Seyyidü’l-mürselîn Efendimiz (s.a.v) kendisine vahiy geldikten sonra en mühim vazifesi olan İslam’ı tebliğ görevini cahiliye müşriklerinin baskı ve eziyetleri içerisinde zorlukla yerine getirmekteydi. Mekke’deki bu durum hicretten sonra daha rahat bir şekil aldı. Peygamber Efendimiz (s.a.v) artık ashâbına ve gayr-i müslimlere dosdoğru yol olan dîn-i mübîni daha fazla irşad etme imkânı bulmuştu. Fakat şartlar ne olursa olsun tebliğ ve irşad faaliyetlerinin icrâsında Efendimiz (s.a.v)’in ilk ve en çok takip ettiği yolun “sohbet” olduğu görülmektedir.
Sahâbe-i Kirâm, hep Efendimiz (s.a.v)’in sohbet halkaları ve meclisleri ile vahyi öğrenmiş, O’nun sünnetini hep bu sohbetlerle idrâk etmiştir. Ashâbın, daha Rasûlullah (s.a.v) hayatta iken, sohbetin ve sohbet meclislerinin ehemmiyetini kavradıklarını, hem buralara çokça iştirâk etmelerinden (öyle ki günlük meşgalelerinden dolayı bazen nöbetleşerek katılmışlar ve daha sonra birbirleriyle müzakere etmişlerdir) hem de bizzat kendilerinin halkalar kurmaya çalışmalarından anlamaktayız.
Abdullah b. Revâha (r.a) bazen arkadaşlarına: “Gelin, Allah için oturup meclis kuralım, bir saat imanımıza iman katalım.” derdi. Bunun ne demek olduğunu anlamayan bir arkadaşı, gidip durumu Rasûlullah (s.a.v)’a anlattı. Efendimiz (s.a.v): “Allah, İbn Revâha’ya rahmet etsin. O, meleklerin katıldığı ve övündüğü zikir meclislerini seviyor. Sizi ona davet ediyor.” buyurdu.
Ashâb-ı Kirâm’dan Ebû Vâkıd Hâris b. Avf (r.a)’ın bizlere naklettiği şu hâdiseden de Efendimiz (s.a.v)’in bu meclislere katılanlar hakkında işaret ettiği hususları ve kazandıkları bereketi görebiliyoruz: “Rasûlullah (s.a.v) mescidde otururken insanlar etrafında toplanmıştı. O esnada üç kişi kapıda göründü. Biri içeri girmeden gitti. İkisi ise içeri girip Efendimiz’e doğru yöneldiler. İçlerinden birisi, halkada bir boşluk gördü ve oraya oturdu. Diğeri ise cemaatin arkasına oturuverdi. Üçüncü adam da çekip gitti. Efendimiz (s.a.v) sözünü bitirince şöyle buyurdular: ‘Size şu üç kişinin halini anlatayım mı? Halkaya oturan birincisi Allah Tealâ’ya sığındı. Allah (c.c) da onu himâyesine aldı. İkincisine gelince, o kimse (insanları rahatsız etmekten) hayâ etti. Allah Tealâ da o kulundan hayâ etti (razı oldu). İçeri girmeyen diğerine gelince, o (bu meclisten) yüz çevirdi. Allah da ondan yüz çevirdi (rahmetten mahrum kaldı).”[1]
Ashâb-ı Kirâm Efendilerimiz, en hayırlı nesil olma lütfuna Rasûlü Ekrem Efendimiz (s.a.v) ile beraber olmaları, O’nun sohbetinde bulunmaları sayesinde ulaşmıştır. Rasûlullah (s.a.v) aralarından ayrıldığında da bu ilim ve zikir meclislerini kendi aralarında yapmaya çalışmışlardır. Asr-ı saadetten günümüze dek, gerek İslâm’ın yayılması gerekse İslâmî ilimlerin tahsîlinde hep sohbetler yer almıştır. Sahâbe-i Kirâm, tâbiîn, tebe-i tâbiîn ve ardından gelen bütün İslam âlimleri ve ümmet, İslâm’ı yaşamak, başkalarına aktarmak ve bu meclislerdeki bereketten nasiplenmek için sohbet halkaları ve zikir meclisleri kuragelmişlerdir.
