İçeriğe geç

Bir okyanusu, ondan alınmış bir bakraç suyun tahlili ile değerlendirmek kabilinden, âcizane bir gayretle İslâm Dünya Görüşü’nü anlatmak maksadıyla kaleme alınmış olan bu eseri bitirdikten sonra, onun geleceği hakkında da birkaç söz söylemeyi zarurî addediyoruz. Bunun için önce nihai hükmü, sonra da bu hükmün esbab-ı mucibesini (gerekçelerini) arz etmeyi uygun bulmaktayız.

Öyleyse hemen şunu söylemeliyiz ki, bütün Dünya’nın ve hassaten hıristiyan Batı Âlemi’nin yüzyıllardan beri aramakta olduğu huzur ve sükûnla -beynelmilel ölçüde- sosyal adaletin kâmil manada yegâne amili olan İslâm’dır ki, onlar çok yakın bir gelecekte bu gerçeği idrak etmek mazhariyetine nail olacaklardır!… Lakin Batı insanının idraki, körebe oynayan çocuklar gibi, “taassup” ve “menfi şartlanma” ile köreltilmiş bulunduğundan, o, neyi aramakta olduğunu da, nasıl araması gerektiğini de hala bilememektedir. Bu sebepledir ki, Batı, “Haçlı Seferleri”, “Engizisyon Mahkemeleri” ve “Sen Bartelemi” katliamları gibi zulüm ve i’tisaf (yok etme) hareketleri ile damgalandığı bütün bir Ortaçağ boyunca, kendisine bir komşu olan “Endülüs İslâm Medeniyeti”nden aşılanma şansını reddettiği gibi, “Sanayi İnkılâbı”nın zuhuru ile elde ettiği teknik üstünlüğü haris bir vampir iştihası ile bütün insanlığın ve hassaten hıristiyan olmayanların kanını emmekte kullanmaktan ictinab etmemiştir. Yeni birtakım usullerle hala devam eden bu -insanlık cevherine aykırı- emperyalist ve başkalarını aşağı görme yolundaki emel ve
davranışlar, onların hümanist olması gereken dinlerinde bile makes bulmuştur. Afrikalı zencileri, hayvan nakil şartlarından daha beter bir surette Amerika’ya taşıyıp, daha düne kadar köle olarak çalıştıranlar, nihayet, lütfen onların da insan olduklarını hatırlayıp, hıristiyan olabileceklerini kabul etmiş, fakat onlarla bir ibadethanede bile birlikte bulunmaya tahammül edemeyerek zencilere mahsus olmak üzere “Babtist” mezhebini kurmuştur.

Gerçekten Sanayi İnkılâbı ile gücünün zirvesine ulaşmış ve Dünya’nın liderliğini elde etmiş olan hıristiyan Batı Âlemi’nin sicili, hiç de yüz ağartıcı değildir. O, asla faziletli bir medeniyet kuramamış, imkânları arttıkça, egoist emel ve iştihaları buna muvazi bir surette azgınlaşmıştır. Tıpkı susuzluğunu gidermek için tuzlu su içen bir insan
gibi, ihtiras ve iştihalarının her safhada biraz daha kabarması ile bugünlere gelinmiştir.

“Avrupa Birliği” tecrübesiyle değişik kültürleri bir arada yaşatma imkânının peşinde koşarken bile bunun “Osmanlı-İslâm Medeniyeti”ndeki şaheser tezahürünü görmezden gelerek hıristiyan Batı kültürüne imtiyaz ve
inhisar tanımasıyla gerçek hümanizmden -hâlâ- fersah fersah uzak olduğunu ortaya koymuş bulunmaktadır.

Biz müslümanlar, Amerika’yı da Batı mefhumu içinde mütalaa ettiğimiz için, şunu söyleyebiliriz: Batılılar, başkalarının elindeki tabii imkânları tebdil (değiş-tokuş) maksadıyla silah sanayini dehhameleştirerek “nükleer” vasfındaki çapa ulaştırınca, bu silahların aynı zamanda kullananı da perişan edeceği görülmüş ve bu sebeple bunlar, sadece bir tehdid vasıtası haline getirilecek başka bir imha vasıtası aranmış ve bulunmuştur: Mikrop!

