İmanın şartları olarak zikredilen ve çocuklara öğretilen kavramlar elbette imanın gerçekleşmesinin şartlarıdır. Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına, ahiret gününe ve kadere iman etmek mü’min olmanın şartıdır. Asırlardan beri, mü’min olmanın şartı olarak, bunlara iman etmenin gereği öğretilmiştir. Bunlara iman edene kız verilmiş, bunlara iman eden mü’min olarak mü’minlerin mezarlığına gömülmüştür. “İmanın şartları” bunlardır, bunlar üzerinde yoğunluk gösterilmiştir. Hiçbir şekilde buna bir itiraz da edilemez. Zira bu hakikat, naslarla sabittir; Kur’an ve Sünnet bizi buna yönlendirmiştir. Elhamdülillah, böyle iman ettik ve inşaallah kurtulduk. Ancak imanın şartları kadar, “imanı korumanın” da şartları olması gerekmez mi? Korunmayan bir iman nasıl kalabilir? Mü’minler, bir kere iman ettikten sonra ebedi olarak o dairede mi kalmaktadırlar?
Eğer imanın şartlarını öğrendiğimiz Kur’an ve Sünnet’e dönüp bakacaksak şunu göreceğiz: İman ehli olmanın şartı olarak belli esasların ileri sürüldüğü gibi, imanın son nefese kadar kalabilmesi için de şartlar ileri sürülmüştür. Ve bu şartlar, olursa olur cinsinden değildir. Pek çok ayet ve hadis, imanla beraber başka işleri de zikretmektedir. Özellikle hadislerde imanın ikinci değerlere bağlı tutulduğunu görmekteyiz. Meşhur Buharî-Müslim hadisinde iman yetmiş küsur şube olarak tanıtılmaktadır.[1] Bu hadiste Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, hiçbir tartışmaya kapı bırakmayacak şekilde iman denen değerin yetmişten fazla bölümden oluştuğunu özellikle vurgulamakta ve örnekler vermektedir. Hadis-i Şerif dikkatle okunduğunda görülecektir ki bu örnekler bir baştan, bir ortadan, bir de sondan verilerek dikkatimiz bir noktaya çekilmektedir. Hadis şu bilgileri vermektedir:
İman yetmiş küsur şubedir.
İmanın en üst derecesi Kelime-i Tevhiddir.
İmanın en alt derecesi ise yoldan bir eziyet vericiyi kaldırmaktır.
Hayâ da imandan bir şubedir.
Biz iman olarak altı esas üzerinde yoğunlaşırken, o altı esasın, diğer esasları da ihtiva eden ana yönleri gösterdiğini dikkatlerimizden kaçırdığımız için hâlâ sokakta ayağa batacak bir çiviyi alıp çöpe atmayı mü’min olmanın gereği olarak anlayamamış bulunuyoruz. Allah’a iman etmek Kelime-i Tevhid’le başlayan, sokakların temizliğine varıncaya kadar hayatın her alanını kuşatan ve kişinin içindeki hayâ duygusunu sabitleştiren bir değer olmalıdır. İman, sadece oluşmasının şartlarıyla kısıtlı kalmamalı, aynı zamanda onu koruyan ve pratikleştiren şartlarına da riayet edilmelidir ki gerçek iman ortaya çıksın.
Hayâ imandandır
Hayânın imandan olduğunu beyan eden çok Hadis-i Şerif vardır. Hatta “Hayâ imandandır” hadisi bir tekerleme gibi bilinmektedir. Ne var ki sıkıntı, bu gerçeğin, imanın ayakta kalmasını sağlayacak hakikatlerden biri olamamasıdır. Hayâya bakış, onu ahlâkın inceliklerinden biri olarak görmenin ilerisine gidememektedir. Bu da şöyle tespit edilebilir: Hayâ olarak bilinen bir tutumu, tavırlarıyla zedeleyen bir insana hangi gözle baktığımızı incelediğimizde ne görürüz? Bir hayâsızlığı ahlaksızlık olarak mı görüyoruz yoksa iman eksikliği olarak mı? Hayânın imandan olduğunu kabul ettiğimiz hâlde hayâsızlığı ahlaksızlık olarak bırakıp geçebiliyorsak kendi anlayışımızda bir çelişkiye çözüm aramak zorunda kalırız.