Sohbet, bir manevî terbiyedir aynı zamanda. İnsanlar irşad olmak için kâmil mürşidlerin meclislerinde bulunmuşlardır. Tasavvuf erbâbının büyükleri Allah’a en çabuk vâsıl eden esasların başında sohbeti saymıştır. Nitekim hadîs-i şerifte: “Bir topluluk Allah’ı zikretmek üzere bir araya gelirse; melekler onların etrafını sarar, Allah’ın rahmeti onları kaplar, üzerlerine sekînet iner ve Allah Teâlâ onları katında bulunanlara över.” buyrulmuştur.[2] İmâm Mâlik Hazretleri’nin Muvatta’ında yer alan şu rivayet ise Allah rızası için yapılan buluşmaların nasıl karşılık bulacağını beyan etmektedir: “…Muaz (r.a) Ebû İdrîs el-Havlânî (r.a)’ye Rasûlullah’ı şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir: Allah Teâlâ: ‘Sırf benim için birbirini seven, benim rızâm için toplanan, benim rızâm uğrunda birbirini ziyaret eden ve sadece benim rızâm için sadaka verip iyilik edenler, benim sevgimi hak ederler.’ buyurmuştur.”[3]
Merhum Mâhir İz Hoca’ya tevcîh edilen bir sual karşısında verdiği şu cevap sohbetin bereketlerini anlamak açısından dikkatlice mütalaa edilmelidir: “Osmanlı cemiyet yapısı, ictimâı (bir araya gelmeyi) esas alır, âlimler, şeyhler, edîbler, şâirler ve sanatkârlar kendi aralarında muntazam toplanırlardı. Bu sebeple, âdetâ sabah-akşam birbirleriyle görüşen insanlar arasında laf taşıyanlara fırsat doğmaz ve ihtilaflar bizzat görüşülerek giderilirdi.”[4]
Bugün de bu sohbet mirası, sahip olduğumuz en büyük nimetlerdendir. Ancak bunu tatbîk ederken dinin koymuş olduğu prensipleri dikkate almak, sohbeti kendisinden öğrendiğimiz Rasûlullah (s.a.v)’ın bu husustaki sünnetine tâbî olmak ve âdâb kâidelerinin ortaya koyduğu hudutlara riâyet etmek, mü’minin, bu İslâm şiârından ve nebevî sünnetten istifâde edebilmesi için pek mühimdir.
Kâmil insanların sözleri kadar nazarları ve halleri de son derece etkilidir. Bu da sohbetin bir bereketidir. Sohbet vesilesiyle meclistekiler birbirinden görerek, yaşayarak, edep ve erkân öğrenir. Nezaket, sevgi, şefkat, hizmet, fedakârlık gibi kâmil ahlâkî meziyetleri içine sindirir, kardeşlik duygusu pekişir. Mü’minlerin ilâhî muhabbet ve marifetle dolu gönüllerinden ortaya çıkan üstün hal ve sıfatlar manen cemaate akseder.
Sohbet kelimesi arkadaşlık etme, hasbihal ve konuşma gibi anlamlara gelse de esâsen fiilî konuşmanın ötesinde bir mânâya sahiptir. Sohbet, aslında kalbî bir ameldir; kalpler arası irtibatı da sağlar. Bu sebeple hem sohbet eden hem de dinleyen için sohbette uyulması gereken âdâb ve kurallar vardır.
Evvelâ, sohbet için bir araya gelen topluluk rastgele ya da gayesiz bir şekilde bir araya gelmediğinin şuurunda olmalıdır ve maksat Allah Teâlâ’nın rızasını talep etmek olmalıdır.
Meclise büyükler girdiğinde ayağa kalmak edeptendir. Zira Rasûlullah (s.a.v): “Efendiniz (ya da en hayırlınız) için ayağa kalkınız.” buyurmuştur.[5] Fakat bu edepten öteye geçmemelidir. Bu hususta yine Efendimiz (s.a.v)’in: “Acemlerin, birbirlerini büyüklemek için ayağa kalkmaları gibi ayağa kalkmayın.” buyurduğunu unutmamak gerekir.[6] Kendisi için ayağa kalkılan kimse de bunu özellikle istememelidir. Bundan hoşlanması halinde ise Rasûlullah’ın haber verdiği itâbla karşılaşması muhtemeldir: “İnsanların kendisi için ayağa kalkmalarından hoşlanan kimse ateşteki yerini hazırlasın.”[7]
Sohbetin başında hamdele ve salvele her ne gayeyle toplanılsın, mutlaka elzemdir, şarttır.
