İçeriğe geç

SORULARLA SAHABE VE SAHABEYLE İLGİLİ İDDİALAR

 

Sahabe-i kiram, Kur’an’ın canlı bir süreç içerisinde adım adım inşa ettiği ilk ve tek nesildir. Hayatın her anını canlı nüzûl sürecinin rehberliğinde adım adım kat etmek, nüzûl sürecinin bir parçası olma bahtiyarlığına hiçbir zaman eremeyecek nesiller için –belki “anlaşılması” değil ama– “hissedilmesi” imkân dışı bir meseledir…

  1. Sahabî kime denir?

Sözlükte “bir kişiyle birlikte bulunmak, onunla dost ve arkadaş olmak” anlamındaki sohbet kökünden türeyen “sahabe” sâhib’in çoğuludur. Sahabe ile birlikte ashab da sıkça kullanılmaktadır. Bunun tekili sahabîdir. Sahabînin kim olduğu konusunda Buhârî’nin yaptığı şu tanım meşhurdur: “Müslümanlardan Rasûlullah Efendimiz’le sohbet eden veya onu gören kimse onun ashabındandır.”[1] Ancak İbn Hacer (ö. 852), Rasûlullah’ı (s.a.v) Müslüman olarak gördükten sonra irtidat edip tekrar Müslüman olmayanların ittifakla sahabî sayılmayacağını söyleyerek tanıma, “Müslüman olarak ölen kimse” ifadesinin ziyade edilmesi gerektiğini belirtmiştir.[2] Uygulanabilirlik bakımından daha elverişli ve daha kapsamlı olan bu anlayışa uygun bir tanımı İbn Hacer şöyle yapmıştır: “Sahabî, Rasûlullah (s.a.v) ile mü’min olarak karşılaşan ve (araya irtidat girse bile) mü’min olarak ölen kimsedir.”

  1. Sahabenin adaleti konusundaki tavırlar nelerdir ve bunları nasıl anlamak gerekir?

Sahabenin hepsi -fitne olayına karışsın veya karışmasın- icma ile adildir.  Adaletin manası, sahabenin hadis rivayetinde Peygamberimiz adına kasten yalan uydurmaktan sakınmaları demektir. Bundan, adaletlerini araştırmaya zorlanmadan bütün rivayetlerini kabul etme neticesi doğmaktadır. Onlardan fitne olayına karışanların durumu hüsn-i zanla karşılanarak, ictihadlarından dolayı ecir alacakları hükmüne varılmıştır. Çünkü onlar dinin taşıyıcıları ve nesillerin en hayırlılarıdır. Aynî’nin ifadesiyle onlar te’vil yapmışlardır. Onlara hüsn-i zan beslemek gerekir. Onlar müctehiddir. Ma‘siyet ve sırf dünyayı, menfaatlerini kastetmemişlerdir. Onlardan ictihadında hata eden de isabet eden de vardır. Allah furu’ konularında hata eden müctehidden günahı kaldırmıştır. Seyfüddin el-Amidi de (ö. 685) sahabenin adaleti mevzuundaki görüşleri naklettikten sonra şöyle demiştir: “Fitnelere karışan sahabîler hakkında yapılacak şey, kendi aralarında cereyan eden olayları en güzel şekle hamletmektir. Çünkü onları buna sevk eden, her grubun inancına göre ictihadlarıdır. Bu durumda her müctehid ya isabet edecek, ya da yanılacaktır.”[3]

  1. Sahabe nesli niçin bu kadar önemlidir?

Sahabeyi “vazgeçilmez” kılan hususların başında, bu “Din”i bize nakleden ilk kuşak olma özelliğini taşımaları gelir. Buradaki “Din” kelimesinin, ihtiva ettiği bütün unsurları vurgulamak üzere büyük harfle ve tırnak içinde verildiğine dikkat edilmelidir. Bu husus şu önemli noktaların altının çizilmesini gerekli kılar:

  1. Kur’an’ın inşa ettiği ilk nesil olmaları: Sözü edilen unsurların başında elbette Kur’an gelir. En spesifik anlamıyla sebeb-i nüzûl bağlamında tezahür eden sahabe-Kur’an ilişkisi, bu yönüyle cahiliye Arabının cahiliye şiirlerini ve eyyamını ezberleyip aktarması gibi tek yönlü, mekanik ve yüzeysel değil, kelimenin bütün ağırlığıyla “varoluşsal” bir ilişkidir. Bir başka ifadeyle sahabe, Kur’an’ın canlı bir süreç içerisinde adım adım inşa ettiği ilk ve tek nesildir.

