İçeriğe geç
Anasayfa » SÜNNET’E EHİL OLMAK

SÜNNET’E EHİL OLMAK

 

İslam, Allah’ın kulları üzerindeki bir rengidir. Yeşil, mavi veya beyaz, rengin adı nasıl konursa konsun, bu rengin orijinal tonu ‘Ehli Sünnet’ tonudur. Kimliğimizdeki orijinal renk tonunun muhafaza edilmesi, solma ve silinmelere karşı canlı tutulması, İslam hüviyetimizin korunmasının ta kendisidir. Bir rengin, kavuran güneş ışınları, ıslatan yağmur ve sıyıran fırtına önünde korunmaması bir zaman için rengin devamına engel olmayabilir. Ama korunmadığı halde, sürekli kalabilen bir renk yoktur.

İslam, Allah’ın rengidir. İslam, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin bi’setinden beri, insanlara renk olmaya devam etmektedir. Bu renk, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin vefatına kadar tek renkti. Işık ve yağmur gibi etkenlerin onda solma veya kararma yapmasına fırsat da doğmuyordu. Çünkü en küçük solma veya kararma, dökülme anında müdahale görüyor, sahibi uyarılıyordu. Hele kazınmasına hiç fırsat verilmiyordu.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin vefatıyla beraber, o renk yine tek renk olarak kaldı. O renge itiraz edenler, başka renklere boyanıp gittiler. Rengine razı olanlar ise kaldılar.

Ashap -Allah onlardan razı olsun- insanlık tarihinde benzeri görülmemiş bir gayretle, Allah’ın boyasının orijinal renginde kalması için çalıştılar. Onların gayretleri, cihadları sayesinde Allah Teâlâ’nın Cebrail aleyhisselam vasıtasıyla Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme vahyettiği dini, olduğu gibi kaldı. Önceki peygamberlerin başına gelen, bizim Peygamberimizin başına gelmedi. Ne inen ayetlerde bir tahrif, kaybolma oldu ne de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin sünnetinde. Onun, gecesi gündüzü gibi aydınlık olarak bıraktığı dini birinci nesilde yüzde yüz muhafaza edildi. Ashabın bu başarısı gerçekten akılları zorlayacak derecede düşündürücüdür.

Ashaptan sonra gelen nesil için de -onlar kadar olmasa da- rengin aslını koruma gayretinden söz edebiliriz. Onlar da büyük gayretler, olağanüstü denebilecek çalışmalar yaptılar.

Ancak ikinci nesilden itibaren, yabancı ışınlar, uzaklardan esen rüzgârlar, içeriden sızan kirli sular rengin üzerinde iz yapmaya çalıştı. Boyanın asil tonunu korumak önemli hale geldi. O dönemden önce, boyanın korunması için mücadele veriliyordu. Allah’ın boyasını silmek için, Âdem aleyhisselamdan beri uğraşanlar o zaman da devredeydiler.

Ashaptan sonraki dönemde ise rengin aslını muhafaza yanında, tonunu muhafaza da gerekir olmuştur. Asil rengin benzerleri de o renkten sayılmak istenmiştir. Görme özürlüler veya rengin aslına vâkıf olamamışlar için rengi ilk bilenlerin işareti önem kazanmıştır.

Ashabın yolu, o yolu sağa sola sapmadan sürenlerin yolu, daha ilk dönemlerden itibaren Ehli Sünnet yolu olarak anılmıştır. Bu anlamda Ehli Sünnet, Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme ashap kanalıyla ulaşan yol anlamına gelmektedir. Yabancı kültür ve etkilerden iz taşımadan ashaba ulaşan yol, bu anlamda Allah Teâlâ’nın kulları için uygun gördüğü din olan İslam’dır. Onlardan renk veya ton olarak uzaklaşıldıkça da bir tür kopma veya yabancılaşmadan söz etmek mümkündür.

Ehli Sünnet, bu anlamda bir fırka adı değildir. Fırkadan çok cephe adıdır.