Sohbetten gâyenin, dinî hakikatleri tesirli bir üslupla anlatma, cemaati kötülükten uzaklaştırıp iyiliğe sevk etme olduğu unutulmamalıdır. Sohbet eden (hatîb), İslâm’ın hakikatlerini tebliğ etmekte ve aslında Allah ve Rasûlü adına konuşmaktadır. Buna göre hatîb, etrafındakilerin müstefîd olması ve onların haklarına girmemek için lazım gelen hazırlık varsa yapmalı, dinleyenleri göz önünde tutarak onların meşrepleri, tahsîl durumları, meslekleri ve hatta yaşlarına göre hitâb etmelidir. İçinde bulunulan zaman (mübarek gün ve geceler) ve toplanma gayesi de dikkate alınmalıdır. Bu gibi hususların dikkate alınmaması durumunda yersiz/başarısız bir hitâbet ortaya çıkabilir.
Her meclisde az ya da çok tahsilli, büyük ya da küçük yaşta kimseler bulunabilir. Bir meclise gelenlerin akledebilme melekeleri başka meclisteki cemaatten farklı da olabilir. Bu sebeple dinleyenlerin anlayamayacağı konuşmalar ve nasîhatler, hâzırûn için fayda değil eziyet olacağından, insanların aklı nispetince konuşmak gerektiğini Nebî-yi Zîşân Efendimiz (s.a.v) bizlere tavsiye buyurmuştur. Ayrıca sohbetin başlama ve bitiş süresinin tayin edilmesinin de herkes için faydalı olacağı muhakkaktır.
Meclisteki en mühim edeplerden birisi de, sükûnet (sessizlik)tir. Sohbet esnasında, kişi bir zaruret hali olmadıkça yanındakilerle konuşmaya yönelmemelidir. Bu, hem konuştuğu kimselere hem de sohbete iştirak edenlere eziyet ve bir nevi hürmetsizlik olur. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) buyurdular ki: Üç kişi beraberken, ikisi aralarında hususî konuşmasınlar, bu öbürünü üzer.[8] Fakat bu sükûnet ve sessizlik gaflete sebep olmamalıdır ve kalbin dâimâ uyanık olması gerekir.
Sohbet ve ilim meclislerinde oturma âdâbının ise, eskiden beri halkalar şeklinde ve yüzlerin birbirlerine dönük olduğu bilinmektedir. Bu halkalara otururken uyulması gerekenler şu hadis-i şeriflerde açıkça zikredilmiştir:
“Sizden bir kimse, bir başkasını oturduğu yerden kaldırıp sonra onun yerine kendisi oturmasın. Fakat açılarak halkayı genişletiniz.”[9]
“Sizden biriniz, oturduğu yerden kalkar sonra tekrar dönüp gelirse, önceki (kalktığı) yerine oturmaya herkesten fazla hak sahibidir.”[10]
Câbir b. Semüre (r.a) şöyle naklediyor: “Rasûl-i Ekrem (s.a.v)’e geldiğimiz zaman, (halkanın) sonuna otururduk.”[11]
Ebû Miclez şöyle anlatıyor: “Bir adam halkanın ortasına oturmuştu. Huzeyfe b. el-Yemân (r.a) dedi ki: ‘Halkanın ortasına oturan, Muhammed (s.a.v) diliyle lanetlenmiştir.’”[12]
“Kendileri müsaade etmedikçe iki kişinin arasına oturmak bir kimseye helâl olmaz.”[13]
“Meclislerin en hayırlısı (mekân ve katılım bakımından) geniş olanıdır.”[14]
Yine Câbir b. Semüre (r.a) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.v) mescide girince, cemaati bir kısım halkalar halinde gördü ve: ‘Sizleri niye böyle dağınık gruplar halinde görüyorum (Tek halka/gurup olsanıza)!’ buyurdu.”[15]
“Biriniz güneşte olunca -bir rivayette, gölgede olunca- gölge ondan geçer de, yarısı gölgede kalacak olursa, oradan kalksın.”[16] Kays (r.a), babası Ebû Hâzim’den şöyle naklediyor: “(Bir seferinde mescide) gelmiştim ki, Rasûlullah (s.a.v) hutbe îrâd ediyordu. (Konuşmayı dinlemek üzere) güneşe dikildim. Ancak Rasûlullah (s.a.v) bana, gölgede oturmamı emretti, (ben de hemen) gölgeye geçtim.”[17]
Ebu’d-Derdâ (r.a) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.v) oturdu mu, biz de etrafına otururduk. Kalkar (ve az sonra tekrar geri) dönmeyi arzu ederse, ayakkabılarını veya üzerinde olan (ridâ, sarık gibi) bir şeyi çıkarır (yerine koyar)dı. Böylece ashâbı da (geri geleceğini) bilir ve yerlerinde otururlardı.”[18] Bu durum, hadîs-i şerîfte her ne kadar hatîb için geçerli gibi gözükse de meclisteki kimselerin de böyle yapması münasiptir. Böylece, bilmeden yerine oturabilecek kimseyle münakaşaya girilmemiş olunur.
