İçeriğe geç

Dilimize Arapça’dan geçen sirayet kelimesi, genellikle hastalıklar için “bulaşma”, “geçme” gibi anlamlarda kullanılıyor. Biz ise, dini, eğitimi, psikolojiyi ve insanlar arası iletişimi ilgilendiren bir anlamına vurgu yapmak, meşhur bilim adamlarınca önce kuram ardından da yaygın kabul haline gelmiş bir modele işaret etmek üzere bu kelimenin üzerinde duracağız.

Sosyallik ve bireysellik, Allah’ın yarattığı canlılar için belirlediği iki farklı yaşam kodudur. Birincisinde hayatta kalma ve işe yaramanın temel şartları kalabalık olma, dayanışma, birbirini tamamlama ve birliktelik, ikincisinde ise kendi kendine yetme, diğer türdeşlerinden özel durumlar dışında uzak duruma temel yaşam biçimidir. Allah, bitkiler dâhil tüm canlıların genlerine sosyal ve/veya ferdi yaşam stillerini yerleştirmiştir. Her bir varlık, o yaşam stilinin dışına çıktığında kaçınılmaz şekilde ya hayatını sürdürememekte yahut fıtratının dışına çıkmakta, yozlaşmakta, aykırılaşmakta ve bozulmaktadır. Allah, söz gelimi kaplanı ferdi yaşama uygun olarak yaratmıştır. İnsan için aileleri bir arada tutmayı ve fertlerin bağlaşmasını sağlayan anne, bu hayvan düşünüldüğünde yetişkinliğe ulaştıkları anda yavruları terk etmektedir. Öte yandan bir antilop sürüsünde erkekler, dişiler ve yavrular olmak üzere ölümlerine kadar hepsi bir arada yaşamlarını sürdürmektedir. Bu canlıları kodlandıkları yaşam biçimlerin dışına çıkmaya zorlamak, onların ölmelerine yahut doğal hallerinin dışına çıkarak tehlikeli hale gelmelerine neden olur.

İnsana gelince; o, ilahi planlamada ferdi özelliklere sahip olmakla birlikte esasen sosyal olmak üzere kodlanmış varlıklardan biridir. Doğduğu andaki çaresiz hali ve olgunluğa ulaşmada ihtiyaç duyduğu süre, onun doğadaki pek çok varlığa kıyasla çok daha sosyalliğe muhtaç olarak yaratıldığını göstermektedir. Dahası insan yetişkinliğinde de yaşlılığında da diğer insanlarla bir arada bulunmak, etkileşime girmek zorundadır. Aksi halde yeryüzünde tutunması, daha da önemlisi Allah’ın ona biçtiği rolü yerine getirmesi mümkün olmayacaktır. Modern çağın yalnızlığa ve bireyselliğe iterek fıtratının dışına çıkardığı insan açısından kıyametin yaklaştığını görmek çok da zor değildir.

İnsanın sosyal oluşunu tespit ettikten sonra, üç sosyal psikolojik hakikate daha işaret etmek istiyoruz. Birincisi insanın gerçekte zannedildiği kadar rasyonel bir varlık olmayıp, hayatın içerisinde karşılaştığı durumlara enine boyuna düşünerek tepki vermediği gerçeğidir. Aksine, bebekliğinden itibaren onda yerleşen, duyguların etkisi altındaki bilişsel öğrenmelerle otomatik olarak reaksiyon gösterir insan. Söz gelimi, sokakta karşımıza çıkan bir anketçi tarafından ankete katılmamız talep edildiğinde veya bizden bir şeylerin itilmesi, taşınması vs. için 2 dakikalık bir yardım istendiğinde yahut sokak ortasında çığlık atarak yardıma çağıran birine rastladığımızda sanıldığı gibi düşünerek değil, önceki birikimlerimizin sonucu olarak bilişsel otomatik cevaplar veririz. Aslında düşünerek tepki vermek nadiren yaptığımız bir iştir. Oysa naif bilim adamları edasıyla hareket ettiğimizi düşünen bizler çoğu zaman önce bir tepki verir, sonradan bu tepkinin doğruluk veya yanlışlığını yargılarız. Önceki yaşanmışlıklarımız bizi öylesine etkiler ki, düşünmeden, en kısa yoldan cevap veririz. Kimi zaman verdiğimiz tepkinin doğruluk ya da yanlışlığına kendimiz dahi şaşırırız.

