İçeriğe geç
Anasayfa » SEYAHATNÂME YAZILARI  – Ahbâru’s-Sin ve’l-Hind-

SEYAHATNÂME YAZILARI  – Ahbâru’s-Sin ve’l-Hind-

Müslümanlar, İslam’ın ilk yıllarından itibaren farklı amaçlarla dünyanın birçok yerine seyahatler yapmışlardır. Kimi zaman İslam’ı yaymak kimi zaman ilim tahsil etmek kimi zaman ise ticaret yapmak bu seyahatlerin ana gayeleri olmuştur. Sahabe efendilerimizin, Rasûl-i Ekrem x Efendimiz’in vefatından sonra bilinen dünyanın dört bir yanına dağılması, büyük İslam âlimlerinin hayatları boyunca birçok rıhle yapması da seyahatlerin dinî bir muhtevaya sahip olmasının örnekleri olarak görülmektedir. Bu seyahatler boyunca birçok farklı ve ilginç sayılacak durumla karşılaşanlar kimi zaman memleketlerine döndüklerinde onlara sorulan sorular neticesinde, kimi zaman şahit oldukları olayları aktarma ihtiyacıyla seyahatname ve hatıra türünde eserler kaleme almışlardır. Ortaya konulan eserlerin bugün bizler için önemi çok uzun yıllar önce yaşamış kişilerin hayatları, farklı ülkelerin adetleri, ülke halkının günlük yaşantıları, şehirlerin özellikleri gibi birçok konuyu ilk ağızdan dinleme fırsatına sahip olmamızdan ileri gelmektedir ve böylelikle geçmişle aramızda bir bağ tesis edilmiş olmaktadır. Ayrıca olayların iç yüzüne vukufiyetimiz arttığı için bugün ile geçmiş arasındaki çelişik görünen durumları daha kolay ve sağlıklı analiz etmemiz açısından da seyahatname ve hatıralar çok önemli bir konumda yer almaktadır.

Bu yazımızda ele alacağımız kitabımız, Süleyman et-Tacir’in Ahbârus-Sîn ve’l-Hind adlı seyahatnamesidir. Süleyman et-Tacir bu eserde, 852 yılında Çin tarafına yaptığı ticarî yolculuklarını anlatmıştır.[1] Ondan sonra ise Ebu Zeyd es-Sirûfî ve meşhur tarihçi coğrafyacı Mesûdî, Tacir’in kitabına bazı ilaveler yaparak birer zeyl yazmışlar ve bu sayede anlatımı zenginleştirmişlerdir.

***

Süleyman et-Tacir, diğer birçok Müslüman tacir gibi Çin’in Hanfu (Kanton) limanına ticaret için gitmiş ve buradan başlayarak Çin ve Hind diyarlarında gördüğü yahut duyduğu olayları anlatmıştır. Onun anlattığına göre Hanfu limanında Çin, Müslüman tacirler için Müslüman bir görevli tayin etmiştir. İleride de geleceği üzere Çin hakkında Müslüman seyyahlar çoğu zaman övgü diliyle bahsetmişler ve Çin hükümdarlarının ne kadar adil olduğundan dem vurmuşlardır. Süleyman et-Tacir, Çin hükümdarlarının yanında halkının da ne yapıp ettiğini dikkatli şekilde gözlemlemiştir.

Süleyman et-Tacir’in anlattığına göre Çin halkı büyüğüyle küçüğüyle her mevsim ipekten elbiseler giymektedirler. Yiyeceklerini genellikle pirinçten imal ederler. Ayrıca seyyahımız, bu halkın çok temiz olmadığından ve dinlerinin de Mecusilere benzediğinden söz eder. Yine Çin halkını anlatırken onların gece ve gündüz vaktini bildiğini hatta zamanı tayin edebilmek için bir alete sahip olduklarını da aktarmaktadır. Kitapta aktarılan ilginç bilgilerden biri de hükümdarın tekelinde olan  ve Sah adı verilen bitkidir. Çinlilerin kaynamış suyun üzerine serpip de içtiği bu bitkiyi Tacir, yoncadan daha yapraklı, biraz tatlı ve acı, hastalıklara faydalı şeklinde anlatır. Kitapta da belirtildiği üzere Süleyman et-Tacir’in vurgu yaparak anlattığı bu bitki bugün ziyadesiyle yaygın  bir kullanıma sahip olan çaydır. Müellifin buradaki vurgusu ise çayın hükümdarın tekelinde oluşu ve devletin gelir yollarından biri oluşu dolayısıyladır.