Yine sohbet halkasında, unutulması/terki yasaklanmış şeylerden biri de Allah Teâlâ’nın isminin anılması ve peygamberlere salât ü selâm getirilmesidir: “Bir cemaat, oturduğu mecliste Allah’ı anmaz ve peygamberlerine salât ü selâm getirmezlerse, bu meclis onlar için (âhirette) bir nedâmet olur. Allah (c.c) dilerse onlara azâb eder, dilerse mağfiret eder.”[19] Başka bir hadîs-i şerîfte de Rasûlullah (s.a.v), Allah’ı anmadan bir meclisten kalkılırsa, merkep leşi yanından kalkılmış gibi olunacağını ve yine o meclisin onlar için pişmanlık olacağını, buyurmuşlardır.[20]
Sohbetten maksadın hâsıl olması için, mecliste dile getirilenler orada kalmamalı, daha sonra da hatırlanmalıdır.
Sohbetin bir gayesi de hatâlı amellerimizin farkına varıp onlardan vazgeçip, doğru ameller için gayret etmek, olduğundan sohbet meclisinde edinilen ilimi hayata tatbik edilmelidir.
Sohbete iştirak eden kimse, şayet öğrenmek istediği ya da aklına takılan bir mevzuyu hatîbe sormak isterse, meclisin sonunda (sözün hitâmında), müsait zamanı kollayarak, edebe uygun olarak sormalıdır. Hatîb de, kendisine bir soru sorulduğunda biliyorsa cevap vermeli, bilmiyorsa bilenlere havâle etmelidir. Eğer daha sonra cevabı öğrenmesi mümkün ise, mühlet istemelidir.
Ashâb-ı Kirâm’ın, meclis sonlarında Asr Sûresi’ni okuma sünnetlerini de merhum Âkif, şu mısralarla dile getiriyor:
“Hani, Ashâb-ı Kirâm, ayrılalım, derlerken,
Mutlaka Sûre-i “ve’l-Asr”ı okurmuş, bu neden?
Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh;
Başta îmân-ı hakîkî geliyor, sonra salâh,
Sonra hak, sonra sebât. İşte kuzum insanlık.
Dördü birleşti mi yoktur sana hüsrân artık.”
Sohbetin başında hamdele ve salvelenin unutulmaması gerektiği gibi sonunda da duâ etmek efdaldir. Her sohbet meclisini bir vesîle görüp, meclisten ayrılmadan Allah Teâlâ’dan af dilemek müminin kazancı olacaktır.