Dolayısıyla Ehli Sünnet olmak, bir fırkaya müntesip olmakla açıklandığında gerekecek olanlarla, cephe olarak açıklandığında gerekecek olanlar aynı değildir. Ehli Sünnet olmak bir iddiadır. Tıpkı iman iddiası gibi, içi doldurulması gereken, doldurulmadığında çok anlam ifade etmeyen bir iddiadan söz etmekteyiz. Ehli Sünnet, itikattan amele, ticaretten siyasete, giyimden yemeye, düğünden cenazeye kadar her alanda, teslimiyet ve bağlılık, sadakat olarak anlaşılmalıdır. Buradaki teslimiyetin simgesi Sünnet’tir. Sünnet, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin söz, tavır ve davranışları olarak önümüzde durduğuna göre, beyni yönlendiren akidenin, ele, ayağa yön veren talimatların Sünnet esaslı olması gerekmektedir. Sünnet’in, farzlardan sonra gelen ikinci sınıf ve sorumluluğu olmayan öneriler olarak anlaşıldığı bir ortamda Ehli Sünnet bir iddiadan öteye geçmez.

Sahabe anlayışından söz etmişken, Abdullah bin Ömer radıyallahu anhumadan nakledilen bir sözün, Ehli Sünnet’in içinin nelerle ve ne denli doldurulması gerektiğine de işaret ettiğini görüyoruz. Kendisinden ilmi özetlemesini isteyen birine verdiği cevapta diyor ki:

‘İlim pek çoktur. Ama sen, insanların kanına bulaşmadan, karnına onların malını koymadan, dilini onların iffetine değdirmeden ve cemaatlerinden ayrılmadan Allah’a ulaşabiliyorsan, onu yap.’ Siyeru a’lamı’nnübela, 3/222

Abdullah bin Ömer gibi, ilmiyle ve takvasıyla bilinen bir sahabiden, kendisine yetecek ilmi isteyen birine verilmiş cevabı önemlidir. Başka bir ifadeyle Abdullah bin Ömer veciz bir şekilde, namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerin dışında, hayatı yaşama siyaseti konusundaki akidesini özetlemektedir. Allah’a tertemiz olarak ulaşmanın en açık engellerinden söz ettiğini de söyleyebiliriz. Burada şu hususa vurgulama yapmakta yarar vardır:

Ehli Sünnet’in, dışındaki ekollerle farklılığını, bir iki kelimenin sözlük anlamı etrafında yoğunlaştırmak, hatta kılık kıyafetle daraltmak yanlıştır. Eğer Ehli Sünnet olmak bir yaşam tarzını yansıtıyorsa -ki, kesinlikle öyledir- bu tarz, düşünceden yemeye içmeye kadar, insan hayatında, dinin dairesi içinde gördüğü her şeyde olmalıdır. Hayatı kuşatan bir dinin en saf halini temsil eden mezhebin, sözlüklere sıkıştırılmış kelimelerle geçiştirilmesi doğru olmaz.

Ehli Sünnet yaşam tarzıdır.

O tarz da ashabı kiramın tarzıdır.

Onların tarzını da Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem belirlemiştir.

Ehli Sünnet olmak, sünnete uyumlu bir hayat yaşamaktır. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem gibi yapmak, konuşmak, uyumak, yemek, gezmektir. İbadette onu izlemek, haramlardan onun gibi kaçınmaktır.

Cihadın hakkını vermek, küfre karşı dik durmasını bilmek, vela’ ve bera akidesini sahiplenmektir. Zühdü esas alan bir hayat tarzı yaşamak, dünyanın ve dünya nimetlerinin imtihan oluşunu idrak etmektir. İnfak etmekten, iyi bir evlilik yapıp sürdürmeye kadar hadis kitaplarında Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme ve ashabına ait aktarılan ne varsa onu kendi zamanında yaşamak esastır. Ehli Sünnet olmak, mücerret bir iddia değilse, sünnet esaslı yaşamanın dışında onu vakıaya dönüştürecek bir uygulama yoktur.

Ehli Sünnet olmayı, giriş çıkışlarda, sağ ve sol ayağı kullanmada görebiliriz. Yemeği sağ elle yemekte görebiliriz. Camiye ve cemaate bağlılıkta görebiliriz. Sabah namazında görebiliriz. Kur’an’a hizmette görebiliriz. Ümmetin dertleriyle dertlenmede görebiliriz. Çünkü bunlar, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi anlatan hadislerin konularıdır.

Felsefeleştirilmiş kavramları, Ehli Sünnet etrafında dönen konular olarak görsek de pratikte Ehli Sünnet olmak, ashap gibi yaşamaktır. En azından onlar gibi yaşamayı hedeflemektir. O düzeyi yakalayamasak bile, o amaçla yaşamak çok önemlidir.

Sünnet’e ittiba ettiğimiz kadar Ehli Sünnet oluruz. İttiba ile iddia aynı şeyler değildir.