İnsana dair ikinci sosyal psikolojik hakikat ise, insanların kendilerini veya başkalarını değerlendirirken asla ideal olanla değil başkalarıyla kıyas yaptıklarıdır. Bir düğüne giderken ideal giyimi, bir ders sunumu yaparken ideal sunum ve üslubu, yaşadığı evi döşerken ideal bir ev modelini, kendisinin yahut çocuğunun dönem sonu karnesini değerlendirirken ideal notları göz önünde nadiren bulundururuz. Bunun yerine düğünde başkalarının ne giyinmiş olabileceğini, bunu giyersek bizi nasıl bulacaklarını, evi döşerken başkalarının evlerine neler döşediğini ve bizim tercihlerimize ne diyeceklerini, karneye baktığımızda başkalarının karnelerinin nasıl olduğunu ve bizim karnemizi beğenip beğenmeyeceklerini düşünürüz. Bu gerçek, bizim bireysel değil sosyal yönümüzün, başkası odaklı olduğumuzun, psikoloji biliminin jargonuyla ifade edecek olursak dış güdümsel olduğumuzun kuvvetli bir kanıtıdır.

Üçüncü hakikatle konumuzun merkezine tam olarak ulaşmış oluyoruz. Buna göre biz davranışçı psikologların savunduğunun aksine sadece deneme yanılmayla değil sosyal öğrenme yoluyla da öğreniriz. Mesela yüzmeyi başkalarına bakmaktan ziyade deneme yanılma yoluyla öğreniriz. Yine bir arkadaşımızı neyin öfkelendirip neyin sevindirdiğini o bize söylememişse (çoğu zaman söylemiş olsa bile) deneme yanılmayla öğreniriz. Bununla birlikte pek çok şeyi başkalarından görerek öğreniriz. Otomobillerin hızla gittiği bir otoyola girmenin tehlikeli olduğunu ezilme tehlikesini tecrübe etmeden de başkalarının yaşantılarına bakarak öğreniriz. “İnsan başına geldiğinde öğrenir, akıllı insan ise başkalarının deneyimlerini gözlemleyerek öğrenir” sözü deneme yanılmadan daha ileri bir öğrenme düzeyinin geçerli olduğuna işaret etmektedir.

Sosyal öğrenmede ise iki farklı model söz konusudur. Birincisi yukarıda sözü edilen, başkalarına dair gözlemlerin sonucunda bir şeyin doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü olduğuna dair bir yargıya vardıktan sonra o işi yapmak veya yapmamaktır. Ancak, ikinci model daha az belirgin ama daha kalıcı, daha derin ve etkili olan sirayet modelidir ki bu, yazımızda asıl üzerinde durmak istediğimiz modeldir. Zevklerimizi, hobilerimizi, kaygılarımızı, korkularımızı iyi inceleyecek olursak, bunların başkalarından sirayet eden ne çok vasıf taşıdığını görebiliriz. Bazen, gülerken, konuşurken, tepki verirken ne kadar birilerine benzediğimiz konusunda bildirimler alırız. Kimi zaman bunları kendimiz bile fark ederiz.

