İçeriğe geç
Anasayfa » ŞIMARIK BİR KİŞİLİK OLARAK  KÂRÛN

ŞIMARIK BİR KİŞİLİK OLARAK  KÂRÛN

  1. GİRİŞ

Kur’ân-ı Kerîm’de farklı âyetlerde şımarıklık, nankörlük, dünya sevgisi, mala düşkünlük ve kendini müstağni görme[1] gibi durumlar insanın temel eğilimleri olarak belirtilmekte ve tüm bunların insanın haddini aşıp azmasına, aldanıp yoldan çıkmasına, günaha dalıp zulmetmesine ve inkâra saplanıp hakka karşı çıkmasına sebep olduğu çeşitli şekillerde anlatılmaktadır. Bu durumlara dikkat çekilerek insanın temel sorumluluğunun, nefsinin tüm bu eğilimlerini kontrol edip aldanmaması, Rabbine sonsuz bir ihtiyaç içerisinde olduğunu bilmesi, Onu unutmaması ve verdiği nimetlerden dolayı Ona şükreden bir kul olması gerektiği vurgulanmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’de insanların ibret almaları gayesine matuf olarak pek çok kıssa anlatılmıştır. Bunlardan biri de Kârûn kıssasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de Kârûn kıssası, dünya hayatına aldanan, zenginliğiyle mağrur ve Allah’ın bahşettiği zenginliği kendinden bilerek o nimetin gerçek sahibini unutan şımarık bir mütekebbirin fecî akıbetinin ibretlik hikâyesi olarak anlatılmaktadır. Her çağda olduğu gibi günümüzde de fazlasıyla örneğini gördüğümüz dünya hayatına aldanma, kendini beğenme, kibre kapılma, şımarıp böbürlenme ve kendini müstağni görme eğilimi üzerinde durulmayı hak eden bir konudur. Kur’ân-ı Kerîm’in anlam örgüsünde merkezi bir yerde bulunan böylesine önemli bir konuyu işleyen Kârûn kıssası bu makalenin temel konusunu teşkil edecektir.

Şımarıklık kelimesi sözlüklerde, gördüğü fazla ilgiden, verilen yüzden veya kavuştuğu imkânlardan cesaret alarak etrafa aldırmadan aklına estiği gibi aşırı ve taşkın davranışlarda bulunur duruma gelmek, haddini aşmak anlamlarını ifade etmektedir. Ayrıca kapris yapmak ve azmak gibi anlamlara gelmektedir.[2] Bir yönüyle şımarıklık nimetin kıymetini bilememek, nankörlük ve küstahlık demektir. Gündelik dilde insanın sosyal ilişkilerindeki olumsuz bir özelliği olarak kullanılan şımarıklık kelimesinin, Kur’ân-ı Kerîm’de inkârcıların bir kişilik özelliği olarak Allah-insan ilişkisini etkileyen bir mahiyette ele alındığı görülmektedir. Yani Kur’ân-ı Kerîm’in sözünü ettiği şımarıklık inkârcıların bir karakter özelliğidir.[3]

  1. Kur’ân-ı Kerîm’de Kârûn Kıssası

Kârûn kıssası Kur’ân-ı Kerîm’de bir kıssa olarak sadece Kasas Sûresi’nde[4] anlatılmakta olup Ankebût[5] ve Mü’min[6] sûrelerinde Kârûn’un Firavun ve Hâmân ile birlikteliğine ve helâk edilmelerine işaret edilmektedir. Ayrıca Ahzâb Sûresi’nde[7] Hz. Mûsâ’ya eziyet edenlerden söz edilmiştir ki bu âyetin tefsirinde Kârûn meselesi de verilen örnekler arasında yer almıştır.

Kasas Sûresi’nde Kârûn’un Hz. Mûsâ’nın kavminden olduğu ve onlara yani İsrâiloğulları’na karşı azgınlık ettiği (bağy) bildirilmiş, ardından Allah’ın, kendisine sadece anahtarlarını taşımak bile güçlü kuvvetli bir cemaate zor gelecek ölçüde hazineler verdiği ifade edilmiştir. Kavminin, kendisine Şımarma! Şüphesiz Allah şımaranları sevmez! Allah’ın sana verdiği serveti Onun yolunda harcamak suretiyle ahiretini kazanmaya çalış. Dünyadan da nasibini unutma. Allah sana nasıl ihsanda bulunduysa, sen de başkalarına öylece ihsanda bulun. Ülkede bozgunculuk çıkarmaya kalkışma. Çünkü Allah bozguncuları sevmez! diyerek zenginliğine aldanmaması ve insanın mal ve zenginlik karşısında nasıl bir tavır takınması gerektiği hakkında birtakım ikazlarda bulunduğu vurgulanmıştır.  Kavminin bu öğüt ve uyarılarına karşı Kârûn’un Niye ki? Bu servet bana verilmişse, öyle iş olsun diye değil, ancak sahip olduğum bir bilgi sayesinde verilmiştir. diye karşılık verdiği aktarılmıştır. Kârûn’un mal ve servet karşısındaki bu tavrının yanlışlığına, tüm bunların geçici olduğuna ve Allah’ın, kendinden önceki nesiller içinde ondan çok daha güçlü ve çok daha büyük servet sahibi nice kimseleri azgınlıkları sebebiyle helâk ettiğine dikkat çekilmiştir.