Gerçekten bugün artıkartık, Çin ve Hindistan gibi nüfusu milyarı aşan ülkelere karşı mikrop üretip depolayarak bir “Biyolojik Harp Tekniği” ile Cihan tarihinde görülmemiş bir katliam planları yapılmaktadır.
Allah’ın planından habersiz, bu, her istediğini yapabileceğini zanneden güçlerin, böyle ütopik felaket senaryolarını bir tarafa bıraksak bile altmış yıldan beri “Filistin’deki Dram”a, üç-dört senedir de “Irak”ta cereyan eden facialara kılı kıpırdamadan seyirci kalan ve hatta bu faciaların gerçek sebebi kendisi olan Batılıların, nasıl bir insani ve ahlaki sukut noktasına varmış bulunduklarını görmemek ve anlamamak kaabil değildir.

Ruhunu, nefsanî ihtiraslarla zehirlemiş, dinini bizim “Hıdrellez Eğlenceleri”miz seviyesinde bir örf, adet derekesine indirerek kiliseleri boşaltmış Batı insanının, bu “fazilet karşıtı” tavırlarının gerçek sebebi acaba nedir?
Önce şunu söyleyelim ki, zulüm payidar olmaz! O hadd-i azamiye yükseldiğinde, amme vicdanında tebeddülat meyilleri uyanır ve bir çare arayışı başlar. Bu, tarihte hep böyle olmuştur. Bunun bir sebebi de masivaullah’ta “beka” sıfat-ı ilahiyesinden zerre bir nasip bulunmamasıdır. Bundan dolayı her oluş, fanilikle mahkûm olup zail olucudur. Lakin her oluşun murâd-ı ilahî icabı bir vakt-i merhunu vardır. Galiba Batı Âlemi ve hatta bütün Dünya için, bir tebeddülat vakt-i merhunu anbean yaklaşmaktadır.

Biz, hem yukarıdaki sualin bir cevabını ve hem de murad-ı ilahi gereğince vukuu gereken tebeddülatı, bundan otuz sene önce, o zaman haftalık olarak yayınlanmakta bulunan Sebil Dergimizde1 “Güneş Batıdan Doğarken” başlıklı bir yazıda anlatmıştık. Bugün, o yazıya ekleyecek pek az bir şey vardır. Önce bahsi geçen yazıyı dikkatlerinize arz edelim:

“İnsanların içinde doğup yaşadıkları fizikî ve coğrafi şartlar, onların yalnız uzviyetleri (organları) değil, aynı zamanda duygu ve düşünceleriyle karakterleri üzerinde de son derecede ehemmiyetli bir tesir icra eder. İlk defa büyük İslam mütefekkiri İbn-i Haldun tarafından ortaya konulmuş olan bu gerçek üzerinde, bilahare pek çok i’mal-i fikr edilmiş ve bu müessir, bugünkü ilim âleminde artık çeşitli beşeri davranışların temel sebeplerinden biri sayılır olmuştur. O derecede ki, fiziki ve coğrafi şartların yalnız insanlara değil, hayvanlar ve hatta bitkilere bile şamil olduğu kabul edilmektedir. Sıcak güney memleketlerinden kuzeye doğru çıkıldıkça, buluğ yaşının yükselmesi, bu tesirin uzvi gelişme üzerindeki ilk akla gelen neticesidir. Seması daima kapalı ve sisli kuzey ülkelerinde intihar
nispetinin yüksekliği de fiziki ve coğrafi şartların ruhi hayat üzerindeki müessiriyetinin herkesçe bilinen bir misalidir. Harcıâlem (herkesçe kullanılan) tavsifiyle bir şiir, hikmet, efsane, diğergamlıklar âlemi olarak bilinen Doğu Dünyası’nın asırlar boyunca arz ettiği şu hususiyetlerin, onun iklim ve tabiat şartları ile de alakalı bulunduğu inkâr edilemez. Çin’den Arab Âlemi’ne kadar bütün Doğu ülkeleri insanının hayal ve tecride istidadı, onların dini
tefekkür ve edebi mahsullerinde aşikâr bir surette görülür. Uçsuz bucaksız bir çölde, açık, berrak, dipsiz ve sayısız yıldızla bezenmiş bir gökyüzünün beşeri tahassüs merkezi olarak gönlü, Rabbi remzeden (sembolize eden) sonsuza
aid meyil ve alakalar ile doldurmasından daha tabii ne olabilir? Bunun içindir ki, Arab edebiyatında -frenklerin layıtmotil dedikleri- sık sık tekerrür eden bir kelime ve tabir olarak “ya leyl” (ey gece) hitabına rastlanır. O derecede
ki, bu tabirin bir Şark ülkesi olan memleketimizde bile Arabların gerçekçilikten uzaklıklarına ima ve tariz makamında kullanılması yaygındır.