Hâlbuki Hâkim’in rivayet ettiği bir hadiste Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin, iman ve hayâyı iki parçalı bir bütün gibi gösterdiğini görüyoruz. Burada bu ikisinden hangisi giderse diğeri de gider, ikazı yapılmaktadır.[2] Tirmizî’nin rivayet ettiği bir hadiste de hayâ için ‘imandandır, iman da cennettir.’ ifadesi kullanılmıştır.[3]
“Hayâ imandandır” gerçeği bize, hayâyı nereye oturtmamız gerektiği konusunda önemli bir çizgi çizmektedir: Konuşmalarımızdan yürüyüşümüze kadar hayatın her alanında bize şekil vermesi gereken bir ilke olarak kalan hayâ ile çok uç noktalardaki aşırılıklardan ötürü sıkılmayı gerektiren hayâ aynı olamaz. Zira iman, uç noktalarda tezahür eden bir hakikat değildir. Sözlerimizde, tuttuklarımızda, okuduklarımızda, gözümüzün gördüğünde, kulağımızın duyduğunda iman ve imandan olan değerlerin etkisi bulunmalıdır. İman budur. Hayânın genç kızlara ya da kadınlara mahsus değerlerden biri olarak algılanması ile imandan gösterilmesi nasıl bağdaştırılabilir? O takdirde iman, genç kızlara veya kadınlara mahsustur mu diyeceğiz?
Biz imanımızı kaybetmeye karşı gösterdiğimiz hassasiyeti, imanın koruyucusu ve içini dolduran değerlere de göstermeliyiz ki gerçekçi bir iman sahibi olarak yaşamaya devam edelim.
Hayâ gittikten sonra!
Meşhur bir nebevî ikaz, trafik levhası gibi gözümüze ilişecek her yere asılmaya değer doğrusu. Bu ikaz, hayâya nasıl bir yer bulmamız gerektiğini çok net bir şekilde beyan etmektedir. Hayâ ile iman arasındaki bağa da dikkat ederek incelendiğinde bu müthiş ikaz, kadınlardan ve genç kızlardan önce mü’min olan herkesi ilgilendirmektedir. Ticaret erbabını, siyaset adamlarını, meslek sahiplerini, kısacası her mü’mini birinci dereceden ilgilendiren bu ikaz belki de en son söylenecek şeyi söylemektedir:
“Utanmadıktan sonra istediğini yapabilirsin!”[4]
Utanmayı kaybetmek, bu hadiste bir tür delirme olarak görülmektedir. Deliye yaptığı hoş görüldüğü gibi utanmayana da denecek bir söz kalmamış kabul edilmektedir. Belki bu hadisteki ifade mecazî yolla başka hükümleri ihtiva etmektedir. Ya da “yapabilme” yetkisi nihayetinde ciddi bir ikaz olarak algılansın istenmiştir. Ama ne olursa olsun, Peygamber aleyhisselam’ın bu ikazı, neden imanla hayânın yan yana tutulduğunu da anlatmaktadır. Eğer bir insan Müslüman ise, onun hayâsı en ciddi korunma ve koruma sistemi olarak aktif olmalıdır. Müslüman’ı hayâ gibi koruyacak bir üst değer olmayacağından, hayâyı kaybettikten sonra yap yapabildiğini şeklinde bir ikaz yapılmaktadır. Böyle bir ikazı iman ehli olarak biz, nefes aldığımız her zemine taşımaya mecburuz. Nasıl ticaret yapacağımıza etki etmelidir bu. Nasıl bir çocuk eğitimi yapmamız gerektiğini öğretmelidir. Sadece bilen çocuk yetiştirmek yeterli olmayacaktır; bilen ve hayâ eden bir çocuk yetiştirmek zorundayız. Hayâyı bilmekten, dinlemekten, konuşmaktan, yürümekten, ticaretten ayıramayız. Hayatımızın mü’min hayatı olmasının en tabii gereklerinden biri olarak hayâ üzere olmayı ilke edinmek durumundayız.
Hayâ, hayatımızdan gittikten sonra namazdan cihada kadar amellerimizin İslamiliğini Kur’an ve Sünnet’e uygunluk açısından belgelemekte zorlanırız.
O hayâ değil!
Bir mü’minin, iman ettiği peygamberini hangi kulakla dinler ve ona hangi gözle bakarsa, şu hadisi şerife de o kulak ve o gözle alaka duymaya çalışalım. Çünkü bu hadis, yaşadığımız asırda bütün varlarımıza rağmen neyi kaybettiğimizi göstermektedir bize:
Abdullah bin Mes’ud radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizle bağlantılı olarak şöyle bir bilgiyi rivayet etmektedir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
“Allah’tan hakkıyla hayâ edin.” buyurdu.
“Elhamdülillah. Biz Allah’tan hayâ ediyoruz ey Allah’ın nebisi.” dediler. Buyurdu ki:
“Öyle değil! Allah’tan gerçekten hayâ etmek şöyledir:
Başı ve başa bağlı olanları,
Mideyi ve mideye bağlı olanları koru.