Süleyman et-Tacir’in dikkat çektiği hususlardan biri de malî konulardır. Eserinde aktardığına göre Çin’de vergi uygulaması bulunmamakta yalnızca lüzum görüldüğü kadar her erkekten cizye (baş vergisi) alınmaktadır. Bu vergi, halktan birinin on sekiz yaşına girmesiyle başlamakta ve seksen yaşına kadar devam etmektedir. Seksen yaşına giren kişiye ise devlet, Süleyman et-Tacir’in deyişiyle; “Gençliğinde ondan para aldık, ihtiyarlığında maaş verelim.”[2] diyerek bugünün kavramıyla o kişiyi emekliye sevk etmektedir.

Tacir’in hükümdarlar hakkında verdiği bilgilere göre Çin ve Hind halkları, dünya hükümdarlarını dörde ayırmaktadırlar. Buna göre ilk saydıkları hükümdar, Arap hükümdarlarıdır. Onlara göre Arap hükümdarları yani halifeler en ihtişamlı en zengin ve en büyük hükümdarlardandır. Ardından Çin hükümdarları gelmektedir. Daha sonra Rum yani Bizans hükümdarları sayılır ve son olarak Küpe takımların hükümdarı Belhera gelmektedir.

Bunların dışında Süleyman et-Tacir Çinlilerin, dinlerini Hindistan’dan aldıklarını söylemektedir. Ona göre Çinlilerin çoğu okuma yazma bilse de dinî ilim sahibi insanlar değillerdir. Tıp ve felsefe de yine aynı şekilde Hindistan’dan gelmektedir. Ayrıca ona göre astronomi ilmi Çin’de olsa da Hindistan’da daha ileridir.

Süleyman et-Tacir’in eserine zeyl yazanlardan biri olan Ebu Zeyd el-Sirûfî de Tacir’in bahsettiği meseleler üzerinde durmuş ve müellifin kitabında bulduğu bazı yanlışları veyahut ondan sonra vuku bulmuş olayları eserine almıştır. Onun anlattığı en ilginç olaylardan biri İbn Vehb adında bir adamın hükümdarla görüşmesi anında geçen konuşmadır. İbn Vehb, Çin’e gittiğinde hükümdara bir dilekçe gönderip Arapların peygamberinin soyundan geldiğini söyleyerek görüşme talep etmiştir. Hükümdar bunu duyunca iyice araştırılmasını istemiş ve ardından durumu doğrulattığında onu huzuruna kabul etmiş ve ona dinî konular dahil olmak üzere birçok konu hakkında soru sormuştur. Ebu Zeyd es-Sirûfî’nin anlattığına göre hükümdar ona “Peygamber’ini görsen tanır mısın?” dediğinde İbn Vehb “Ben Onu nasıl görebilirim? O, şimdi Allah katında.” cevabını vermiştir. Hükümdar ise “Kendisini değil resmini kastediyorum.” diye devam etmiş, ardından içinde birçok resim olan bir sepet getirtmiştir. Sirûfî’nin İbn Vehb’den rivayet ettiğine göre Çinliler birçok peygamberin resmini çizip üzerine birçok yazılar yazmışlardır.[3]

Ebu Zeyd es-Sirûfî ve Mesûdî, Süleyman et-Tacir’in eserinde yer vermediği Sokotra Adası’ndan da bahsetmektedirler. Anlatılana göre ada halkının neredeyse tamamı Hristiyan’dır. Bu durum, adanın Somali burnu açıklarında yer almasından dolayı coğrâfî olarak bir hayli ilginç görünmektedir. Adada Hristiyanlığın yaygın olmasının sebebi Büyük İskender’in Fars seferi sırasında buraya Yunanlıları yerleştirmesi olarak belirtiliyor. İskender, hocası Aristo’ya yazdığı bir mektupta ele geçirdiği yerlerden bahsedince; Aristo, Sokotra Adası’nın da mutlaka alınması gerektiğini, orada tıbbî olarak çok önemli olan Hind hurmasının bulunduğunu söyler. Bunun üzerine İskender, hocasının bu isteğini gerçekleştirir.[4]

Esere zeyl yazanlardan bir diğer isim Mesûdî’dir. O da Sirûfî gibi Süleyman et-Tacir’in eksik bıraktığı konuları daha ayrıntılı anlatmak için çaba sarf etmiş ve bu iki yazarın odaklanmadığı noktalara ağırlık vermiştir. Özellikle Çin seyahati esnasında denizde vuku bulan hadiseler Mesûdi için ilgi çekicidir. Bu hadiselerden biri denizden incinin çıkarılma serüvenidir. Mesûdî, incinin nasıl çıkarıldığını, dalgıçların yüzlerini ne ile kapattığını hatta incinin nasıl oluştuğunu dahi anlatmaktadır.