Kârûn’un, göz kamaştırıcı bir ihtişam ve debdebe içinde halkının karşısına çıktığı, dünya hayatına düşkün olanların “Keşke Kârûn’a verilen şu servetin bir benzeri de bizim olsaydı. Gerçekten o büyük bir pay sahibi!” dedikleri aktarılmış; bu yanlış tavrın karşısında ise kendilerine gerçeğin ilmi verilmiş olanların “Yazıklar olsun size! İman edip sâlih ameller işleyenler için, Allah’ın ahirette vereceği mükâfat daha hayırlıdır. Buna da ancak hakkıyla sabredenler kavuşacaktır.” şeklinde karşılık verdikleri belirtilmiştir. Kıssanın sonunda Kârûn’un da, evinin barkının da yerin dibine geçirilerek helâk edildiği vurgulanarak, Öyle ki, artık Allah’a karşı ona yardım edebilecek hiçbir grup yoktu; pek tabiî, kendi kendine yardım edecek durumda da değildi. denilerek Kârûn’un feci akıbeti ifade edilmiştir.

Onun yerinde olmayı düşleyenlerin: “Hayret! Demek Allah, imtihan için kullarından dilediğine rızkı bol veriyor, dilediğine az veriyor. Eğer Allah bize lütufta bulunmasaydı, bizi de yerin dibine geçiriverirdi. Vay be; demek kâfirler asla iflah olmazmış!..” dedikleri aktarılarak bu kimselerin pişmanlıkları dile getirilmiştir. İşte şu ahiret yurdunu biz, yeryüzünde büyüklük taslamayan ve bozgunculuk peşinde olmayanlara nasip edeceğiz. Dünya ve ahirette hayırlı akıbet, kalpleri Allah’a saygıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanlar içindir. Kim Allah’ın huzuruna bir iyilikle gelirse, ona bu yaptıklarından daha hayırlı bir mükâfat vardır. Kim de bir kötülükle gelirse, bilinmeli ki, o kötülükleri işleyenler yalnızca yaptıklarının cezasını çekeceklerdir. denilerek de kıssada verilmek istenen mesaja vurgu yapılmıştır.

Ankebût Sûresi’nde Nûh, İbrâhîm, Lût ve Şuayb peygamberlerin kavimleri ile Âd ve Semûd kavimlerinin peygamberlerini yalanlamaları ve yeryüzünde fesat çıkarmaları sebebiyle türlü şekillerde helâk edildikleri anlatıldıktan sonra helâk edilenler arasında Kârûn, Firavun ve Hâmân’ın da bulunduğu ifade edilmiştir. Hz. Mûsâ’nın kendilerine apaçık mucizeler getirdiği, fakat onların ülkede büyüklük taslayıp insanları ezmeye devam ettikleri, netice olarak azaba uğradıkları belirtilmiştir. Ardından “Biz bu topluluk ve kişilerden her birini günahları yüzünden kıskıvrak yakalayıverdik: Kiminin üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Kimini o korkunç çığlık yakaladı. Kimini yerin dibine geçirdik. Kimini de suda boğduk.” denilerek çeşitli helâk biçimlerine değinilmiştir. Buna göre üzerine taş yağdıran bir kasırga ile helâk edilenlerin Lût kavmi; korkunç çığlığın yakalaması ile helâk edilenlerin Sâlih, Şuayb, Hûd ve İbrâhîm kavimleri; yerin dibine geçirilenlerin Kârûn ve arkadaşları; suda boğulanların ise Nûh kavmi ve Firavun kavmi olduğu tefsirlerimizde ifade edilmiştir.[8]

Mü’min Sûresi’nde Allah’ın, Hz. Mûsâ’yı mucizelerle ve apaçık bir delille Firavun’a, Hâmân’a ve Kârûn’a gönderdiği ifade edilmiştir. Fakat onların Hz. Mûsâ içinBu bir sihirbaz, büyük bir yalancı!” dedikleri; Hz. Mûsâ onlara gerçeği getirince, bu kez de “Mûsâ ile beraber iman edenlerin yeni doğan erkek çocuklarını öldürün, kadınlarını-kızlarını ise hizmetlerimizde kullanmak üzere sağ bırakın!” dedikleri aktarılmıştır.

