İçeriğe geç
Anasayfa » ŞEYHU’L-KURRÂ HACI HAFIZ İSMAİL BAYRİ es-SİRÛZÎ (v.1972) ( Rahmetullâhialeyh )

ŞEYHU’L-KURRÂ HACI HAFIZ İSMAİL BAYRİ es-SİRÛZÎ (v.1972) ( Rahmetullâhialeyh )

Serezli Arif Efendinin mahdumu olan Şeyhu’l-Kurrâ Hafız İsmail Efendi 1905 senesinde İstanbul’da doğmuş, 1972’de İstanbul’da vefat etmiştir. Henüz idadiye tahsilinde iken kader-i ilâhi vuku bulan tramvay kazası neticesinde İsmail Efendi’nin iki ayağı da kesildi. Sol bacağı tamamen kalçadan, sağ bacağı ise kalçanın 25 santimetresine kadar kesildi. Dayısı Ahmet Şükrü Efendi, Fatih dersiâmlarından olup aynı zamanda şeyhu’l-kurrâ idi. Ahmet Şükrü Efendi, yeğenini himayesine alarak ona hıfzını ikmal ettirdi. Akabinde kifayet miktarı ulûm-ı Arabiyye ( sarf, nahiv, belagat, meâni ve bedi‘ ) bunun yanında ulûm-ı Şer’iyye (fıkıh, usûl-ı fıkıh, hadis, usûl-ı hadis, tefsir, usûl-ı tefsir ) ilimlerinde maharet kesbettirdi. Daha sonra ulum-ı Kur’an’ı sırasıyla aşere-i suğrâ ve aşere-i kübrâ ile onu mücehhez kılmış ve Hafız İsmail Efendi “kurrâ” vasfını elde etmişti. Bu tahsilleri elde ederken bir taraftan da hocasından aksetmiş olan ilimleri kendi akranlarına ve daha dûn olan arkadaşlarına vermeye çalıştı. Mu‘caz olduktan sonra almış olduğu ilm-i kıraati büyük titizlikle talebe-i ulûma aktarmış mu‘ciz vasfını da kazanarak “şeyhu’l-kurrâ” unvanını almıştır.

Şunu hatırlayalım ki o devirler (1926-1950 yılları arası) elif cüzleri ve Kur’an-ı Kerim, suç aleti kabul edilip bunları okuyanlar, okutanlar yakalandıklarında karakollarda, mahkemelerde suçlu muamelesi görmekteydiler. Her şeye rağmen, Şeyhu’l-Kurrâ Hafız İsmail Efendi büyük bir azim ve gayretle Kur’an-ı Mübin-i Hakîm’in elfâzını dilden dile gönülden gönüle aynı şekilde mana ve mefhumunu da kalpten kalbe büyük bir titizlikle aktarmaya çalışmıştır. Maişetini temin için Fatih semtinin Kıztaşı mevkiinde bir bakkal açar, o bakkalın arka tarafında küçük bir mekânı tedrisat için hazırlar, gelen talebeleri tek tek en fazla ikişer ikişer okutmaya çalışır. Herhangi bir takibatta talebeleri müşteri sıfatıyla takdim ederdi.

1938 senesinde Diyanet İşleri Başkanlığı, Afyon iline bir Kur’an-ı Kerim muallimi gönderilmek üzere İstanbul Müftülüğünden ricada bulunur. Zamanın İstanbul Müftüsü, Şeyhu’l-Kurrâ Hafız İsmail Efendi’ye bu ihtiyacı bildirir, O da hiç düşünmeden kabul edip bakkal dükkânını tasfiye eder, henüz yeni evli ve bir çocuk sahibi iken vakit kaybetmeden Afyon’a gider.

Hafız Âşık Mehmed Efendi de, Şeyhu’l-Kurrâ Hafız İsmail Efendi ile başlamış oldukları ilm-i kıraati ikmal etmek için kendisiyle birlikte Afyon’a hicret ederler. Afyon’da büyük maddi sıkıntılar içerisinde 1950 yılına kadar çok güzel hafızlar, ehl-i Kur’anlar ve kurrâlar yetiştirmeye muvaffak olurlar. Merhum hocamız Hacı Hafız İsmail Efendi 1950 yıllarının sonunda İstanbul’a avdet eder. Kıztaşı mevkiinde Dülgerzâde Camii Şerifi’nde “Dülgerzâde Kur’an-ı Kerim Kursu” muallimi olarak 1972 yılına yani vefatına kadar bu ilmi neşretmeye (Ta‘lîmü’l-Kur’an, Mehârîc-i Hurûf, Sıfat-ı Hurûf ve İlm-i Kıraat) fasılasız devam eder.