Deniz üstündeki hatıralarından bahsettiği bölümde Mesûdî, hortumun nasıl oluştuğuna dair birbirinden ilginç fikirlerden de bahsetmektedir. İnsanların, sebebini tam bilemedikleri bu yıkıcı ve devasa doğa olayı ile ilgili çeşitli görüşler vardır: Bazıları hortumun bulutlar siyahlaşıp hava kararınca ve rüzgarlar esince denizden çıkan yılanlar olduğunu zannetmiştir. Bazıları ise hortum hakkında onun denizin altında bir canavar olduğunu ve balıklara eziyet ettiğini bu yüzden de Allah Teâlâ’nın bulutlar ve melekler göndererek onu denizden çıkardığını, çıktığında da büyük, parlak, siyah bir yılan olarak göründüğünü düşünmüştür.

Denizlerde meydana gelen olayların bir diğeri balinalarla ilgilidir. Mesûdî’nin anlattığına göre denizciler balinalardan korkar ve davul çalarak gemilerden uzak tutmaya çalışırlar. Balinanın ise korkup kaçtığı şey leşk denen küçük bir balıktır. Bu balık balinanın kuyruğunun dibine yerleşir ve onu öldürene kadar bırakmaz. Balina ise bu balıktan ancak öldüğünde kurtulabilir. Ayrıca Mesûdî’nin balinalar ile ilgili anlattığı başka bir husus daha vardır: Denizin dibinde amber adında mantar gibi renk renk bir şey biter. Balinalar bu amberi yediğinde rahatsızlanır ve bir süre sonra ölür. Sahil bölgelerdeki halk denizin yüzeyine çıkan veya karaya vuran balinanın karnını açarak bu amberi oradan çıkarır. Balina midesinin değmediği kısımlar amberin kullanılabilen kısımları olarak satılır. Ele geçirilen balinanın kaburgalarından sandalye ve koltuk gibi şeyler yapıldığı da aktarılmaktadır.

Netice itibari ile Süleyman et-Tacir’in eseri ve ona yazılan iki zeyl, Çin’den Mısır’a kadar arada kalan yerlerin kendi dönemlerindeki durumunu resmetmektedir. Arapça olan eser, Ramazan Şeşen tarafından Süleyman et-Tacir’in metni ve iki adet zeyli ile birlikte Türkçeye tercüme edilmiş ve Yeditepe Yayınevi tarafından neşredilmiştir. Kitabın Türkçe tercümesindeki ismi; “Doğu’nun Kalbine Seyahat; Çin ve Hind Ülkeleri Hatıraları ve İlaveleri” şeklindedir. Bu eserin en önemli yanlarından biri de Marko Polo’nun seyahatnamesiden önce yazılmış olması ve bunun yanı sıra İslam coğrafyacılarına göre bilinen en eski seyahatname türü eser olmasıdır.[5] Bu durum eseri kendi türünün sayılı örneklerinden biri haline getirmektedir. Türkçeye yakın zaman önce çevrilen eser, Avrupa’da çok uzun bir müddettir bilinmektedir. Eserin Fransızca tercümesi ilk kez 1718 yılında neşredilmiştir.[6]


[1] Süleyman et-Tacir, Doğunun Kalbine Seyahat: Çin ve Hind Ülkeleri Hatıraları ve İlaveleri, çev. Ramazan Şeşen, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2018, s. 11.

[2] et-Tacir, Doğu’nun Kalbine Seyahat, s. 31.

[3] Ayrıntılı bilgi için bkz: et-Tacir, Doğu’nun Kalbine Seyahat, s. 45.

[4] et-Tacir, Doğu’nun Kalbine Seyahat, s. 65.

[5] Osman Cilacı, “Ahbârü’s-Sîn ve’l-Hind”, DİA, I, s. 493.

[6] Cilacı, “Ahbârü’s-Sîn ve’l-Hind”, DİA, I, s. 493.