Ankebût ve Mü’min surelerinde Kârûn’un Firavun ve Hâmân ile birlikte zikredilmesi, ayrıca onlarla aynı safta bulunması ve aynı tavrı gösterdiğinin belirtilmesi dikkat çekicidir. Âyetlerde açıkça Kârûn’un büyüklük taslayıp insanları ezenlerle birlikte olduğu, Hz. Mûsâ’yı sihirbazlık ve yalancılıkla itham edenlerden olduğu ve Hz. Mûsâ ile beraber iman edenlerin yeni doğan erkek çocuklarının öldürülmesi, kadınlarının-kızlarının ise sağ bırakılması uygulamasına iştirak ettiği anlatılmaktadır.

II. KıssaYa Dair Tefsirlerimizde Yer Alan Bazı Bilgiler

Kârûn kelimesinin Arapça değil, Hârûn gibi yabancı bir özel isim ve bundan dolayı da gayrı munsarif olduğu belirtilmiştir. Arapça olsaydı, örneğin karn kelimesinden faûl vezninde olsaydı, munsarif olacağına işaret edilmiştir.[9] Kaynaklarımızda yer alan bilgilere göre Kârûn, Hz. Mûsâ’nın aşiretindendir, amcasının oğludur. Kârûn’un babasının adı Yashür b. Kâhes b. Lâvi b. Ya‘kûb, Hz. Mûsâ’nın babasının adı ise İmrân b. Kâhes’tir. Bunu İbn Cüreyc nakletmiştir. İbn İshâk’ın nakline göre ise Hz. Mûsâ’nın babası İmrân ile Kârûn, Yashür’ün çocuklarıdır, dolayısıyla Hz. Mûsâ, Kârûn’un erkek kardeşinin oğlu, yani yeğenidir.[10] Taberî, bu ümmetin selefinden ve ehl-i kitaptan ehl-i ilmin çoğunluğunun bu konuda İbn Cüreyc’in naklini benimsediğini belirtmiştir.[11] Âyet-i kerîmedeki Kârûn’un Hz. Mûsâ’nın kavminden olduğu ifadesinin manasının akrabalığı vurgulamaktan ziyade ona inananlardan olduğunu belirtmeye yönelik olduğu da söylenmiştir.[12] Kârûn’un Hz. Mûsâ ile akrabalık derecesi hususunda ihtilaf bulunmakla birlikte İbn Atıyye, onun isrâilî olduğu konusunda icmâ olduğunu söylemiştir.[13] Kârûn’un, Hz. Mûsâ’nın teyzesinin oğlu olduğu da nakledilen bilgiler arasındadır.[14] Ayrıca Hz. Mûsâ’nın kız kardeşi Meryem’in kocası olduğu da söylenmiştir.[15]

Kârûn’un Tevrat âlimlerinden olduğu[16], Tevrat’ı güzel okumasından dolayı el-münevvir diye isimlendirildiği[17], İsrâiloğulları içinde Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’dan sonra en âlim, en faziletli ve en güzel kişi olduğu[18], yine Tevrat’ı en iyi bilen, okuyan ve ezberleyen kişi olduğu[19], zamanının en zengini olduğu[20], İsrâiloğulları’yla birlikte denizi geçtiği[21] nakledilmiştir. Bir rivâyette Hz. Peygamber’in (s.a.v), “O, Hz. Mûsâ’nın ilâhî kelâmı dinlemek için seçtiği yetmiş kişiden biri idi.” dediği nakledilmiştir.[22] Ayrıca Hz. Mûsâ’nın İsrâiloğulları’nın bir nahiyesinde, Kârûn’un ise başka bir nahiyede hükmettiği söylenmiştir.[23] Kârûn’un daha sonradan Sâmirî gibi münafık olduğu belirtilmiştir.[24] Diğer taraftan Mısır’dayken Firavun’un onu İsrâiloğulları üzerine yönetici yaptığı, onlara karşı Firavun için çalıştığı, yine onlara karşı azgınlık edip zulmettiği (bağy) nakledilmiştir.[25] Kârûn’un azgınlığının farklı şekillerde gerçekleşen zalimce tutumu olduğu ve helâkının da azgınlığı sonucunda yerin dibine geçirilerek gerçekleştiği kaynaklarımızda anlatılmıştır. Özellikle zekât vermek istememesi, Hz. Mûsâ’ya isyan etmesi, İsrâiloğulları’nı da Hz. Mûsâ’ya karşı kışkırtması, zina iftirasında bulunması ve devamında helâk olayı anlatılmıştır.[26]