Yaşam boyu bizi etkileyen en belirgin sosyal öğrenmelerimizin kaynağı şüphesiz anne babalarımızdır. Bir çocuk için ideal insan, annesi ve babasından başkası değildir. Bu nedenle, tuttuğu takımdan savunduğu ideolojisine kadar anne babanın doğruları da yanlışları da aynen taklit edilir. Ancak bunun da ötesinde örneğin erkek çocuğunun tıpkı babası gibi tepkiler verdiğini babası yokken ev içinde tıpkı babasının hal ve tavırlarını sergilediğini gözlemleriz. Bir kız çocuğunun oyuncak bebeğine, tıpkı annesinin kendisine davrandığı gibi davrandığına şahit oluruz. Bu aslında ideal olarak görülen insanın farkında olmadan taklit edilmesidir. Anne baba, çocuk tarafından neredeyse hiçbir yargılamaya tabi tutulmadan aynen taklit edilir. Bu aslında bir özdeşim kurma, kendini anne-babaya refere etmedir. Farkında olmadan ideal insan gibi davranarak ideale ulaşmak istek ve eğilimi söz konusudur. İdeale ulaşmak isteği ise kendini eksik gören insanların girişeceği bilinçli olmayan bir çabadır. Başka bir anlatımla sosyal öğrenmenin bu modelinde öğrenme yukarıdan aşağı sirayet etmeyle gerçekleşir. Üstün olanın huy, karakter, davranış, düşünce ve ruh hali düşük olana sirayet eder. Buradaki isteyerek ve bilerek yapılan bir taklit değil bilişsel düzeyde gerçekleşen, genellikle farkında bile olunmayan otomatik bir taklittir. Kaldı ki daha çocuklukta yapılıyor olması, işin şuur dışı geliştiğinin açık göstergesidir. Bu anlamda bir çocuğun yalancı olması için yalanı öğütlemeye gerek kalmadan, mesela, evde olduğu halde komşuya “evde yok de!” diye talimat vermek yeterlidir. Bir çocuğun kıskanç ve çekemez biri olmasını istiyorsak (!) onu iyi işlerinde de kötü işlerinde de başkalarıyla kıyaslamak yeterlidir.

Sirayet ve taklit ergenlikle beraber, kimi insanda daha da önce, anne-babanın yerine başkalarıyla ilgili olmaya başlar. Çocuk ebeveyni ideal görme eğiliminden uzaklaşınca başkalarına yönelir. Dikkat edelim ki, sözünü ettiğimiz ikinci ve üçüncü sosyal psikolojik hakikatimiz capcanlı karşımızda duruyor. Bizler sosyal varlıklarız ve her zaman hayatımızın tam merkezinde başkaları var. Ergenlikte hayatın merkezinde arkadaş ve akran çevresinin yer aldığını görürüz. Arkadaş öylesine derinden etkilidir ki, gencin arkadaşı gibi giyindiğini, arkadaşı gibi saç yaptığını, arkadaşının kullandığı kelimeleri kullandığını, onunla aynı hal ve tavırları sergilediğini, hatta ruh hallerinin bile birbirine sirayet ettiğini görürüz. Örneğin elinde tesbih sallayan gencin en yakın arkadaşının da tesbih merakı olduğunu görmek bizi gülümsetir. Halim selim tabiatlı kişilerin bile nasıl olup da isyankâr ruhlu arkadaşın yanında isyankârlığa, karamsar tabiatlı arkadaşın yanında bedbinliğe daldığına şaşırırız. Arkadaşın konuşma yoluyla aktardıklarından daha fazlasını sirayet yoluyla aktardığını görmek oldukça ilgi çekicidir. Anne-babası sigara içmeyen bir gencin bu alışkanlığı arkadaşından kolayca kazandığını müşahede ederiz. Belki düşüncelerin aktarılmasını normal karşılayabiliriz, ama zevklerin dahi aktarılabiliyor olması sirayetin ve dolayısıyla arkadaş unsurunun öğrenme, daha doğrusu tutum ve davranış kazanmadaki rolünü gözler önüne sermektedir.