Denebilir ki Kur’an, sadece sahabenin değil, bütün mü’minlerin iç ve dış dünyasını inşa edici ve kendisine inanan herkesin ruhunda dönüşümler oluşturucu özelliktedir. O halde burada sahabeye mahsus olan, sahabeyi “özel” kılan nedir? Bu sorunun cevabı şudur: Bugün Kur’an bize, nüzûl süreci bizim müdahil olmadığımız bir dönemde tamamlanıp bitmiş ve iki kapak arasında toplanmış bir metin olarak, yani “Mushaf” olarak hitap etmektedir. Bugün hiçbirimizin hayatında “Acaba bugün Rabbimiz ne buyuracak?”, ya da başımıza gelmiş bir olay hakkında “Vahiy nasıl bir çözüm getirecek?” gibi bir sorunun heyecanlı beklentisinden söz edilemez. Oysa sahabe için durum böyle miydi? Onlar için Kur’an, kimi zaman isim vererek kimi zaman ima ve işaret yoluyla, kimi zaman da belli özelliklerini anarak kendilerinden bahseden, sabah ve akşam, hazarda ve seferde, darlıkta ve genişlikte… kısacası hayatın her anında ve merhalesinde yeni bir heyecan, yeni bir hüküm/mesaj, yeni bir oluş, yeni bir davranış ve anlayış kodu, yeni bir idrak boyutu demekti. Nazil olan her ayeti hücrelerine sindirircesine bellemek, fehmetmek ve ilk elden muhatapları olarak onu eksiksiz biçimde hayata aktarmanın gayreti içinde olmak onların biricik varlık amacını oluşturuyordu. Hayatın her anını canlı nüzûl sürecinin rehberliğinde adım adım kat etmek, nüzûl sürecinin bir parçası olma bahtiyarlığına hiçbir zaman eremeyecek nesiller için –belki “anlaşılması” değil ama– “hissedilmesi” imkân dışı bir meseledir…

Sahabe-Kur’an ilişkisi, sadece onların nüzûl sürecine müdahil olmalarıyla sınırlı değildir. Bu ilişki aynı zamanda Kur’an’ın sonraki nesillere aktarımında sahabenin vazgeçilmez rolünü de belirlemektedir.

  1. Dini nakleden ilk kuşak olmaları: Sahabe’nin bu “Din”i bize nakleden ilk kuşak olması, Kur’an’ın ilk mübelliğ, mübeyyin ve müfessiri olan sünnetin de bize onlar kanalıyla gelmiş olmasını tazammun eder. Bu Din’in sahibinin, Yüce Kelam’ının “tebliğ”ini olduğu gibi “beyan”ını da sünnete havale ettiği hatırlanacak olursa sahabenin bu bağlamdaki önemi kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Zira Kur’an’ın olduğu gibi sünnetin de ilk muhatabı, muhafızı ve nakilcisi sahabeden başkası değildir. Hem bizzat Kur’an’ın nüzûl sürecinin müdahil ve müşahitleri olmaları, hem de sünnetin sebeb-i vürudunu teşkil etmeleri dolayısıyla sahabe halkasının Kur’an bağlamındaki önemi neyse, sünnet bağlamındaki önemi de odur. Daha da önemlisi, Kur’an’ın anlaşılması, hayata aktarılması ve ondan hüküm istinbatı noktasında sahabenin sünnetten aldığı eğitim ve ilham, sonraki nesillerin Kur’an ve sünnete yaklaşımını belirleyen en önemli etken olmuştur.
  2. Bazı sahabîler çok; bazıları az hadis rivayet etmiştir. Neden?

