İçeriğe geç
Anasayfa » SEYAHATÜ’L KÜBRA ÜÇ KITADA YOLCULUK

SEYAHATÜ’L KÜBRA ÜÇ KITADA YOLCULUK

Seyahatnameler, yazıldığı döneme tanıklık etmesi bakımından günümüz için çok önemli bir kaynaktır. Bir de aynı müellif farklı farklı coğrafyalara seyahat ettiyse hem tek bir bakış açısı altında çeşitli kıyaslar yapma imkânı elde etmiş oluruz hem de söz konusu coğrafyaların daha önceki tarihlerde veya günümüzde ne gibi değişimler geçirdiğini tespit edebiliriz. Ayrıca bir seyyahın hem siyasi tarihi hem de sosyal tarihi aynı anda gözlemleme imkânı da döneme dair birçok boşluğu dolduracak bir yaklaşımdır.

Bu yazımızda ele alacağımız Seyahatü’l-Kübra eserinin müellifi olan Süleyman Şükrü yukarıda açıkladığımız özelliklerin neredeyse tamamını taşımaktadır. Ayrıca Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinden sonra bir Türk müellifin kalem aldığı en geniş kapsamlı seyahatname[1] olması da eserin önemini ve kıymetini ortaya koymaktadır. Söz konusu eser, on dokuzuncu yüzyılın sonları ile yirminci yüzyılın başlarında telif edilmiş olup Süleyman Şükrü Efendi’nin Avrupa, Asya ve Afrika kıtasında yaptığı yolculuklarını içermektedir.       

Süleyman Şükrü, Posta ve Telgraf Nezareti’nde devlet memuru olarak çalışırken bir arkadaşıyla araları açılmış ve bu olay sonrasında bulunduğu yerden sürülmüştür. Daha sonra birkaç farklı yerde kısa süreli zaman geçirdikten sonra Tahran’a gelip Osmanlı elçiliği vesilesiyle af talep ettiyse de bir netice alamamıştır. Ancak Tahran’da bulunduğu süre zarfında bir gece ibadetle meşgul olduktan sonra uykuyla uyanıklık arasında bir zatın zuhur ettiğini ve ona çok yerler gezeceğini bildirdiğini ifade etmektedir.[2] Onun bu hali Evliya Çelebi’nin seyahatine başlama hikayesine benzemektedir. Başka bir ifade ile o gece Süleyman Şükrü, Evliya Çelebi gibi dünyayı dolaşma misyonunu üzerine almış ve bu vazife ile gittiği yerleri çoğu zaman kendi içinde belli bir sistem oluşturarak yazmıştır. Netice itibari ile Süleyman Şükrü’nün memuriyetinde yaşadığı sıkıntılar ve Tahran’da gördüğü bu rüya kritik bir dönemi birçok farklı açıdan bugüne aktarma imkânı sağlamıştır.

Süleyman Şükrü Efendi rüyayı Tahran’da görüp vazifesini burada üstlenmesine rağmen kitabın içeriği Anadolu coğrafyası ve bilhassa kendi memleketi olan Eğirdir ile başlamaktadır.  Süleyman Şükrü birçok ülke ve şehri eserine almış olsa da bu yazımızda hepsine değinmemiz mümkün olmayacaktır. Ancak ele alacağımız temsil gücü yüksek belli başlı şehirler eserin genel tavrı ve tarihin hangi kısmına denk düştüğü hakkında fikir verecektir. Süleyman Şükrü, Anadolu’yu anlatırken en geniş kısmı kendi memleketine ayırmıştır lakin onun Dersaadet’e dair yazdıkları bizim için de bir başlangıç noktası oluşturabilir. Kitabın tamamında devletine bağlılığını çokça aşikâr eden müellif İstanbul’u anlatırken cümlelerini hassasiyetin en yüksek mertebelerinde kurmaktadır. O, Dersaadet bölümüne şöyle başlamaktadır; “Halık-ı lem yezel cihanı yarattığı sırada zemini ziynetlendirmek için arsa-i cennetten bir miktarını yed-i kudretiyle kaldırıp kürenin kava‘id olan İstanbul mevkiine hâtim kaşı gibi kondurmuştur.”[3] Ardından Fatih Camii ve Ayasofya’ya gittiğini anlatır ve İstanbul’da karşılaştığı iyi ve kötü hadiselere değinir. Bilhassa sokakların dilinden İstanbul’un sonbaharına dair tahliller vurgulanmaktadır. Siyasi veya ekonomik meseleler hakkında ise çok fazla fikir belirtmemektedir.