O; Rabbimizin,  “Kur’ân’ı açık açık, tane tane oku.”[1] Âyet-i celîlesini, hocası Hacı Hafız Ahmet Şükrü Efendinin telkiniyle çok güzel kavramıştı ve Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin “Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğreteninizdir.” ve “Kur’an’ı okuyunuz. Zira O, kıyamet günü, sahibine şefaatçi olarak gelir.” hadis-i şeriflerini ve benzeri hadis-i şerifleri kendisine düstur edinerek gecesini gündüzüne katarak hayatını Kur’an-ı Kerim’e vakfetmiştir.

ŞEYHU’L-KURRÂ HACI HAFIZ İSMAİL EFENDİNİN ŞAHSİYETİ

Hafız İsmail Efendiye uzaktan bakanlar kendisini nâr-ı beyzâ halinde bir celâlî tecelli içinde görürlerdi. Lakin kendisine yaklaşılınca bu halin İslam’ı, Kur’an’ı ve onların hizmetkârlarını istihfaf edenlere karşı bir zırh olduğu anlaşılırdı. O celâlî tecelliyle Hafız İsmail Efendide var olan vakar ve ihtişam ifadesinin arkasında derin bir tevazu ile çocuksu bir safiyet müşahede edilirdi. O, son temsilcisi olduğu Osmanlı ulema ve şeyhu’l-kurrâ kafilesinin mümeyyiz vasıfları olan istiğnâ-i kalb, vakar, edeb, gayret-i diniye, zâhirî ve bâtınî temizlik, nezaket, intizam ve sabr-ı sebatın müşterek bir enmüzeci idi. İlm-i kıraatteki derin vukûfuyeti O’nu akranları ve üstleri arasında büyük bir saygı ve sevgiye mazhar kılmıştır.

O, İslam’ın en hor ve hakir görüldüğü zamanlarda bile muazzam istiğna-i kalbiyesi ile Kur’an’ı Kerim hizmetinde mü’sir olmuştur. Ömrünün yarım asırlık kısmında, artık unutulup yok olmaya yüz tutmuş bulunan ilm-i kıraatin ihtişamlı ışıklarını saçan bir meşale olmuştur.

Türkiye’de de bu vasıflara hâiz zevât-ı kiram sayılabilecek kadar azalmıştı. Hacı Hafız Abdurrahman Gürses Hazretleri, Hacı Hafız Gönenli Mehmed Efendi Hazretleri, Hacı Hafız Çolak Mehmed Efendi Hazretleri, Hacı Hafız Ali Üsküdâri, Hacı Hafız Âşık Mehmed Rüştü Efendi Hazretleri, Hacı Hafız Ali Haydar Efendi (Rahmetullâhialeyhim ecmaîn) bu kimselerdendir.

Hocaefendimiz aynı eslafı gibi talebelerine sadece ilm-i kıraat teknik bilgilerini öğretmekle kalmayıp onlara aynı zamanda verese-i enbiyadan biri olarak Muhammedî ahlâkın fiilî tezahürlerini telkin suretiyle de onları manen terbiye ettiğine rahle-i tedrisinde bulunmuş herkes istidadı nispetinde şahittir. Gerçekten vakarla tevazuu ahenkli bir surette mezcetmiş bulunan bu büyük zat, Muhammedî ahlâkın bir numûne-i imtisali idi. Ömründe onun, tebessümü aşan bir üslupla güldüğünü, Kur’an-ı Kerim öğretiminde yorgunluk veya bezginlik gösterdiğini veya dünya mal ve mansıbına alâka duyduğunu müşahede etmiş tek bir fert mevcut değildir. Son derece adil ve hakkaniyet sahibi idi. Bunu bir misal ile ispat etmek istiyorum: Ders esnasında dersle ilgili bana bir sual sordu, suali cevaplandırdım, “Yanlış.” dedi ve bana bir tokat vurdu. Kitabı mütalaa esnasında benim cevabımın doğru olduğunu tebeyyün etti. Hemen mübarek başını uzattı, “Bana vur.” dedi. Ben de hemen mübarek alnından öperek, “Benim için en tatlı bir haldir, zira hocanın vurduğu yerde gül biter inancına sahibiz.” dedim ve böylece meseleyi noktaladık. Bu hal Onun ne denli adil ve hakkaniyet sahibi olduğunu göstermeye kâfi ve vâfi bir misaldir. Talebelerine karşı son derece müşfiktir. Eğitimde ve öğretmede onun için zaman mefhumu yoktu. Talebe ne zaman ders için kapısını çalarsa o talebeye kapısını açardı. 1966 yılının sonundan 1972 yılına kadar beş sene kendisiyle beraber hane-i saadetinde ve Dülgerzâde Kur’an Kursu’nda beraber olduk. Tıpkı bir seyit ve hâdim gibi (efendi ve hizmetkâr gibi)… Bu benim hayatımın en zevkli ve verimli anlarından olmuştur.