Sahabe, hadis ve sünnet bilgisi yönünden farklı olduğu gibi, kendilerinden rivayet edilen hadislerin azlığı ve çokluğu bakımından da aralarında fark vardır. Daha sonraki asırlarda, takriben beş ve altıncı asırlarda sahabîlerden nakledilen hadislerin yekûnu tespit edilmeye çalışılmış, rivayetleri binden çok olanlara “muksirûn”; rivayeti binden az olanlara da “mukillûn” (az rivayet edenler) denilmiştir. Fakat böyle bir tasnif ve tespit, sahabenin hadis bilgisini tam olarak yansıtmada kesin bir ölçü değildir. Toplam sayıları tahminen yüz binin üzerinde olan sahabeden ancak bin kadarından hadis rivayet edilmiştir. Bu sahabîlerin yedisinden rivayet edilen hadisler binin üzerinde, bunların dışında kalanlardan rivayet edilenler ise, binin altındadır. Mukillûndan olan dokuz yüz civarındaki sahabîden rivayet edilen hadis, kişi başına 25 veya daha az sayıdadır.

Sahabîlerin değişik sayıda hadis rivayet etmiş olmalarının pek tabii olarak muhtelif sebepleri bulunmaktadır. Bu sebepleri sıralamaya geçmeden önce şu noktanın öncelikle bilinmesi gerekmektedir. Sahabîlerin sünnet bilgisi, rivayet ettikleri hadis sayısıyla ölçülemez. Çünkü hadis rivayeti konusuna etki eden birçok sebep bulunmaktadır. Bazılarını şöylece sıralayabiliriz:

  1. Ashabın hepsi aynı anda Müslüman olmamışlardır.
  2. Rasûlullah’ı (s.a.v) bir iki kere görüp yurduna dönen bedevî Müslümanlar olduğu gibi, Ondan hemen hiç ayrılmayanlar da vardı.
  3. Ashabın birçoğu iş-güç sahibi idiler. İşlerinde çalışıyorlardı. Kimileri de karın tokluğuna Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in meclisinde bulunuyor, âdeta yatılı okul öğrencileri gibi bütün vakitlerini mescitte geçiriyorlardı.
  4. Kimileri hadisleri yazıyor, kimileri ise ezberlemekle yetiniyordu.
  5. Bazı sahabîler hakkında Peygamber Efendimiz ilim-irfan sahibi olması için dua etmişti.
  6. Sahabîlerin vefat tarihleri de farklıydı. Kimileri daha Peygamber (s.a.v) Efendimiz hayattayken vefat etmiş kimisi Peygamberimiz’den (s.a.v) hemen sonraki yıllarda, kimileri de uzun yıllar sonra vefat etmişlerdi.
  7. Peygamber Efendimiz’den sonra sahabîler değişik ülkelere dağılmışlardı. Bazıları da Mekke-Medîne gibi İslâm’ın merkezlerinde kalmışlardı. Böylece buralarda bulunan sahabîlerden yapılan rivayetler azalmıştır. Ashab içinde en çok hadis rivayet eden Ebû Hureyre’nin, kendisinden daha fazla hadis bildiğini ikrar ettiği tek sahabî olan Abdullah b. Amr, Mısır’a yerleştiği için kendisinden daha fazla rivayet edilememiştir.
  8. Herkesin ilim öğrenmek ve öğretmekteki kabiliyeti aynı değildir. Bu da rivayet sayısına tesir etmektedir.
  9. Bazı sahabîler bildiklerini ancak ihtiyaç halinde ve ihtiyacı karşılayacak miktarda söylemekle yetinirlerdi. Yanlış veya hatalı rivayet ederek Rasûlullah’a iftira etme durumuna düşebilirim, endişesiyle pek çok sahabî, kesin olarak bilmedikleri hadisleri rivayet etmemişler veya ancak çok mecbur olduklarında ihtiyaç duyulan kadar rivayet etmişlerdir.
  10. Ayrıca her sahabînin rivayet ettiği her hadisin, hadis kitaplarına intikal ettiği de mutlak olarak söylenemez.
  11. Kimileri de yönetimin çeşitli kademelerinde görev aldıkları için meşgaleleri gereği hadis rivayetine fazla vakit bulamamışlardır.