Batı ve Doğu Dünyaları ve bu iki ayrı âleme mensup insanlar arasındaki zıtlıkların temel sebeplerinden
birisi de -temas eylediğimiz- şu tabiat şartlarıdır. Bu sebepledir ki, Güneş’e, açık yıldızlı Gökyüzü’ne hasret olan Batı insanı, içine dönük, egoist ve aşırı akılcıdır. Şu keyfiyet, Batılı insan için temel iskeleti mücerred hakikatlerden
(metafizik gerçeklerden) teşekkül eden semavi dinlere ve hassaten bunların son ve en mütekâmili olan İslam’a karşı
bir istidatsızlık ifade eder.2 Bu yüzdendir ki Batılılar, aslı semavi ve binaenaleyh mücerred gerçeklerle dolu bir dini (Hıristiyanlığı) bile bu zatı meyillerinin rengine büründürerek tahrif etmişlerdir.

Yüce dinimizde “kıyamet alametleri” arasında “Güneş’in Batı’dan doğması” keyfiyetinin de beyan ve ifade buyrulmuş olduğu malumdur. Biz, bunun Güneş’in madden ve fiilen Batı’dan doğması gibi “adetullah”ı tebdil eden ve ona mugayir görünen bir surette anlaşılması imkân ve ihtimalini reddetmeyerek, diğer bir istikamette değerlendirilmesinden yanayız. Esasen şimdiye kadar “Güneş’in Batı’dan doğması” keyfiyeti, hep maddi ve fiziki olarak anlaşılmış ve İslâm Âlemi’nde böyle bir kanaat yerleşmiştir. Buna rağmen şu dini kanaatin muhtevasındaki
“Güneş” lafzından asıl maksadın, “İslâm” olması düşünülemez mi? Bizi bu kanaate sevk eden bazı sebepler mevcuttur:

Güneşin Batı’dan doğmasının kıyamet alameti olarak bildirilmesi, onun pek geç tahakkuk edeceği gerçeğini de birlikte ifade eder. Hatta bu keyfiyetin “Kıyametin büyük alametleri” arasında zikredilmiş bulunması, bu, geç tahakkuk edişi daha da takviye eylemektedir.

Diğer taraftan Batı insanının materyalist, egoist, akılcı ve menfaatperest oluşu da, onu ulviyyat ve tecride istidatsız kıldığından, İslâm’ın kabulünün en geç onun için mevzuu bahs olacağı gerçeğini ortaya koymaktadır. Şu durumda, Güneş’in Batı’dan doğması ile Batılıların İslâm’ı kabulleri arasındaki müteradif “geçtik ve güçlük” bu hüküm ve inanıştaki “Güneş’in İslâm’dan ibaret olması” ihtimalini daha da katileşmektedir.

Ayrıca zikrettiğimiz güçleştirici şartlara rağmen, bugünkü Batı Âlemi, böyle bir doğuşun ürpertili belirtilerine sahne olmaya başlamış bulunmaktadır. Hakikaten İslâm’ı neşir ve propaganda imkân ve faaliyetlerinin son derecede kifayetsiz olmasına rağmen, Avrupa ve Amerika’da yüz binlerce insan “Hak Yol”u tutmuştur. Bu noktada “Zenci Müslümanlar” da hesaba katıldığında, bu yeni müslümanların adetlerinin milyonlara vardığı malumdur. Bilhassa Avrupa’da “İslâm’ı Seçenler”in yüksek tahsilli, müdekkik ve münevver insanlar arasında çıkması dikkati çekmektedir.

Bu gibi kimseleri hidayet yoluna sevk eden sebep ve amiller tahlil ve tedkik edildiğinde, bunların aklen ve zahiren şu büyük neticeyi husule getirmeye kifayetsizlikleri dehşetle müşahede olunmakta ve buradaki “tasarruf-i
ilahiye” ibretli bir surette tezahür eylemektedir. Dolaşmakta bulunduğum Avrupa şehir ve kasabalarında karşılaştığım mühtedileri hidayete götüren esbaba muttali oldukça, hep bu, kıyamete yakın Güneş’in batıdan doğması hususundaki dinî esası hatırlamakta ve hayatımın müstesna heyecanlarını yaşamaktayım. Bu durum da şu
dinî inanıştaki “Güneş”in “İslam” olduğu hususunda bende yakînî bir kanaat husule getirmektedir.