Dersaadet ile ilgili kısa mülahazalardan sonra bir seyahatname yazmayı kendine görev saydığı Tahran’ı ele almak yerinde olacaktır. Süleyman Şükrü, bir şehri anlatmaya başladığında önce nüfusu hakkında bilgi verir. Ardından askerî olarak ne durumda olduğunu söyler ve daha sonra kendi tecrübelerini yer yer eleştirel bir dille yer yer övgüyle anlatmaya başlar. Tahran hakkında da gerekli bilgileri verdikten sonra daha çok eleştirel üslubunu ön plana çıkararak gördüklerini aktarmaktadır. Özellikle Tahran halkının nasıl bir hal içinde olduğunu çok sert bir şekilde ifade etmektedir. Müellif, İran halkını evvela taassupla suçlamaktadır. Bilhassa halkın kime itaat ettiği noktasında ülkedeki problemi ele alarak sürdürür eleştirilerini. Zira halk kendi şahına değil de daha çok “ahundân” olarak ifade edilen din adamlarına itimat etmektedir. Elbette bu durum dışarıdan bakıldığında çok riskli gibi görünmez, neticede şah da ahundân da Müslümandır. Ancak bu din adamları da halkın kendisi gibi taassup ehli olduklarından ortaya yozlaşmış bir düzen çıkmaktadır. Süleyman Şükrü hem halkı hem din adamlarını şu cümlelerle özetlemektedir; “Yediği âbgûş, giydiği keçe külâh, taşıdığı efkâr-ı sıkma, kanı müncemid, asabı uyuşuk, tiryak-keş bir milletin uleması da hüsn-i niyetten böyle azâde olur ise hükümet ne yapsın.”[4]

Müellifin, Tahran’da karşılaştığı meselelerden biri de Şii-Sünni çatışmasıdır. Söz konusu çatışmayı bir hamamın girişinde kendi de tecrübe etmiştir. Buna göre İran’da Hristiyanlar hamama alınmadığı için kapıda bir görevli, gelenlere Müslüman olup olmadıklarını sormaktadır. Süleyman Şükrü de Müslüman olduğunu söyledikten sonra ikinci bir soruyla karşılaşır; “Ömerî misin Şia mısın?” Bu soru üzerine çok sinirlendiğini ifade eden müellif tekrar İranlıların tasssuplarına vurgu yaparak konuyu bitirir. Ancak Şia meselesine atıf bu kadarla sınırlı değildir. Süleyman Şükrü bizzat belli başlı Şii müelliflerin eserlerini de inceleyerek bazı yorumlarda bulunur. Özellikle bu kitaplardaki Türklere dair iftiralara değinen müellifimiz, İran’ın önceki devirlerinde bünyesinden çıkardığı Hâfız, Sadî, Firdevsî, Feridüddin Attar, Nasreddin Tûsî gibi isimleri örnek vererek ülkenin o günkü hali ile bir kıyas yapmaktadır. Netice itibari ile Süleyman Şükrü halkın içinde bulunduğu durumu ve Şii imamları ciddi şekilde eleştirse de Tahran’ın Avrupa şehirlerine benzemeyen doğuya has bir letafeti olduğunu da vurgulamaktadır.

Müellif’in üzerinde uzunca mülahazalarda bulunduğu bir diğer ülke ise Mısır’dır. Mısır’ın İskenderiye ve Kahire şehirlerinden özellikle bahsetmiş ayrıca ülkenin geneli ile ilgili de bürokrasisinden ticaretine kültüründen tarımına birçok konuda sistematik bilgiler vermiştir. Ancak belki de Mısır’dan bahsederken en ilginç vurgularından biri Mehmet Ali Paşa’ya dairdir. Süleyman Şükrü devletine ciddi şekilde bağlı biri olarak Mehmet Ali Paşa’yı katil-i İslam olarak nitelemektedir. Ülkeyi anlatırken lafı birçok yerde paşaya getirip onu ciddi şekilde eleştirmektedir.

Müellifin ülkesine bağlılığının başka bir yansıması da Jön Türkler ile ilgili değerlendirmeleridir. Mısır’daki Jön Türklerin nasıl bir hayat yaşadığını anlatan Süleyman Şükrü bu kimselerin kılıktan kılığa giren insanlar olduklarını, karşılaştıkları kişilere göre kendilerini farklı şekilde tanıttıklarını anlatır. Ülkelerin tanıtımlarının yanında böylesine ciddi konularda müellifin üslubu sertleşir ve karşısındaki kişileri amansız bir şekilde eleştirir. Mısırdaki Jön Türkler de işte bu anlatımdan nasibini almışlardır. Süleyman Şükrü aynı tutumu Paris’teki Jön Türkler ile ilgili de sürdürür. Onun devletine karşı bu sadakati sonraki araştırmacılar tarafından farklı şekilde yorumlanmıştır. Örneğin dönemin hükümdarı II. Abdülhamid’in Süleyman Şükrü’yü Jön Türkler hakkında malumat toplayacak bir casus olarak gönderdiği hatta bununla da kalmayıp gizlice Çin’e yolladığı söz konusu araştırmacıların yorumlarından bazılarıdır.[5] Ancak bu görüşler Süleyman Şükrü’nün genel seyahati göz önüne alındığında birkaç sebeple bertaraf edilebilir niteliktedir. Öncelikle Süleyman Şükrü’nün haksız yere bir tutuklama kararı ile karşı karşıya kalması ve ülkesini terk etmek zorunda kalması bu hürmetin bir sebebi olabilir. Zira birçok kere Dersaadet’e haber göndertip af talebinde bulunur. Gittiği ülke ve şehirlerde ilk işi bir Osmanlı elçiliği bulup derdini anlatmak olur. Bu yüzden eserine hâkim üslup hem affedilme umudu hem de memleket hasretinin bir dışavurumu şeklinde yorumlamaya müsaittir. Ayrıca bu af taleplerine rağmen olumlu bir netice alamayıp kitabını Petersburg’da bastırmış olması da onun casus olamayacağı gerçeğini destekler niteliktedir.[6] En nihayetinde Mısır seyahatine dönecek olursak, müellif genel olarak ülkenin o günkü ekonomik, siyasi ve sosyal şartlarını genel hatlarıyla aktarmaktadır. Ayrıca ülkenin ilmî manada şöhret bulmuş isimlerine ve yapılarına da eserinin söz konusu bölümünde yer vermektedir.