Ebû Hureyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Kim bir mecliste oturur ve orada bir sürü faydasız ve manasız sözlerle vakit öldürür de, o meclisten kalkmadan önce:
“سبْحانَك اللَّهُمّ وبحَمْدكَ أشْهدُ أنْ لا إله إلا أنْت أسْتغْفِركَ وَأتَوبُ إليْك”
derse, o mecliste yapmış olduğu hatâları bağışlanır.”[21]
Ebû Berze (r.a) de başka bir rivayette Rasûlullah (s.a.v)’ın meclisten kalkmak istediğinde, son söz olarak aynı duayı yaptıklarını, ardından da: “Bu söylediğim sözler (duâ), mecliste işlenen hatâ ve kusurlara keffârettir.” buyurduklarını nakletmiştir.[22]
Abdullah b. Ömer (r.a) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v)’in şu duaları yapmadan bir meclisten kalktığı pek az olurdu:
الَّلهمَّ اقْسِمْ لَنَا مِنْ خَشْيَتِكَ مَا تَحـُولُ بِهِ بَيْنَنَا وبَيـْنَ مَعصِيَـتِكَ،
وَمِنْ طَاعَتِكَ ما تُـبَلِّغُنَا بِه جَنَّتَكَ ، ومِنَ اْليَقِـينِ مَا تُـهِـوِّنُ بِهِ عَلَيْنَا مَصَائِبَ الدُّنــْيَا .
الَلـَّـهُمَّ مَتِّعْنَا بِأَسْمَاعِناَ، وأَبْصَارِناَ، وِقُوَّتــِنَا مَا أحْيَـيْتَـنَا ، وَاجْعَلْهُ الوَارِثَ مِنَّا ، وَاجْعَلْ ثَأْرَنَا عَلَى مَنْ ظَلَمَنَا،
وانْصُرْناَ عَلَى مَنْ عَادَانَا ، وَ لاَ تَجْعَلْ مُصِيبَتَـنَا فِي دِينِنَا ، وَ لاَ تَجْعَلِ الدُّنــْيَا أَكْبَرَ هَـمِّنَا وَ لاَ مَبْـلَـغَ عِلْمِنَا ،
وَ لاَ تُسَلِّطْ عَلَيَنَا مَنْ لاَ يَـرْحَمُناَ.
“Allah’ım! Bize, günahla aramıza engel olacak kadar korkundan hisse ver. Bizi, cennetine ulaştıracak kadar tâatini nasib eyle. Dünya musîbetlerini hafifletecek güçlü iman ver.
Allah’ım! Bizi yaşattığın müddetçe kulaklarımız, gözlerimiz ve kuvvetimizden faydalandır; ölümümüze kadar da onları devamlı kıl. Bize zulmedenlerden öcümüzü sen al. Bize düşmanlık edenlere karşı bize yardım et. Bizi dinimizde musîbete uğratma. Dünyayı en büyük düşüncemiz ve gayemiz, ilmimizin sonu kılma. Bize acımayanları üzerimize musallat etme”[23]
[1] Buhârî, İlim, 8; Müslim, Selâm, 10.
[2] Müslim, Zikr, 39; Ebû Dâvûd, Vitr, 14.
[3] Muvatta, Şa’r, 16.
[4] Osman Öztürk, Sosyal Davranışlarda Ölçüler, s. 59.
[5] Buhârî, Cihâd, 165; Müslim, Cihâd ve’s-Siyer 22.
[6] Ebû Dâvûd, Edeb, 165.
[7] Ebû Dâvûd, Edeb, 165; Tirmizî, Edeb, 13.
[8] Buhârî, İstizân, 45; Müslim, Selâm, 36.
[9] Buhârî, Cum’a, 20; Müslim, Selâm, 28-29.
[10] Müslim, Selâm, 31.
[11] Ebû Dâvûd, Edeb, 14; Tirmizî, İstizân, 29.
[12] Ebû Dâvûd, Edeb, 17; Tirmizî, Edeb, 12.
[13] Ebû Dâvûd, Edeb, 21; Tirmizî, Edeb, 11 (Ebû Dâvûd’un bir rivayetinde “İzinleri olmadan iki kişinin arasına oturulmaz.” şeklinde gelmiştir.
[14] Ebû Dâvûd, Edeb, 14; Ahmed b. Hanbel, III, 18, 69.
[15] Müslim, Salât, 119; Ebû Dâvûd, Edeb, 16.
[16] Ebû Dâvûd, Edeb, 15.
[17] Ebû Dâvûd, Edeb, 15.
[18] Ebû Dâvûd, Edeb, 30.
[19] Tirmizî, Daavât, 8.
[20] Ebû Dâvûd, Edeb, 25.
[21] Tirmizî, Daavât, 39.
[22] Ebû Dâvûd, Edeb, 27.
[23] Tirmizî, Daavât 80