Bütün bu tabiî sebepleri görmezden gelerek, büyük sahabîlerin daha fazla hadis rivayet etmiş olmaları gerektiği varsayımından hareketle, genç sahabîlerden bazılarının fazla hadis rivayet etmiş olmasını şüphe ve tereddütle karşılamak doğru değildir. Hele böyle bir oluşumu “hadis uydurduğu” şeklinde yorumlamaya hiç imkân yoktur. Rivayet sayıları ne olursa olsun sahabîler derin bir sorumluluk duygusu, ilmî titizlik ve dinî dikkat içinde olmuşlardır. O neslin özellikleri kavranmadan, bugünlerin anlayışıyla hüküm vermeye kalkışmak asla bilimsel bir davranış olamaz.[4]

  1. Sahabenin Allah ve Rasûlü’ne sadakatini nasıl anlayabiliriz?

Kur’an ve hadislerde geçen bunca emir ve tavsiyeyi sahabenin nasıl algıladığı önemlidir. Onlar Kur’an ve sünnetin ilk muhataplarıdır. Onlar selef-i salihindir. Dolayısıyla Kur’an’a nasıl baktığı, Rasûlullah’ı (s.a.v) nasıl gördüğü önem arz etmektedir.

Ashabın Kur’an ve sünnete bağlılığı tartışma götürmez bir gerçekliktir. Hudeybiye günü Urve b. Mes’ud şöyle der: “Ey kavmim, ben çok kral gördüm. Vallahi Muhammed’in ashabının Ona hürmet gösterdiği kadar hiçbir kralın adamlarının kendisine hürmet gösterdiğini görmedim.”[5] Ebu Süfyan, Mekke’ye döndüğünde, “Size hepsinin kalpleri tek bir kalbe bağlı olan bir topluluktan geliyorum.”[6] demiştir.

Peygamberimiz’in dostları hiçbir dosta benzemez. Onlardaki sevgi hiçbir sevgiyle kıyaslanamaz. Peygamberimiz savaşa çıkmak isteyince onlar sadece, “Biz sana İsrailoğulları’nın Musa’ya yaptığı gibi yapmayız. İsrailoğulları Musa’ya ‘Sen git Rabb’inle savaş, biz kalıyoruz.’ demişlerdi. Biz ise sen nereye biz de oraya…” demekle yetinirler. Bu bağlılık onları sahabe yapmış, tarihin şeref sayfalarına adlarını kazımışlardır. Ölümle karşı karşıya olan bir sahabîye, “Şimdi senin yerinde Muhammed’in olmasını ister misin?” şeklinde sorulan soruya sahabînin cevabı iman, sevgi ve cesaret timsali olarak tarihe geçmiştir: “Değil yerimde olmasını istemek, Medine sokaklarında gezerken ayağına bir diken batmasını bile istemem.” Onlar Rasûlullah’ı (s.a.v) takip ederken asla aşağılık kompleksi gibi bir psikolojik zaafa kapılmamışlardı. Müşrikler onlarla “Muhammed, size tuvalete nasıl girip çıkılacağını öğretiyor, öyle mi!” diye alay ettiklerinde onların cevabı sadece  “Evet, aynen öyle!” olmuştu.