Ölümü ve imtihanı unutma.
Ahireti arzu eden, dünya ziynetini terk eder.
Bunu yapan, Allah’tan gerçekten hayâ etmiş olur.”[5]
Genç bir kızın erkekler arasında bulunmaktan, evlilikle ilgili bir teklifi konuşmaktan arlanmasını hayâ olarak adlandırmanın çok ötesinde bir alanı sevgili Peygamber aleyhisselam Efendimiz hayâ dairesinin içine almıştır. Buna göre hayânın ihtiva ettiği konular da genişlemektedir. Hayâ, imanla doğrudan bağlantılı bir konu olduğu için onun kuşattığı daire içinde kalan ne varsa onlar da şu kadar veya bu kadar imanla bağlantılı hâle gelmiş olmaktadır.
Baş ve başa bağlı olanlar, mide ve mideye bağlı olanlar, düşünme, dünya ziynetine dalmama olarak genişletilen hayâ alanı, bütün hayatımızı kuşatacak kadar geniş tutulmuştur. Ticarete bulaşan yalan, verilen sözde durmamak, mideye haram sokmak, haramlardan bir haram irtikâp etmek, hayâyı gerektirir şeylerdir. Genç kızlar kadar faiz yiyenler de hayâya davet edilmelidirler. Mü’min kimliğine rağmen vaadine aykırı davrananlar her şeyden önce hayâ üzerinden ayıplanmalıdırlar. Zira kaybettikleri şey, imanla birinci dereceden bağlantılı bir mesele olan hayâdır.
Dünyevileşme hastalığı olarak isimlendirebileceğimiz mevcut sürecimiz kimsenin dikkatinden uzak olmadığı hâlde, dünya malına tapınırcasına bağlananlar, Hadis-i Şerif’e göre gerçek hayâdan uzak kaldıkları hâlde arlanma ihtiyacı hissetmemektedirler. Ve git gide bu açı derinleşmektedir. Artık, bir yolunu bulun dünyevileşemeyenler, yalanla işini çeviremeyenler, dinini verip dünyasını alamayanlar, eşinin rızasını yok sayamayanlar, sofrasında şüpheli veya helal yiyeceklerin olmasını ayırt edemeyenler herhangi bir sıkıntı içinde olmamaktadırlar. Bulanıklık çoğalınca berraklık aranmaz olmuştur. Bir zamanlar küfür ehlinin, mü’minleri geri kalmışlıkla itham ettiği ifadeler şimdi “ilerlemiş” mü’minlerin dünyevileşmede “geri kalmış” mü’minleri itham etmek için kullanabildiği ifadeler hâlini almıştır.
Hanımların kıyafetlerini evlerinin balkonlarında kurutmalarına bile tahammül edemeyen mü’min anlayış, bugün, hanımlarının toplantılarda ulu orta bulunmasına, resimlerinin basında kullanılmasına aldırmıyorsa hangi hayâdan söz edebiliriz? Diploma uğruna anne babanın ezilebildiği, anne babanın da Şeriat’ı yok sayabildiği ortam, hayâ ile bağı zayıf olan bir ortamdır. Haber izleme, kültür artırma gibi bahanelerin arkasına gizlenerek çocuklarımızın önünde, bir önceki nesle göre kıyamet alametlerinden sayılabilecek görüntüleri rahatça seyredebildikten sonra hayâ, imanla bağlantısını ispat edemez durumda kalacaktır elbette.
Bir insanın avretinin çıplak olması durumunda, hayâsının onu ezmesi gerektiğini düşündüğümüz hâlde, mü’minlerin İslam’ın sisteminden uzaklaştırılıp yeryüzünün göçebeleri gibi yaşamaya mahkûm edilişlerinden ezilmeye yönelik bir his görmüyorsak, düşünmemiz gereken bir süreç yaşıyoruz demektir.
İnsanda kan değerlerinin düşmesi gibi hayâ değerinin düşmesi de mümkündür. Nasıl kan takviyesi yapılıyorsa hayâ da sürekli takviye edilmeli, hayâsızlığa yol açan ortamlardan ve nedenlerden uzak durulmalıdır. Zira hayâ imandandır. Onun olmadığı yerde iman da olmayabilir.
Kuldan da Allah’tan da hayâ eden mü’min kazanacaktır. Asır, hayâyı yitirmiş olabilir. Biz, imanımız gereği hayâ ehli olmaya devam edeceğiz.
[1] Buharî, İman, 3/9; Müslim, İman, 12/152
[2] Müstedrek, 66
[3] Birr, 65/2009
[4] Buharî, Edeb, 78/6120
[5] Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyame, 24/5458