Git gide dehhameleşerek (hudutsuz büyüyerek) materyalist Batı insanını daha da maddileştirip onun manevi duygularını dumura uğratan, gönül pınarlarını kurutan sanayi çarkları, arasına aldığı herkesi dehşetli bir
iflas ın girdabına sürüklemiştir. Avrupa’da şu hengâmede başlayan “İslâmlaşma” hareketi, ruhunda bir zerrecik olsun iman istidadı kalabilenlerin, hazin bir gidişe isyanlarından doğmuş bulunmaktadır. Bugün, şu isyanı şahsi ve
ailevi çevre ve çerçevesine karşı gerçekleştirebilen mahdut insan, gelecekte “Müslüman Batı”nın ilk mübeşşirleridir. Onların hareketi ile Batı’nın asırlardan beri kara bulutlarla kuşatılmış olan afakı, aydınlanmaya ve gurubun gönüllere sürur veren sıcak renk cümbüşü ile donanmaya başlamıştır.

Bu gelişme ve tecellinin beş milyondan ziyade kardeşimizin, velev iş ve ekmek temini saikiyle de olsa, Avrupa’da bulunduğu bir zamana rastlaması, fevkalade dikkat çekicidir. Onların çoğu da ülkemizde İslam’ı layıkıyla öğrenemeden bulundukları çevreden ayrılıp tamamen yabancısı oldukları yad ellere gönderilmişlerdir. Bu sebeple bir kısmı ayakta kalamamış olsa bile, pek çoğu Avrupa’da -adeta- yeniden ve hakikaten müslüman olmuşlardır.
Böylelerinin de inzi mamıyla bugün Batı öylesine bir ihtida hareketine sahne olmuştur ki, bunun gelişmesi yalnız Batı insanının değil, kendi insanımızın da yeniden fethine müncer olacaktır. Böylece de sevk-i kaderle bir peygamber mesleği olan “hicret”i ihtiyar etmek mevkiinde bırakılanların üzerinde başlangıçta tahmin ve tasavvur edilemeyen bir “kahırdan lütuf” tecellf etmiş olacaktır.

Avrupa’da küfrün karşısında ayakta kalabilmenin imti hanına memur bulunan bu kardeşlerimizin, iman ve cihad aşkı itibarıyla bilenişi “yarınlar”a islâmî bir renk katacak en ehemmiyetli bir müessir olacaktır.

Bütün bu gelişmeler, yüzyıla yakın bir zamandan beri iman vadilerini Batı menşeli sislerin doldurduğu ülkemizde de İslam Güneşi’nin Batıdan tulu’ etmeye (doğmaya) başladığını gösteren mes’ud alametlerdir.

Rabbin, insanlığa ebedi bir hidayet meşalesi olarak gönderdiği yüce Peygamberimizin müjdelediği “Batı Roma’nın Fethi”nin de bu gelişmede bir ara merhalesi olarak pek yakın bulunduğundan şüphe edilmemelidir.

Asr-ı saadette yaşayıp da İslam’ın ilk doğuşundaki cehd ve gayretlere katılamamış olmanın üzüntü ve hasretini çekme ey müslüman!… Senin yaşadığın zaman da pek yakında öyle bir “ikinci doğuş” ve “diriliş”e sahne
olacaktır ki, ruhunun susadığı büyük fetih ve cihad iştiyakı hayal bile edemeyeceğin ölçüde temin ve tatmin olunacaktır! İşte nice zamandan beri küsuf halindeki “İslâm Güneşi” karanlıkları yırta yırta ufukta yükselmeye başlamıştır!… Hem de beklenmedik bir surette, Batı’dan!…

Veyl (yazıklar olsun), kendini müslüman bildiği halde “Güneş Batı’dan Doğarken” bu büyük oluşun heyecanını duymayan ve gayrete gelmeyenlere!…”

Yazı, burada bitiyor. Otuz sene sonra buna ilave edilebilecek olan hususları kısaca şöyle ifade edebiliriz.

1-Otuz sene evvel benim bu yazdıklarıma bakarak Batı Âlemi’nin akşamdan sabaha islamlaşacağını
zannettiğimi düşünenler olabilir. Hemen söylemeliyim ki, Allah Azimüşşan’ın zıt tecelliler arasında vaki olabilecek
tebeddülatı, bir tedric, yani yavaş yavaş gerçekleşme esasına merbut kıldığından ben o gün de gafil değildim. Bu gerçek, mutlak bir teyid-i ilahiye mazhar olan Ahir zaman Peygamberinin davetindeki galebenin bile 23 senede
gerçekleşmiş olmasıyla sabittir. Binaenaleyh benim ümid ve beklentim, başlamış olan yeni bir mevsimin tabii icabınca devam ederek vakt-i merhûnunda kemale ermesidir. Bugünkü Roger Garaudy, Maurice Bucaille ve Martin
Lings gibi mütefekkir mühtediler bu oluşun mübeşşirleridir.