Kaynaklara baktığımızda sahabenin Peygamber Efendimiz’e ve sünnetine bağlılığıyla ilgili pek çok örnekle karşılaşıyoruz. İşte birkaç örnek:

Şa‘bî’nin naklettiğine göre Hz. Ömer, Şureyh’i Kûfe kadısı olarak tayin etmiş ve ona şöyle demiştir: “Ortaya çıkan bir meseleyi Allah’ın Kitabı’ndan araştır, başkasına sorma! Allah’ın Kitabı’nda yoksa Rasûlü’nün sünnetinde araştır. Sünnette de yoksa re’yinle ictihâd et!”[7]

***

Hz. Ömer şöyle der: “Diyet, akileye aittir. Kadın, kocasının diyetinden hiçbir şeye vâris değildir.” Fakat Dahhâk b. Süfyân, Rasûlullah’ın Eşyem ed-Dabbânî’nin karısını kocasının diyetine vâris kıldığını haber verince Hz. Ömer önceki görüşünden dönmüştür.[8]

Görüldüğü gibi Hz. Ömer hadisle amel etmektedir. Bir haber-i vâhid işitse bile kendi görüşünü terk edip ona uyabilmektedir. [9]

Ebu Zerr şöyle der: “Kılıcı buraya dayasanız da Rasûlullah’tan duymuş olduğum bir kelimeyi siz beni öldürmeden nakledeceğimi bilsem, muhakkak onu naklederdim.”[10]

Ebu Hureyre, “Allah’ın Kitabı’nda şu iki ayet olmasa tek bir hadis nakletmezdim.” diyerek Bakara suresinin 159. ve 160. ayetlerini okumuştur.

Ebu Said el-Hudrî şöyle der: “Allah Rasûlü ashabıyla namaz kıldığı bir esnada ansızın nalinlerini çıkarıp soluna bıraktı. Diğerleri bunu görünce onlar da nalinlerini çıkarıp attı­lar. Allah Rasûlü (s.a.v) namazı bitirince, “Sizi nalinleri çıkarıp kenara koymaya sevk eden neydi?” diye sordu. Ashab, “Senin nalinleri çı­karıp kenara koyduğunu görünce biz de nalinlerimizi çıkarıp attık.” diye ce­vap verdi. Allah Rasûlü şöyle buyurdu: “Cibril gelip nalinlerimde pislik veya rahatsız edici bir şeyin olduğunu söy­ledi.”[11]

İbn Ömer anlatıyor: “Allah Rasûlü (s.a.v) altından bir yü­zük edindi. Bunun üzerine insanlar da altın yüzük edinmeye başladı. Sonra Allah Rasûlü (s.a.v), ‘Ben artık bunu ebediyen takmayacağım.’ diyerek onu attı. Bunun üzerine insanlar da yü­züklerini çıkarıp attılar.”[12]

“Bir adam, İmrân b. Husayn’a; ‘Ya Ebâ’n-Necîd! Siz bize bir takım hadisler rivayet edi­yorsunuz. (Hâlbuki) biz onları Kur’an’da bulamıyoruz?’ dedi. Bunun üzerine İmrân kızdı ve adama şöyle dedi: ‘Her kırk dirhemde bir dirhem (zekât) olduğunu Kur’ân’da buldunuz mu? Her şu kadar koyundan bir koyun, her şu kadar deveden şu kadar deve verileceğini Kur’ân’da buldunuz mu?’ Adam ‘Hayır.’ dedi. İmrân ‘Kimden öğrendiniz bunları? Bizden öğrendiniz, biz de Rasûlullah’tan öğrendik.’   ve buna benzer daha bazı şeyler söyledi.”[13]