İsmail Efendiye talebe olma serüvenim şöyle gelişmiştir: Hıfzımı rahle-i tedrisinde ikmal ettiğim Hacı Hafız Yusuf Efendi Hazretlerinin emir ve tavsiyeleriyle Rize’de imam hatip okulu olmadığından 1966 yılı sonunda İstanbul’a gittim. Rize’den yolcu ederken bana şu cümleleri söyledi: “Evladım! Hadi İstanbul’a git. Allah (c.c.) bahtını açık eylesin. İstanbul’da ne ararsan bulursun.” Ben de İstanbul’da Fatih semtinde halamın oğlu merhum Ramazan Erkan’ın yanına geldim. O bana kol kanat gerdi. Cenab-ı Hak, bunun mukabilinde Cennet-i Firdevs’inde iskân eylemelerini kendisine ve hanımına nasip ve müyesser eylesin. İlk günler idi, Ramazan Erkan beni yine bizim kazamızdan Ancalı Hafız İbrahim Efendiye getirdi. Kendisine, “İşte bu benim hemşerim, hafızlığını ikmal eylemiş, sarf ve nahiv okumuş samimi bir kardeşimizdir.” dedi. Benim yerime bunun kabulünüzü istirham ederim. Hafız İbrahim abimiz de aynı yıl ilm-i kıraatten mu‘caz olmuştu. İsmail Efendiye talebeliği yanında Onun hizmetinde bulunma şerefine de nail olmuştu. Bu vazifeyi bendenize devretti. Ben de hocamın aynı şekilde hem talebeliğini hem de hizmetkârlığını ömrünün son anına kadar îfa etmek şerefine nail oldum.

İlk dersimiz ilk karşılaşmamızda başladı. Benden, bir tekbir getirip “Sübhaneke” okumamı istedi, ben de emrini yerine getirdim. Akabinde, “Kimden talim okudun?” buyurdu. Ben de cevaben, talim okumadığımı elif ba’dan başlayıp hıfzımı bitirdiğimi ifade ettim. Kendisi taaccüp etti ve şöyle dedi: “Talim okutmadan böyle okutan hocaefendi var demek ki.” Ben de sevinerek okumamın noksansız olduğunu zannettim. Lakin öyle değilmiş, tam bir hafta aynı duayı çalışarak sekizinci derste geçebildim.

ŞEYHU’L-KURRÂ HACI HAFIZ İSMAİL EFENDİNİN TALİM USÛLÜ

Hocaefendi önce talebeye, tekbirle başlatarak namaz dualarını talim ettirirdi. Bunlar bitince “eûzu besmele” ile Fatiha-ı şerife ile beraber aşağıdan yukarıya doğru sureleri Amme cüzünü ikmal ettirirdi. Sırasıyla sûre-i Yâsîn, sûre-i Mülk, sûre-i Vâkıa, sûre-i Duhân, sûre-i Feth, sûre-i Secde, sûre-i Kehf’i talim ettirir, bunlar bitince Kur’an-ı Kerim’in evvelinden başlatarak günde bir sahife olmak üzere talim yaptırırdı. Bu, 15. cüze kadar böyle devam ederdi. 15. cüzden sonra ikişer sahife olmak üzere hatmi ikmal ettirirdi. Eğer talebenin istitaati kuvvetli ise sure-i Bakara’dan sonra ikişer sahife devam ettirirdi. Bu da ender-i nadirattan olan bir şeydir. Talim bu şekilde ikmal olunca talebe ilm-i kıraat okuyacaksa onun sarf ve nahivdeki vukûfiyetini kontrol eder, onu ilm-i kıraate başlatırdı. İsmail Efendi büyük bir titizlikle elfâz-ı ilâhiyyeyi üstazından ahzettiği gibi talebelerine fütursuz olarak naklederdi. Bu ancak yaşanarak anlaşılabilir; tarifi kabil değildir. Merhum hocamızdan mu‘caz ilk talebelerinden birkaçını rahmete vesile olsun diye zikredelim. Hacı Hafız Âşık Kutlu Mehmed Efendi, Hacı Hafız Düzceli Hasan Efendi (rahmetullahialeyhim ecmain). Mu‘caz son taleberi ise Hacı Hafız Miktad Temiztürk, Hacı Hafız Hasan Araz, Hacı Hafız Mehmed Işıldak (rahmetullahialeyh), Hacı Hafız Sami Efendi, bir de bendeniz Hacı Hafız Mustafa Demirkan.