Arkadaşlar arası etkileşimde, tıpkı anne-babayla olan ilişkilerde olduğu gibi, etkileşimde üstün taraf ve düşük tarafın bulunduğunu unutmamak gerekir. Genellikle üstünün özellikleri düşük olana sirayet eder. Ancak bu sirayetin nedeni üstün olan ve onun gücü değil, düşük olanın kendini tamamlama, üstünle özdeşleşme isteği ve kendisini üstünün özelliklerinin istilasına açmasıdır. İki arkadaştan birinin diğerine her bakımdan üstün olması da gerekmez. Birinin üstün olduğu bir yön diğerinde düşük, birinin düşük olduğu yön diğerinde üstün olabilir. Bu durumda iki arkadaş birbirlerini farklı açılardan etkiler. Daha doğru bir deyişle, her biri eksik gibi gördüğü yönünü diğerinden takviye eder. Şayet ortada tarafların akıl ve vicdana dayanan bir üstünlük algıları yoksa ilkeline gelişmişine bakmadan alış veriş gerçekleşir. Tabiatıyla bu, büyük riskleri de bünyesinde barındırır.

Kişi kendisiyle frekansı uyuşan bir arkadaşla karşılaştığında onunla duygusal, davranışsal, düşünsel ve psikolojik açıdan derin bir etkileşime girer. Bazen bu etkileşim anne-babayla olan etkileşimden daha güçlü olur. Arkadaş etkisi kimi zaman anne-babadan elde edilen kazanımı kısa bir sürede yok ederken, kimi zaman da tersine anne-babanın neden olduğu yıkımı arkadaşların kolayca telafi ettikleri olur. İnsana anne-babaları seçme özgürlüğü verilmemiştir. Ancak arkadaş seçimi kişinin kendi ihtiyarıyla gerçekleşir ve hesap vereceği bir seçim söz konusudur. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “Kişi dostunun dini üzeredir, öyleyse her biriniz kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin” sözü bu yazının başından sonuna kadar vurgulamak istediğimiz psikolojik gerçekleri özetlediği gibi, bu tercihin doğru yapılmasının önem ve vebalini vurgulamaktadır. Yine Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “Kötü arkadaş, demirci körüğü gibidir. Üflenince, ateş kıvılcımları seni yakmazsa da, kokusu seni rahatsız eder. İyi arkadaş, güzel koku satan gibidir. Sana koku sürmese de, yanında bulunduğun müddetçe güzel kokusundan faydalanırsın” sözü fiziksel, duygusal, davranışsal, düşünsel ve psikolojik manada arkadaş etkisini bir başka ifadeyle sirayetin gücünü öğütlemektedir.

Son olarak sözü Müslüman şahsiyete getirelim; İslam, kulların bireysel ruh, beden, davranış ve düşünce temizliğini vurguladığı gibi, bundan daha yoğun bir şekilde insanın sosyal bir varlık olduğu gerçeğini Kur’an’ın bütününde ve hadis-i şerifler aracılığıyla vurgulamıştır. Öyleyse Müslüman şahsiyetin, psikolojik ve sosyal yönüyle insanı anlama, bilme ve bu doğrultuda hem kendini tanıma, başkalarının kötülüklerinden korunma ve iyiliklerinden yararlanma, hem de diğer insanlara tüm kanallardan yardımcı olmak zorunluluğu vardır. Kötülerden kötülüğün, iyilerden iyiliğin sirayet edeceğini bilmek, iyilerin meclislerinde oturup kalkmak, diğer insanlara iyilik sirayet ettirecek karaktere sahip olmak gerekliliği açıktır. Sosyal psikoloji bilimi bize, insanlara iyiliği anlatma imkânı olmadığında yahut bu kabiliyete sahip olunmadığında bile, sadece iyi davranarak insanları etkilemenin, iyiliği onlara sirayet ettirmenin mümkün olduğunu söylemektedir. Bu doğrultuda, insanlara yalan söylemenin, gıybet etmenin, çekiştirmenin, iftira etmenin, kötü söz söylemenin yanlış olduğunu söylemeye gerek kalmadan, sadece bunlardan uzak durarak nasihat etmek dahası sirayet ettirmek, aynı şekilde namaz kılmayı, güzel söz söylemeyi, cömertlik yapmayı, doğruluğu anlatmadan, sadece bunları yaparak başkalarına kazandırmak mümkündür.


Yrd. Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Psikolojisi Anabilim Dalı