Kıssanın Kur’ân-ı Kerîm’deki anlatımından ve yukarıda aktardığımız bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla Kârûn’un hayatında Mısır’da Firavun ve Hâmân ile birlikte olduğu bir dönem, Mısır’dan çıkıştan itibâren Hz. Mûsa ile birlikte olduğu bir dönem ve münafık olarak Hz. Mûsâ’ya isyan edip helâk edildiği bir dönem olmak üzere çeşitli evreler vardır. Bu evrelerden birincisinde Kârûn’un kâfir olduğu, ikincisinde tevbe ederek mü’min olduğu, üçüncüsünde ise münafık olduğu anlaşılmaktadır. Burada Kur’ân-ı Kerîm’deki anlatımda Kârûn’un iman ettiği ve daha sonra nifaka düştüğü dönemlere dair herhangi bir atıf bulunmadığını ve dolayısıyla bu çıkarımların rivâyetlere dayandığını da söyleyelim.

III. KÂRÛN KISSASINDAN ÇIKARILABİLECEK MESAJLAR

Kârûn kıssasında ve Kârûn’un şahsında somutlaşan gerçeklik, Kur’ân-ı Kerîm’in anlam dünyasında önemli yeri bulunan pek çok değer ve mesajı sembolize etmektedir. Bu yönüyle Kârûn kıssası âdeta, Kur’ân-ı Kerîm’de eşer, betar, merah ve ferah gibi kavramlarla anlatılan gerçekliğin somut bir örneği; Kârûn ise âdeta, Kur’ân-ı Kerîm’de tasvir edilen eşir, ferih, muhtâl, fahûr, müstekbir, mele’ ve mütref tipinin somut bir prototipidir. Elmalılı’nın dediği gibi “Firavun, siyâsî zulm ü istibdadda alem olduğu gibi Kârûn da malî istibdad ve ihtikârda alemdir. Bu suretle Kârûn kıssası muhtekir bir kapitalist kıssasıdır.”[27]

Sembol bir kişilik olarak Kârûn öncelikle şımarık bir zengin karakterdir. Azgınlık ve taşkınlık eden, haddini bilmeyen, her şeye sahip olabilme ve her istediğini yapabilme anlayışı içerisinde bozgunculuk yapan, sınır tanımayan, zalim, günahkâr, nankörlük ve küstahlık eden, sahip olduğu nimetlerle büyüklenen, nimeti kötüye kullanan ve nimetin kişi üzerinde oluşturduğu sorumluluğa riâyet etmeyen nankör bir karakterdir. Bu karakter arsızlık, kapris yapma, başıbozukluk, istediği gibi yaşama, itaat edecek bir merci tanımama, bencillik ve sorumsuzluk, rahatına düşkünlük, kendi menfaatleri dışındaki şeylere karşı duyarsızlaşma, ahlâkî endişelere hayatında yer vermeme özelliklerine sahip mütekebbir bir insan tipinin sembolüdür.[28]

“Dünyadan nasibini unutma” ifadesinde esas itibariyle iki mananın bulunduğu anlaşılmaktadır. Birinci mana, dünyadan nasibinin orada ahiret için çalışmak olduğunu unutma şeklindedir.[29] “Çünkü insanın dünyadan gerçek nasibi ahiret için çalıştığıdır.”[30] İnsanın bu dünyadan nasibinin ancak dünyadan ayrılırken sarıldığı bir kefen olduğu nakledilmiştir.[31] Buna göre, dünyadan son nasibin olan kefeni unutma[32], denmiş olur ki bu da dünya malının geçici olduğunu ve ölümü unutma anlamına gelmektedir. İkinci mana ise dünyadan payını ve ondan helal rızık talep etmeyi terk etme[33], sana yetecek olanı ve salahını sağlayacak olanı almayı unutma[34] şeklindedir. Kurtubî, İbn Ömer’e atfedilen “Ebediyyen yaşayacakmış gibi dünyan için ekin ek, yarın ölecekmiş gibi ahiretin için çalış.” sözünün, âyetin iki manayı da kapsayan bu yorumunu özlü bir şekilde ifade ettiğini vurgulamış ve şöyle demiştir: “Nasipten kastın kefen olduğu söylenmiştir. İşte bu kesintisiz öğüttür. Sanki şöyle denmiş gibidir: Sen şu kefen diye bilinen nasibin dışında, malının tümünü terk edip gideceğini unutma!”[35] Elmalılı ise söz konusu iki manadan birincisini tercih ettiğini şöyle dile getirmiştir: “Dünyadan nasibi, bazıları helal dünya rızkı ve meşrû dünya zevki diye anlamak istemişlerse de o geçici dünyanın kendisi demektir. Asıl dünyadan nasip ise «Dünya, ahiretin mezrâsıdır.» muktezâsınca ahiret için edilen intifâ, ahirete kalacak ameldir. Yoksa dünyadan nasip nihâyet bir kefendir.”[36]