ŞEYHU’L-KURRÂ HACI HAFIZ İSMAİL EFENDİNİN VEFATI

Sene 1972. Bir yatsı namazını müteakip hocamız hane-i saadetlerinde sekerat-ı mevt halinde rahatsız iken bendeniz arkasında yastık vazifesi görmekte idim. Hafız talebelerinden muhterem Hacı Hafız Bayram Efendi, Hacı Hafız İbrahim Gündoğar Efendi ve diğerleri, birlikte Kur’an-ı Kerim tilavet ederken hocamızın mübarek dudakları kıpırdamaya başladı. Belli ki Kur’an-ı Kerim tilavet ediyor. Kulağımı fem-i saadetlerine urdum, dinledim, lakin bir türlü anlayamadım. Takriben bir sahife Kur’an-ı Kerim tilaveti süresince mübarek dudakları oynadı ve böylece ruhunu Rahman’a teslim etti.

Büyük, derin ve hikmetli sözlerin, okunduğunda veya duyulduğunda her ne kadar anlaşılmış oldukları sanılsa da fiilen gerçekleştiğini müşahede etmedikçe layıkıyla kavranabildiklerini söylemek mümkün değildir. Bu gerçeğin, inkârı en gayr-ı kabil olan misalleri aşk ve ölümdür. Bu iki mefhum ve emsalinin derin muhtevasına sadece kitabî bilgilerle ıttıla kesp etmiş olanlarla onları fiilen yaşayanların idrakleri arasında ne büyük bir fark vardır. Az çok dini bilgi edinmiş olan herkesin, muazzam gerçeklerin bir sehl-i mümteni suretinde ifade buyrulduğu hadis-i şeriflerden bir kaçını mutlaka Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in fem-i saadetlerinden sadır olan kelimelerle ezberlemiş olduğu ve mübarek hadis-i şeriflerin muhtevasındaki hakikatlerle az çok telezzüz ve tenebbüh ettiği bir gerçektir. Fahr-ı kâinat Efendimiz Hazretlerinin böyle müstesna inciler misali değerli hadis-i şeriflerinden biri de şudur: “Mevtü’l-‘âlimi ke mevti’l-‘âlemi.” Yani âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir. Bu mübarek sözün ihtiva eylediği hakikate vakıf olduğunu ve bununla ilmin ve âlimin büyük değerini kavramış bulunduğunu sanmamış olan bir tek kimse yoktur. Lakin kendisinden layıkıyla tefeyyüz edilmemiş olsa bile bir kimseye olabildiğince yakın bulunan bir âlim irtihal-i dar-ı beka eyleyince o kimse bu gaybubetin arkada bıraktığı derin boşluk ve ağır hüznü o ölçüde kavrar ki yukarıda zikri geçen hadis-i şerifin medlulü onun karşısında adeta müşahhaslaşır.

Edirnekapı Şehitliği’nde defneylediğimiz muhterem hocamız Şeyhu’l-Kurrâ Hacı Hafız İsmail Bayrı’nın ziyası kendisine benim ve benim gibi kurbiyeti olan birçok Kur’an-ı Kerim muhibbinin, âlimin ölümü ile hâsıl olan boşluğu ve bunun neticesindeki öksüzlük hissinin ağırlığını bihakkın idrakımızı intaç eylemiştir. Gerçekten müstesna bir talih eseri olan kendisinden yıllarca tefeyyüz etmiş insan sıfatıyla bunu en derin bir surette hissedenlerden biri de bendenizim. Zira o yeri kolay kolay doldurulamayacak olan müstesna bir ilim, edep ve bilhassa ilm-i kıraat meşalesi idi. Allahummecme‘nâ fî firdevsinnaîm. (Ya Rabbi! Bizleri Firdevs Cennetlerinde bir araya topla.)

Hulasa bu gibi zatların (ehl-i Kur’an’ların) şahsiyetlerini, hallerini böyle bir kısa yazıda anlatmak, ifade etmek mümkün olmasa gerektir. Bu kadarıyla iktifa ediyoruz.

 

[1] Müzzemmil, 73/4.