Hikmet, nerede ne zaman ne söyleyeceğini, nasıl davranacağını bilmek anlamına geldiği gibi söylenen bir sözden, yapılan bir nasihatten neyi nasıl anlayacağını da bilmek demektir. Kur’ân-ı Kerîm Allah kelâmı olması hasebiyle insanlığa gönderilmiş en büyük mucizedir. Kendisine yönelen ve kulak veren insanların ihtiyaç duydukları her alanda onlara rehberlik yapan yüce bir kitaptır.
İnsanlığın Efendisi Peygamberimiz (s.a.v) ise kâinatın en edîb, en beliğ ve en fasih insanıydı, ashâbının her hâline, ihtiyacına uygun söz söyler ve bizlere de insanların durumlarına göre konuşmamızı tavsiye buyururdu. Fakat Onun (s.a.v) bu hassasiyeti asla hakkı söylemesinin önünde bir engel teşkil etmezdi. Zira O, Allâh’ın kulu ve elçisiydi ve Allah Teâlâ hazretleri de hakkı söylemekten asla imtinâ etmeyeceğini Ona şu buyruğuyla öğretmişti:
﴿… وَاللّٰهُ لَا يَسْتَحْيِي مِنَ الْحَقِّ …﴾
“Allah, hakkı söylemekten çekinmez.”[1]
Peygamberimiz (s.a.v), “Din nasihattir.” buyurmaktadır. Nasihat, birisi için hayır olanı isteme, onun hakkında hüsn-i zan besleme anlamına gelse de bildiğimiz anlamda nasihat anlamına geldiğini de ulemâmız beyan buyurmuşlardır. Dinimiz nasihat üzerine kuruludur. Emr bi’l-ma‘rûf nehy ani’l-münker, biz mü’minlerin aslî vazifelerindendir ve hiçbir zaman ve zeminde ihmâl edilmemesi gereken bir husustur:
﴿وَذَكِّرْ فَإِنَّ الذِّكْرَى تَنْفَعُ الْمُؤْمِنِينَ﴾
“(Ey Habîbim!) Sen öğüt ver/nasihat et. Zira hiç şüphesiz nasihat etmek mü’minlere fayda verir.”[2]
Nasîhat dinlerken bizlere düşen vazife, yapılan vaaz u nasihate kulağımızı ve gönlümüzü vermek, samimi bir şekilde ondan ibret almaya çalışmak olmalıdır. Nefsimizle ilgili eksik ve kusurları tespit edip onları düzeltmek niyetinde olmaktır. Zira kendi kusurlarının derdine düşmek ve başına gelen musibetlerin bu kusur ve günahlardan kaynaklandığını unutmamak kulluğun temelidir:
﴿مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ …﴾
“Eriştiğin iyilik ve güzellikler Allah Zülcelâl’in lütuf ve ikramıdır. Başına gelen fenalık ve musibetler ise eksik ve kusurların sebebiyledir…”[3]
Nasîhat dinlerken dikkat etmemiz gereken hususlardan biri de bu nasihatten nasıl istifade edeceğimizi, hangi dersleri nasıl çıkaracağımızı iyi bilmektir. İkram edilen bir meyveyi nasıl yiyeceğimizi bilmez de kabuğunu ağzımıza atıp içini kenarda bırakırsak o meyveden hakkıyla istifade etmiş olmayız. Tadına varamadığımız gibi vücudumuza sağlayacağı faydalardan da mahrum kalırız.
Vücûdumuza aldığımız gıdaların içerisindeki vitaminler, minareller nasıl hücrelerimiz tarafından ihtiyaç duyulan miktarda alınıyor ve organlarımıza adilane şekilde dağıtılıyorsa nasihatler de ruhumuzun gıdasıdır ve bütün mü’minler de yekpâre bir vücut gibidirler. O vücuda nispetle birer hücre mesabesinde olan bizler de ihtiyacımız olan besinleri gereken miktarda almalı ve hem kendimizin hem de bütün vücudumuzun sağlıklı bir şekilde çalışmasını sağlamalıyız.
Vücudun bir organı kendi ihtiyacı olan vitamin ve mineralleri almaz da başka bir organın ihtiyaç duyduklarını bünyesine alırsa o organ sağlıklı çalışmaz, vazifesini yerine getiremez ve bir müddet sonra hastalıklar baş göstermeye başlar. Bu sebeple bizler de nasihat dinlerken payımıza düşen ne ise onu almaya çalışmalı başka bir mü’minin alması gereken nasihatleri ona bırakmalıyız.
Örneğin;
Dinimiz her insana işini iyi, sağlam ve dürüst yapmayı emreder. Çalıştığı ve gayret ettiği halde geçimini temin etmekte zorlanan, fakir düşen kimseye sahip olduklarıyla mutlu olup şükretmeyi, sıkıntılara sabretmeyi, aza kanaat etmeyi, her zaman daha kötü durumda olan kişilere bakıp daha fazla şükretmeyi emreder ve onları şu hadîs-i şerîfle müjdeler:
“Cennetin kapısında durdum. Bir de baktım ki cennete girenlerin çoğu fakirlerden oluşuyor”[4]
Öte yandan dinimiz güçlü mü’minin zayıf mü’minden daha hayırlı olduğunu, veren elin alan elden daha hayırlı olduğunu söyleyip, Allah’ın lütfuyla varlık sahibi olan kimselere, sahip olduklarının bir imtihan vesilesi olduğunun idrakinde olmayı, ölçülü yaşamayı, böbürlenmemeyi emreder. Her daim fakir fukarâyı gözetmeyi, onların gönüllerinde yer etmeyi, sadece ikram ve infakta bulunmakla yetinmeyip onlarla devamlı birlikte olmayı, aynı sofrada oturmayı tavsiye eder.