Kavminin öğütlerine karşı Kârûn’un kendisine verilen servetin kendi bilgisi sebebiyle olduğunu söylemesi pek çok mesaj taşımaktadır. Kârûn bilgi ile servet arasında bir ilişki kuruyor, kendisine verilen serveti kendi fazilet, hayır ve üstünlüğünün işareti sayıyor. Yani “Allah benden razı olmasa ve faziletimi bilmese bana bunu vermezdi.” diye bir çıkarsamada bulunuyor.[37] Servetin Allah tarafından verilmiş olduğunu açıkça yadsımıyor olsa bile, bu verilişin bir “ihsan” olmadığını, kendisi bakımından –neredeyse- bir hak ediş durumunda bulunduğunu öne sürüyor.[38] Bu durum günümüz dünyasında çok yaygın olan maddeci kapitalist anlayışı veciz bir şekilde yansıtıyor.[39] Kârûn bir örnektir ve insanlar arasında bu örneğe her zaman rastlanır. Çünkü zenginliğinin tek nedeninin bilgi ve becerisi olduğunu düşünen çok insan vardır. Bu tam da “Gerçek şu ki insan azgınlaşır; Rabbinden bağımsız bir şekilde kendisini kendisine yeterli görünce!” âyetinde tasvir edilen “inkârcı ve müstağni tip”lerin genel tavrıdır.[40] Kur’ân-ı Kerîm’deki İblis, Kârûn ve Bel’âm gibi “Malımı, makâmımı ve ilmimi kendim çalışarak kazandım.” diyen bedbahtlar bu tipin bazı örnekleridir.[41] Şüphesiz bu tipin karakteristik anlayışı bir yönden istiğnâ ve istikbâra dayanırken diğer yönden kazanma, biriktirme hırsı ve doyumsuzluğa dayanmaktadır. Bu da maddeci kapitalist anlayışın temelini oluşturmaktadır.

Kasas Sûresi’nde tasvir edildiği şekliyle Kârûn, İsrâiloğulları’ndan olmasına rağmen, Hz. Mûsâ’nın ve İsrâiloğulları’nın değil de Firavun’un safında yer almış, zenginliğiyle övünmeyi seven büyük bir sermâyedârdır. Kıssanın nüzûl vasatına baktığımızda Mekke’de şehirlerarası ticaretleriyle epey mal mülk biriktirmiş büyük sermâyedârların bulunduğu ve bunlardan birinin de Ebû Leheb olduğu görülür. Böyle bir vasatta nâzil olan bu kıssayla Kur’ân-ı Kerîm’in, Hz. Mûsâ (a.s) dönemindeki Kârûn üzerinden, Hz. Muhammed (s.a.v) dönemindeki Kârûnlara öğütler verdiği ve Kârûn’un başına gelenler üzerinden onları uyardığı söylenebilir.[42] Bunların içinden özellikle Hz. Peygamber’in (s.a.v) amcası Ebû Leheb’e Hz. Mûsâ’nın (a.s) amcasının oğlu ya da amcası olan Kârûn ile tavırlarındaki benzerlikten dolayı bir göndermede bulunulduğu düşünülebilir. Zira o, peygamberlik öncesinde Hz. Muhammed’in (s.a.v) iki kızını, kendisinin iki oğluna gelin alacak kadar onunla iyi ilişkiler içerisindeydi. Ancak peygamberliğini ilan ettikten sonra, onun karşısındaki en büyük düşmanlardan biri oldu. Kur’ân-ı Kerîm’de zenginliğine vurgu yapılan Ebû Leheb, Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları’na uygulanan üç yıllık boykot sürecinde de bu iki kabileden Hz. Muhammed’e (s.a.v.) destek vermeyen tek kişi oldu ve bu süreçte kabilesinin yaşadığı Şi’b-i Ebî Tâlib’de kalmayarak diğer müşriklerle birlikte yaşadı. Kur’an vahyinin nüzûl döneminde, bu modele uyan en iyi örneklerden biri Ebû Leheb olmakla birlikte Kârûn’un, sadece onun değil, onun gibilerin tamamının modeli olduğu söylenebilir.[43]