Abdullah b. Mes‘ud’a Esedoğulları’ndan Ümmü Yakub adlı bir kadın gelir ve aralarında şu konuşma geçer: “Senin dövme yaptırmaktan, saç/peruk taktırmaktan, kaş kirpik aldırmaktan kadınları men ettiğini duydum. Senin bu konuda, Allah’ın Kitabı’ndan bir dayanağın var mı?” İbn Mes’ud şöyle cevap verir: “Evet, bu konuda hem Kur’ân’a hem de sünnete dayanıyorum.” Kadın “Vallahi ben, Mushaf’ın her yerini okuyup inceledim, ama onda senin dediğin yasağı görmedim!” der. İbn Mes‘ud “Peki, sen, “Peygamber size ne getirdiyse onu alın, o sizi neden sakındırdıysa ondan sakının.” âyetini görmedin mi?” diye sorar. Kadın, “Evet, onu gördüm.” diye cevap verir. İbn Mes‘ud, “Ben, Rasûlullah’ın bu sayılanları yasakladığını bizzat kendisinden işittim.” Kadın “İyi ama, senin ailenden de bunları yapanlar var!?” diyerek İbn Mes‘ud’u tenkit eder. İbn Mes‘ud kendinden emin olarak “O zaman buyur evime gir, bak bakalım böyle bir şey var mı?” diyerek kadını evine götürür. Kadın eve girip bakar ve “Hayır böyle bir şey görmedim.” der. Bunun üzerine Abdullah şöyle söyler: ‘Sen, Allah’ın seçkin kulu Hz. Şuayb’ın şu sözünü bilmez misin? ‘Ben size yasakladığım şeyi, kendim işleyerek sizinle ters düşmem.’”[14]

Son olarak sahabe tasavvurumuz ile ilgili şunları ifade etmemiz gerekir: Sahabe, Kur’an’ın, İslâm’ın ilk muhataplarıdır. Bu ilk muhatapları karalarsanız, tekfir ederseniz geriye ne kalacaktır! Kur’an’ı bize taşıyan sahâbe-i kirâm değil midir? Sahabeye bakıldığında pek çok meselede üstün oldukları görülür. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i bizzat görmüşlerdir. Bu bile başlı başına bir şereftir. İslam’a giriş önceliği onlara aittir. Peygamber Efendimiz’i göz bebekleri gibi korumuşlardır. Onunla birlikte hicret etmiş, Ona yardımda bulunmuşlar, Onunla beraber cihâd etmişlerdir. Tüm zorluklara katlanmışlardır. Dini iyi bellemiş, hıfzetmişler ve sonraki nesle sağlam bir şekilde nakletmişlerdir. İman onlarda; amel onlarda; ilim onlarda; ihlâs onlarda; cihâd onlardadır. Allah ve Rasûlü’ne nasıl sevgi beslenilir, Allah ve Rasûlü’ne nasıl itaat edilir, nasıl sadakatle bağlanılır, onlar göstermişlerdir. Sonrakiler de onları örnek almıştır. Tarihten sahabeyi, karalamak vb. yollarla çekip alırsanız ortada din diye bir şey kalmaz. Şüphesiz bütün bunlar onları birer insan olmaktan çıkarmaz. Hata da etmişlerdir. İctihadlarında yanıldıkları da olmuştur. İlim, amel ve cihâdda hepsinin dereceleri de bir değildir. Aralarında fazilet bakımından farklılıklar vardır. Ama ne olursa olsun hepsi Rasûlullah’ı (s.a.v) iman nuruyla görmüş ve Onun feyiz ve bereketinden istifade etmişlerdir.

[1] Fezailu ashabi’n-Nebi, 1.

[2] Bk. Fethu’l-barî, VII, 349.

[3] Bk. el-İhkam, II, 129.

[4] Ayrıntılı bilgi için bk. İsmail L. Çakan, Hadis Usûlü, s. 82-85.

[5] Müsned, IV, 329.

[6] Abdurrezzak, hd. no. 9739.

[7] İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni’l-İlm, I, 848.

[8] Ebû Dâvûd, Ferâiz, 18; Tirmizî, Diyât, 18.

[9] Abdulganî Abdulhalik, sünnet vaki olduğunda re’yinden dönenleri geniş bir şekilde işlemiştir. Diğer örnekler için bk. Sünnetin Delil Oluşu, s. 172-189

[10] Buhârî, İlim, 10.

[11] Ebu Davud, Salat, 89.

[12] Buharî, İ’tisam, 4; Libas, 46.

[13] Ebu Davud, Zekat, 2.

[14] Buharî, Tefsir, 59; Libas, 82; Müslim, Libas, 120.