2- Meşhur Carlyle, “Kahramanlar” isimli eserini yazarken peygamberler arasında kahraman olarak Peygamber Efendimizi seçişini “ülkesinin müslümanlaşması tehlikesi olmadığından, O’nun hakkında doğrulan serbestçe söylemek imkânının mevcutbulunması”3 olarak kaydetmiştir. Bu demektir ki, bugün Batı Âlemi’nde “İslamofobi” adı altında İslam’ın düşman ilan edilmesi böyle bir tehlikenin (!) varid görülmesinden başka bir suretle
kaabil-i izah değildir. Her ne kadar anarşi ile İslam’ı yan yana getirerek düşmanlıklarına mantıksız bir gerekçe bulmaya çalışmaktaysalar da gerçek saik, Batı’nın İslamlaşması korkusudur!

Buna ilaveten şunu da söylemek gerekir ki, I. Cihan Harbi sonunda, bizim sukûtumuzla birlikte tamamen çökmüş bulunan İslâm Âlemi, bugün uyanmaya başlamış ve müthiş bir yükselişe geçmiştir. Bu yükselişin, ruhları
hala kör taassubun karanlık dehlizlerinde mahpus bulunanlarda dehşet verici bir kıskançlığa amil oluşu hesaba katılmalıdır. Onların misyonerlerinin Afrika ve Uzakdoğu ülkelerinde ekmek vererek din telkin etme yolundaki faaliyetlerinin neticesinin kocaman bir fiyasko olmasının da hasedin amilleri arasında zikri gerekir!… Bu durumda
Batılı mutaassıp korkmasın da ne yapsın!…

3- Bu korkuyu takviye eden başka sebepler de vardır.

a- Her ilmi keşfin, Kur’an-ı Kerim’i te’yid etmekte oluşu:

Buna dair evvelce birçok misal zikretmiş bulunmaktayız. Bu oluşun gitgide artıp hızlanacağı da daha şimdiden bellidir.

b- Hıristiyanlığın laaklî olan ilahiyatından yüz çevirerek la-dinî bir yolda yürüyenler, her gün çoğalmakta ve bunlar da asırların yerleştirdiği İslâm’a karşı peşin hükümlülük taassubundan uzaklaştıkları için İslâm’a karşı daha
serinkanlı bir bakış sahibi olmaları mümkün olmaktadır. Bu da ihtidaları sür’atlendiren bir diğer sebep olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır.

c- Asıl ehemmiyetli olarak internetin keşfi ve kullanımının yaygınlaşması; Batı’da İslâm’ı -hemde- doğru olarak öğrenmeyi kolaylaştırmaktadır. Artık hiç kimse, İslâm’ın ne olduğunu öğrenmek için, ne herhangi bir papaza bir şey sorar ve ne de öyle birinin yazdığı garazkârane bir esere bakmak ihtiyacını hisseder. İnternetin başına geçince, islâmî kaynakların hepsine de ulaşmak imkânı vardır. Bu takdirde İslâm’ın hakikati ile siyah-beyaz derecesinde bir kat’iyetle karşılaşmasına artık hiçbir engel mevcud değildir. Üstelik nerede yaşıyor olursa olsun, orada mutlaka temasa geçebileceği bir müslüman cemaat, bir cami veya cemiyet de mevcuddur.

Bütün bunlar gösteriyor ki, “Kâfirler hoşlanmasa da Allah, nurunu tamamlayacaktır.”4 mealindeki âyet-i kerimenin kâmil manası ile tahakkuk edeceği günlere doğru hızla gitmekteyiz.

“Görelim Mevlâ n’eyler,
N’eylerse güzel eyler.”

 

Dipnotllar
1-Bkz: 13 Nisan 1979 tarih ve 171 sayılı
Sebil Dergisi.

2-Bugün buraya şunu da ilave etmek
isteriz ki, Batı Âlemi’nde her şey, onu ibda’
edenlerin ruhlarındaki huzursuzluğa makes
bir muhtevadadır. Yazılarına ve mimarilerine
kırık çizgiler hâkimdir. Musikileri, ani iniş ve
çıkışlarla doludur. Müslümanların yazıları, mimarileri
ve musikileri bunun tamamen aksi bir
mahiyet arz eder. Bunun sebebi, hıristiyanlar
ile müslümanlar arasındaki ruhi huzur farkıdır.
Hıristiyan, Allah’a “ehadiyet” sıfatıyla inanamadığı
için, ruhi huzur ve sükûndan mahrum
olup asabiyetle doludur. Yazısında, mimarisinde,
musikisinde, hatta elbisenin darlığında
bile bu sıkıntının icabı tezahür etmektedir.

3-Carlyle, a.g.e. , sh. 40
4-Saff, 61/8