Kendilerine verilen servet karşısındaki tavırları açısından Hz. Süleyman ile Kârûn arasında bir kıyaslama yapıldığında iki karşıt tavrın sergilendiği görülmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de hususi bilgi, güç ve saltanat sahibi olduğu anlatılan Hz. Süleyman’ın, Belkıs’ın tahtı kendisine getirilince “Bu, Rabbimin lütfundandır; nimetine karşı şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınıyor. Kim şükrederse kendi iyiliği için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse şüphesiz Rabbim hiçbir şeye muhtaç değildir, lütûf ve keremi pek boldur.” diyerek sergilediği tavır, nimetler karşısındaki olumlu tavrın güzel bir örneği olarak sunulmuştur.[44] Bunun karşısında ise Kârûn’un “Bu servet bana ancak sahip olduğum bir bilgi sayesinde verilmiştir.” diyerek gösterdiği olumsuz tavır vardır.[45] Kârûn’un durumunun Hz. Îsâ’nın durumu ile karşılaştırılması halinde kıssadan hoş bir mesaj çıkarılabileceği üzerinde de durulmuştur. Allah Teâlâ Hz. Îsâ’yı dünya malına aldanmadan zühd üzere yaşaması neticesinde göğe yükseltmiştir. Kârûn’u ise dünyaya aşırı derecede bağlandığı için yerin dibine geçirmiştir. Şüphesiz bunda dünya hayatının geçici olduğunu bilen ve buna göre zâhidâne yaşayanlar için bir teşvik, dünya malına aşırı rağbet eden kimseler için ise bir uyarı vardır.[46]

“İşte ahiret yurdu…” âyetinin[47] tefsirinde Hz. Ali’nin (r.a.), “Eğer bir kimseyi, kendi ayakkabı bağının, arkadaşının bağından daha güzel oluşu, ucbe (kendini beğenmeye) sevkederse, o da bu âyetin muhtevasına dâhildir.” dediği nakledilmiştir. Ömer b. Abdülaziz ise bu âyetteki ulüvv’ün Kasas Sûresi’nin başında “İnne Firavne alâ fi’l-erd” âyeti ile Firavun’a; fesadın ise kıssada geçen “Velâ tebği’l-fesâde fi’l-erd” âyeti[48] ile Kârûn’a atıfta bulunduğu fikrinden hareketle “Kim Firavun ve Kârûn gibi olmazsa işte ahiret yurdu onundur.” diyen ve fakat cennet için de takvayı şart koşan “İyi akıbet muttakilerindir.” cümlesini düşünmeyen kimsenin boşuna heveslendiğine işaret etmiştir. Râzî’nin dediği üzere hâlbuki yapılması matlûb olan Hz. Ali’nin yaptığı gibi, bu âyetten takva dersini almaktır.[49]

[1] Alak, 96/6-7; Leyl, 92/8.

[2] İlhan Ayverdi, Asırlar Boyu Tarihî Seyri İçinde Misalli Büyük Türkçe Sözlük: Kubbealtı Lugatı, redaksiyon-etimoloji Ahmet Topaloğlu; yay. haz. Kerîm Can Bayar, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2006, c.3, s.2948; Pars Tuğlacı, Okyanus: 20.Yüzyıl Ansiklopedik Türkçe Sözlük, Pars Yay., İstanbul 1974, c.3, s.2730; Yaşar Çağbayır, Ötüken Türkçe Sözlük, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2007, c.4, s.4473; Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, Pınar Yay., İstanbul 2008, s.1538.

[3] Abdurrahman Kasapoğlu, “İnkârcıların Bir Karakter Özelliği Olarak Şımarıklık”, Hikmet Yurdu, Yıl:2, Sayı:3 (Ocak-Haziran 2009), s.182.

[4] Kasas, 28/76-84.

[5] Ankebût, 29/39-40.

[6] Mü’min, 40/23–25.

[7] Ahzâb, 33/69.

[8] Ebü’l-Hasan Mukâtil b. Süleymân b. Beşîr (150/767) Tefsîru Mukâtil b. Süleymân, thk. Abdullah Mahmûd Şehhâte, el-Hey’etü’l-Mısriyyeti’l-Âmme li’l-Kitâb, Kahire 1984, c.3, s.383-384; Ebû İshâk İbrâhim b. es-Serî b. Sehl ez-Zeccâc (311/923), Meâni’l-Kur’ân ve İrâbuhû, thk. Abdülcelîl Abduh Şelebî, Âlemü›l-Kütüb, Beyrut 1988, c.4, s.168-169; Ebû Cafer İbn Cerîr Muhammed b. Cerîr b. Yezîd et-Taberî (310/923), Câmiü’l-Beyân an Te’vîli Âyil-Kurân, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1984, c.20, s.151-152.