Bu nasihatleri dinlerken dikkat etmemiz gereken şey, varlıklı kimselerin yoksul kimselere yapılan nasihatleri, eksik ve kusurlarına mazeret yapmamaları; yoksul kimselerin de varlıklı kimselere yapılan nasihatleri isyanlarına gerekçe yapmamalarıdır.
Aynı şekilde dinimiz, işçiye işini en iyi ve en güzel şekilde dürüstçe yapmayı, işverenine ihanet sayılabilecek davranışlardan kaçınmayı tavsiye eder ve böyle yaptığı takdirde kazandığı paranın helal, temiz ve bereketli olacağını ifade eder.
İşverene ise, işçisinin ücretini geçimini temin edebilecek şekilde ve alnının teri kurumadan vermeyi, hatta imkânı varsa sadece ücretini vermekle yetinmeyip onu kârına ortak yapmayı, ona güzel davranıp yediğinden yedirmeyi, giydiğinden giydirmeyi, ihtiyaçlarını imkân ölçüsünde gidermeyi tavsiye eder. Onun hak ve hukukunu korumayı amellerin en makbullerinden sayar ve Cenâb-ı Mevlâ’ya arz edildiği takdirde duaların kabulüne vesile olacağını bizlere bildirir.
İşverenlerin işçilere yapılan nasihatleri, onlara karşı muamelelerindeki eksik ve kusurlara kalkan yapmamaları, işçilerin de bu tür eksiklikler sebebiyle işverenlerine karşı ihanet sayılabilecek davranışlara bu nasihatleri bahane yapmamaları gerekir. Zira dinimizde âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden süzülerek elde edilen küllî kaidelerden biri şudur:
“Lâ darara velâ dırâr.” (Zarar vermek de zarara karşı zararla mukâbelede bulunmak da yoktur.)
Dinimiz idarecilere, raiyyelerine karşı rıfk ile muâmelede bulunup, onların hak ve hukukunu gözetmeyi, onlara adil davranıp geçimlerini temin edebilecek şekilde gelir dağıtmayı, onların ihtiyaçlarını karşılamayı, dertleriyle bizzat ilgilenmeyi emreder. Hatta raiyye ile idareciler arasında aracılık yapan kimselerin, halkın şikâyet ve isteklerini ulaştırmada kusur gösterdikleri takdirde büyük bir vebal altına gireceklerini ilan eder.
Raiyyeye ise, ulu’l-emre itaati, onlar hakkında hüsn-i zannı, işlerinde onlara yardımcı olmayı, isyân edip şükürsüzlük ve nankörlük etmemeyi tavsiye eder.
Eğer idareciler, raiyyeye yapılan nasihatleri bir sopa gibi kullanıp, bunları onlara karşı mazeret olarak ileri sürerlerse, raiyye de onların eksiklikleri sebebiyle itaat ve hüsn-i zanda kusur gösterirlerse bu nasihatlerin hikmetini anlamamış ve gereğince amel etmemiş olurlar.
Dinimiz borçluya, borcuna sâdık kalmayı, zamanında ödemeyi, ödeme zamanı geldiğinde imkânı varsa borcunun yanında hediye vermeyi; alacaklıya ise, karşı tarafı kırmadan güzel bir şekilde alacağını istemeyi, borçlu zor durumda ise ona mühlet tanımayı, gerekirse alacağından vazgeçip borçluyu bağışlamayı nasihat eder.
Aile reislerinden hanımlarına ve çocuklarına karşı iyi davranmalarını isterken, aile efradına ise Allah Teâlâ’nın meşru gördüğü hususlarda aile reisine itaat etmeyi emreder.
Komşusunu rahatsız edip ona eziyet edenlere bu davranışlarından uzak durmalarını, eziyet görenlere ise komşusunun ezâ ve cefasına sabretmeyi tavsiye eder.
Hiç şüphesiz bu örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak ne kadar çoğaltırsak çoğaltalım yapmamız gereken; kendi hastalıklarımıza odaklanmak, bir an evvel ruhumuzu bu hastalıklardan arındırıp huzurıu Rabbi’l-izzete selîm bir kalp ile varmanın derdine düşmektir.
Ve unutmamak gerekir ki sonsuz hikmet ve kudret sahibi olan Allah Teâlâ Hazretleri her mü’mini ayrı bir imtihana tâbi tutmuştur. Her mü’minin tâbî tutulduğu imtihan, kendisi için en hayırlı imtihandır. Ve asla hatırımızdan çıkarmamamız gereken bir hakikat vardır ki o da asıl hayatın ahiret hayatı olduğudur:
﴿وَمَا هٰذِهِ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَإِنَّ الدَّارَ الْآخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ﴾
“Bu dünya hayatı eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise; hiç şüphe yok ki o asıl hayatın tâ kendisidir, keşke bunu bilselerdi.”[5]
Selâm, Allah’ın ipine sımsıkı sarılıp, hidayet nuruna tâbi olanların üzerine olsun.
[1] Ahzâb, 33/53.
[2] Zâriyât, 51/55.
[3] Nisâ, 4/79.
[4] Sahîh-i Buhârî; Müslim.
[5] Ankebût, 29/64.