi gibi derdi yalnızca Allah olan diğer müminlerin sevgisinden nasıl mahrum olur? Elbette bu, olacak iş değildir. Allah’ı hakiki seven, Allah’ın sevdiklerini de sever, kızdıklarına da kızar. Allah’a muhabbet iddiasında bulunupta O’nun sevdiği kullarını sevmemek mümkün değildir.

Rabbimizin dostlarına zerre kadar bile olsa buğz etmekten, düşmanlarına kıl kadar bile olsa muhabbet beslemekten Rabbimize sığınırız. Ancak herhalde Allah’ın ilmiyle âmil, mücâhit, takvâ ve murûet sahibi sevgili kullarını sevmek, onunla aynı fotoğraf karesine girme arzusu düzeyine de indirgenemez. Ya da geçerken uğramışlık seviyesizliğine de düşürülemez. Sevgi ispatı da gerektirir. Ulemâya sevginin ispatı, onların ilim mirasına sahip çıkmaktır. Mücahidlere muhabbetin ispatı, cihadının devamını sağlamaktır. Müminlere yârenliğin ispatı da, onlarla kocaman bir yürek kalesi inşasını tamamlamaktır.

Son devrin meşhur müfessirlerinden merhum Elmalılı Hamdi Yazır Hocaefendi’nin yaptığı dua ile Rabbimize niyaz ederiz: “…Allah’ım! Sen sevdirmezsen biz sevemeyiz. Sevdir bize hep sevdiklerini, yerdir bize hep yerdiklerini. Yâr et bize erdirdiklerini…” Âmin…

 

[1] Mâide; 54.

[2] Ebu Dâvud, Sünne 2; Ahmed b. Hanbel, V, 146; Buhari, İman 1.

[3] Ahzab;4

[4] Fî Zilâli’l-Kur’an, Ahzab Suresi Tefsiri

[5] Nisâ; 69.

[6] Tirmizi, Daa’vât 73.