[9]   Zeccâc, c.4, s.153; Ebü’l-Kâsım Cârullah Mahmûd b. Ömer b. Muhammed ez-Zemahşerî (538/1144), el-Keşşâf an Hakâiki Gavâmizi’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvil Vucûhi’t-Te’vîl, thk. Âdil Ahmed Abdülmevcûd vd., Mektebetü’l-Ubeykan, Riyad 1998, c.4, s.522.

[10] Mukâtil, c.3, s.355; Taberî, Câmiü’l-Beyân, c.20, s.105; Ebû Muhammed Abdurrahman b. Muhammed b. İdrîs İbn Ebû Hâtim (327/938), Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm: Müsneden an Resûlillah ve’s-Sahâbe ve’t-Tâbiîn, thk. Es’ad Muhammed et-Tayyib, Mektebetü Nizâr Mustafa el-Bâz, Mekke 1997, c.9, s.3005; Ebû İshâk Ahmed b. Muhammed b. İbrâhîm en-Nîsâbûrî es-Sa’lebî (427/1035), Kasasu’l-Enbiyâ Arâisü’l-Mecâlis,  Şerike Mektebe ve Matbaa Mustafa el-Bâbî el-Halebî ve Evlâdühû, Kahire 1954, s.213.

[11] Taberî, Câmiü’l-Beyân, c.20, s.105; Târîhü’t-Taberî: Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1987, c.1, s.262.

[12] Zemahşerî, c.4, s.522; Ebû Hayyân Muhammed b. Yûsuf b. Alî b. Yûsuf b. Hayyân el-Endelüsî (745/1344), el-Bahrü’l-Muhît, thk. Fadi el-Mağribî, Dâru’r-Risâleti’l-Âlemiyye, Dımaşk 2015, c.17, s.77.

[13] Ebû Muhammed Abdülhak b. Gâlib İbn Atıyye el-Endelüsî (541/1147), el-Muharrerü’l-Vecîz Tefsîri’l-Kitâbi’l-Azîz, thk. Abdüsselâm Abdüssâfî Muhammed, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1993, c.4, s.298.

[14] Ebû Abdillah Fahreddîn Muhammed b. Ömer er-Râzî (606/1209), et-Tefsîru’l-Kebîr Mefâtîhü’l-Gayb, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1990, c.25, s.13; Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekr el-Kurtubî (671/1273), el-Câmi’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân,  yay. haz. Muhammed İbrâhîm Muhammed Hafnavî, thr. Mahmûd Hâmid Osmân, Dâru’l-Hadîs, Kahire 1996, c.13, s.322; Ebü’s-Senâ Şehâbeddin Mahmûd b. Abdullah b. Mahmûd el-Âlûsî (1270/1854), Rûhü’l-Meânî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Azîm ve’s-Seb’i’l-Mesânî, tsh. Muhammed Hüseyin Arab, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1997, c.11’de 20. cüz, s.163.

[15] Ebü’l-Hasan Ali b. Hamza b. Abdillah el-Kisâî (189/804), Kısasu’l-Enbiyâ, neşr. Isaac Eisenberg, Leiden: E.J. Brill 1922, s.229; Sa’lebî, Arâis, s.213; Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd el-Mâtürîdî es-Semerkandî (333/944), Te’vîlâtü’l-Kur’ân: Te’vîlâtu Ehli’s-Sünne, thk. Ahmed Vanlıoğlu, müracaa Bekir Topaloğlu, Mizan Yay., İstanbul 2003-2010. c.11, s.77; Zemahşerî, c.4, s.524.

[16] Zeccâc, c.4, s.154.

[17] Taberî, Câmiü’l-Beyân, c.20, s.106; İbn Ebû Hâtim, c.9, s.3005; Sa’lebî, Arâis, s.213; Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Habîb el-Mâverdî (450/1058), en-Nüket ve’l-Uyûn Tefsîru’l-Mâverdî, talik: es-Seyyid b. Abdülmaksûd b. Abdürrahîm, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1992, c.4, s.264; Muhyissünne Ebû Muhammed el-Hüseyin b. Mes’ûd el-Begavî (516/1122), Tefsîru’l-Begavî (Meâlimü’t-Tenzîl), thk. Hâlid Abdurrahmân el-Ak, Mervân Süvâr, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 1987, c.3, s.456.

[18] Sa’lebî, Arâis, s.213.

[19] Mâtürîdî, c.11, s.77; Sa’lebî, Arâis, s.213, Beğavî, c.3, s.456; Zemahşerî, c.4, s.524; İbn Atıyye, c.4, s.298.