Yazımızda ele alacağımız temsil gücü yüksek şehirlerin sonuncusu ise Paris’tir. Müellif, Paris şehrini anlatmaya başlarken methini işitmekten adeta şehre âşık olduğunu ifade ederek başlamaktadır. Böyle bir giriş üslup olarak doğu şehirlerini anlatırken çok ön plana çıkmasa da ilerleyen sayfalarda mutedil bir hale gelmektedir. Zira Şanzelize Caddesi’ni, Eyfel Kulesi’ni ve Nikola Köprüsü’nü ayrıntılı bir şekilde tasvir ettikten sonra Paris’in ve Fransızların genel haline dair malumatlar vermektedir. Buna göre Paris’e dair her ne kadar “daha görmeden aşık olduğum şehir” minvalinde ifadeler kullansa da sıra İstanbul ile Paris’i kıyasa geldiğinde şöyle demektedir; “… kubbe-i asumana doğru olanca letafetleriyle uzanan müteaddid şerefeli birçok minarelerin, yemîn ü yesârda azamet-i endamını gösteren tasarrud kulelerinin görünüşleri, gönülleri sayd eden bu letafet, görenleri hayrete düşüren bu şeref bu derece-i şevket ve mehabet cihanın Paris’inde de yoktur.”[7] Fransızlardan bahsettiği yerlerde ise çok olumlu bir intibaya sahip olmadığı ilk cümleden anlaşılmaktadır. Süleyman Şükrü öncelikle onları renksiz bir kavim olarak nitelemektedir. Ardından çok çabuk değişen ruh hallerini “seylabe-i matar ile ikide bir bozulan çay sularına” [8] benzetmektedir. Ayrıca çalışmaktan hoşlanmayan zevk ü sefaya düşkün bir millet olduklarını da gözlemlerine eklemektedir. Bunların dışında müellif, yukarıda da atıf yapıldığı üzere Paris’teki Jön Türklerin ahvalini de bir bölüm ayırarak eserine eklemiştir.

Sonuç olarak Süleyman Şükrü üç kıtada onlarca şehir dolaşmıştır. Bunlara Atina, Buhara, Viyana, Cebelitarık, Kalküta, Bombay, Hong Kong ve Şangay örnek olarak verilebilir. Ancak yazımızın sınırları gereği en çok üzerinde durduğu üç kıtadan birer şehir yahut ülkeye değindik. Süleyman Şükrü’nün, yukarıda da atıf yapıldığı üzere, seyahatini bir görev bilinciyle yerine getirmesi her ne kadar Evliya Çelebi ile benzerlik gösterse de bilhassa gittiği her yerde önce af talebi için Osmanlı ile irtibata geçebileceği bir yer araması ve (muhtemelen maddi imkanların da önemli bir etkisi olmuştur) ziyaret ettiği şehirlerde keyfi bir şekilde dolaşması başka bir ifade ile etraflı bir malumat toplamak için ayrıca bir çaba içine girmemesi onu Evliya Çelebi’den ayıran başlıca özelliğidir. Ancak yine de yirminci yüzyılların başında dünyanın gidişatına dair genel bilgilere ilk ağızdan ulaşma imkânı sağladığı için emsalsiz bir konumu haiz olduğunu söylemek de yerinde olacaktır.


[1] Süleyman Şükrü, Seyahatü’l-Kübra, haz. Hasan Mert, Türk Tarih Kurumu Yayınları, s. XXI.

[2] Süleyman Şükrü, Seyahatü’l-Kübra, s. 158.

[3] Süleyman Şükrü, Seyahatü’l-Kübra, s. 61.

[4] Süleyman Şükrü, Seyahatü’l-Kübra, s. 129.

[5] Süleyman Şükrü, Seyatü’l-Kübra, s. XX.

[6] Kitabın genel mahiyeti hakkında değerlendirme için bkz; Süleyman Şükrü, Seyahatü’l-Kübra içinde; Hasan Mert, Karçıncızade Süleyman Şükrü ve Eseri Seyahatü’l-Kübra Hakkında Bir Değerlendirme.

[7] Süleyman Şükrü, Seyahatü’l-Kübra, s. 209.

[8] Süleyman Şükrü, Seyahatü’l-Kübra, s. 209.