[20] Sa’lebî, Arâis, s.213.

[21] İbn Ebû Hâtim, c.9, s.3005; Mâverdî, c.4, s.264; Kurtubî, c.13, s.323.

[22] Râzî, c.25, s.13; Kurtubî, c.13, s.327.

[23] Taberî, Câmiü’l-Beyân, c.20, s.117.

[24] Taberî, Câmiü’l-Beyân, c.20, s.117; İbn Ebû Hâtim, c.9, s.3005; Sa’lebî, Arâis, s.213; Mâverdî, c.4, s.264.

[25] Sa’lebî, Arâis, s.213; Mâverdî, c.4, s.264; Beğavî, c.3, s.456; Zemahşerî, c.4, s.524.

[26] Ebü’l-Leys İmâmü’l-Hüdâ Nasr b. Muhammed b. Ahmed b. İbrâhîm es-Semerkandî (373/983), Tefsîrü’s-Semerkandî: Bahru’l-Ulûm, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1993, c.2, s.525-526; Kisâî, 229-230; İbn Ebû Hâtim, c.9, s.3017-3018; Sa’lebî, Arâis, s.216; Râzî, c.25, s.16-17; İbn Kesîr, Tefsîr, c.5, s.301.

[27] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (1361/1942), Hak Dini Kur’an Dili: Yeni Mealli Türkçe Tefsir, Diyanet İşleri Reisliği Neşriyatı’ndan, Matbaai Ebüzziya, İstanbul 1935-1939,  c.5, s.3755.

[28] Tevfik Yücedoğru, “Mütref ve İnanç Esaslarına Etkisi”, Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Bursa, Cilt:21, Sayı:1, 2012, s.4.

[29] Mukâtil, c.3, s.355-356; Zeccâc, c.4, s.155; Mâverdî, c.4, s.267; Beğavî, c.3, s.455; İbn Ebû Hâtim, c.9, s.3010; Sa’lebî, el-Keşf ve’l-Beyân Tefsîri’l-Kur’ân: Tefsîru’s-Sa’lebî, thk. Ebû Abdullah Seyyid b. Kesrevî b. Hasan, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2004, c.4, s.551.

[30] Zeccâc, c.4, s.155; Ayrıca bkz. Mâtürîdî, c.11, s.80.

[31] Sa’lebî, Tefsîr, c.4, s.551.

[32] Mehmed Vehbi Efendi (1949), Hulâsatü’l-Beyân Tefsîri’l-Kur’ân, Üçdal Neşriyat, İstanbul 1966-1969, c.10, s.4143.

[33] Ma’mer b. Müsennâ et-Teymî Ebû Ubeyde (209/824), Mecâzü’l-Kur’ân, thk. Mehmed Fuat Sezgin,   Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 1981, c.2, s.111.

[34] Zemahşerî, c.4, s.523.

[35] Kurtubî, c.13, s.326.

[36] Elmalılı, c.5, s.3755.

[37] Mukâtil, c.3, s.356; Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Ziyâd b. Abdillah ed-Deylemî el-Ferrâ (207/822), Meâni’l-Kur’ân, Âlemü’l-Kütüb, Beyrut 1983, c.2, s.311; İbn Ebû Hâtim, c.9, s.3012; Taberî, Câmiü’l-Beyân, c.20, s.113.

[38] Zübeyir Yetik, Kârûn Kibrin Yok Ettiği Zenginlik, Pınar Yay., İstanbul 2012, s.54.

[39] Yetik, s.13.

[40] Alak, 96/6-7.

[41] Ömer Çelik, Hakk’ın Dâveti Kur’ân-ı Kerîm Meâli ve Tefsîri, c.5, s.530. Makalede âyet mealleri bu eserden alınmıştır.

[42] Mahmut Ay, Kur’an Kıssalarını Sîret Bağlamında Okumak – Hz. Mûsâ Kıssası Örneği, Ensar Neşriyat, İstanbul 2017, s.243.

[43] Ay, s.244-245.

[44] Neml, 16/40.

[45] Kasas, 28/78; Ebû Abdillah Şemseddîn Muhammed İbn Kayyim el-Cevziyye (751/1350), Bedâiü’t-Tefsîri’l-Câmî li-Tefsîri’l-İmâm İbn Kayyim el-Cevziyye, cem’ Yüsrî es-Seyyid Muhammed, Dâru İbni›l-Cevzi, Riyad 1993, c.3, s.357-358.

[46] Matürîdî, c.11, s.85.

[47] Kasas, 28/83-84.

[48] Kasas, 28/4, 77.

[49] Zemahşerî, c.4, s.529; Râzî, c.25, s.18.