İçeriğe geç

SÜNNETE TÂBİ OLMAK MEZHEPLERE TÂBİ OLMAYA MANİ MİDİR?

  • Konunun Çerçevesi

Kitab ve sünnet, İslam’ın iki asıl kaynağıdır. Gerek âyet-i kerîmelerde gerekse hadis-i şeriflerde Müslümanların bu iki esasa uymaları emredilir, aykırı davranmaları zemmedilir. Uyanların felâha ereceği, uymayanların hüsrâna uğrayacağı bildirilir. Bundan dolayı, genel anlamı ile Kitab ve sünnete uymak her Müslüman için bir vecîbedir. Ve yine bundan dolayı “Kur’ân’ı rehber edinmek”, “sünnete tâbi olmak” gibi üst başlıklar her Müslümanı heyecanlandırır. Bu kavramlarda sözün mantuku alınıp icabı yerine getirilmek için gayret edildiğinde buna karşı söylenecek söz olmadığı açıktır. Ancak mefhumu alınıp bundan bazı “tâbi olmaların” dışarıda bırakılmasına kalkışılırsa, mesela, “Sünnete tâbi emreden deliller, mezheplere tâbi olmayı yasaklar.” gibi bir hüküm çıkarılırsa orada söylenecek söz olacağını düşünüyorum.

  • Sebebi

Özellikle “sünnete tâbi olma” gayret ve heyecanı içinde olan bazı Müslümanlar, “tâbi olunacak başka şeyler”in varlığından rahatsızlık duyabilir ve bu rahatsızlığa sünnete ittibâ hususundaki samimiyetlerini sebep gösterebilirler. Bu saf ve temiz niyetleri biraz da cehaletle birleşince onları, “Sünnete tâbi olun.” emrinden, “Mezheplere tâbi olmayın ve onları taklit etmeyin.” gibi bir anlayışa bile götürebilir. Hatta bunu biraz daha keskinleştirerek, “Rasûlullah’ın yolu mu, Ebû Hanife’nin yolu mu; sünnet mi mezhep mi?” gibi tehlikeli bir yol ayrımına getirebilir. Onları buna sevk eden sebeplerden biri olarak, bazı hadislerle bazı mezheplerin amel etmeyişleri gösterilebilir. “Fâtiha’sız namaz olmaz.” hadisine rağmen, İmam Ebû Hanife’nin, cemaatle kılınan namazlarda cemaatin Fâtiha okumasına lüzum görmemesi ve hatta bunu mekruh kabul etmesi buna örnek olarak zikredilebilir. “Sünnete tâbi olma” gayreti ile hadis kaynaklarını mütalaa eden kişi, orada gördüğü bazı hadis-i şerifleri fıkhî uygulamada göremediğinde -biraz da cahil cesaretiyle- mezheplerin sünnete uymadığı şeklinde bir kanaate varabilir.

  • Sünnet ve Mezhepler

Tabi ki “mezheplerin sünnete uymadığı” gibi bir kanaat, sünneti, ittifakla ikinci şer‘î delil kabul eden müçtehit imamlara karşı doğrudan olmasa da dolaylı olarak, ağır bir itham olur. Onların sünnete bağlılığını görmek için derin araştırmalar yapmaya hâcet yoktur. Dört mezhebin Fıkıh kitaplarından hangisine bakılırsa görülecektir ki onlar, önlerine gelen meseleye önce Kitab’dan, sonra sünnetten delil getirmeye gayret etmişlerdir. Hatta Rasûlullah’ın bırakın sözlerini sükûtlarını bile delil saymışlardır. Onlar, sünnete tâbi olduklarını fiilî olarak istidlâllerinde gösterdikleri gibi kavlî olarak da bunun önemine vurgu yapmışlardır.

Nitekim İmam Ebû Hanife: “İçlerinde hadis tahsil edenler bulundukça ümmet hayır ve salâh içinde olur, hadissiz ilim talep ederlerse fesada uğrarlar. Allah’ın dininde re’y ile konuşmaktan sakının, mutlaka sünnete ittibâ edin, kim sünnetin dışına çıkarsa dalâlete düşer.” der.[1]

İmam Şâfiî: “Bana Rasûlullah’tan bir hadis ulaşır da ben onun dışında başka bir şeyi delil alırsam bana hangi gök gölge olur, beni hangi yer taşır?” der.[2]

İmam Mâlik’in şu teşbihi ne kadar manidardır: “Sünnet, Nuh’un gemisidir, ona binen kurtulur, binmeyen boğulur.[3]

İmam Ahmed bin Hanbel de: “Rasûlullah’ın hadisini reddeden, uçurumun kenarındadır.” demiştir.[4]

Bu sözlerin sahiplerinin bilerek sünnete tâbi olmamaları düşünülebilir mi? Her biri esas itibarı ile sünnete tâbi olmanın vâcib olduğuna bu şekilde vurgu yapmalarına rağmen, fürû‘da farklı sonuçlara varmaları, sünneti terk ettikleri anlamına gelmez. Mesela, Ebû Hanife’nin, cemaatle kılınan namazda cemaatin Fâtiha okumasına gerek olmadığını söylemesi, onun sünnetle amel etmediği anlamına gelmez. Zira o, ilk nazarda “Fâtiha’sız namaz olmaz.”  hadisi ile amel etmemiş olsa da fetvası için, “İmamın kıraati me’mumun kıraatidir.” hadisini delil göstererek yine de sünnetle amel etmiş olmaktadır.

“Mezheplerin sünnete tâbi olması” konusuna, sadece bir mezhebi esas alır, oradan bakarsanız, diğer mezheplerin pek çok meselede “sünnete uymadığı” sonucuna varabilirsiniz. Sünnete uymadıkları iddiası ile mezheplere karşı tavır alanların düştüğü en büyük hata bu olsa gerektir: Hadis kaynaklarında gördüğü hadislerin bir kısmını fıkıh kitaplarında göremeyince, fukahânın sünnete uymadığı, kendi re’y ve içtihatlarını sünnete tercih ettikleri vehmine düşmeleridir.

Kötü bir niyeti olmasa da, sırf fukahânın hangi sebeple böyle davrandıklarını bilmediğinden dolayı, bu şekilde bir hataya düşüp fukahâya tavır alanlara karşı, fukahâyı savunmak için İbn Teymiyye, bir kitapçık kaleme almıştır. Bu eserde, bazılarının neden bir takım hadisleri almadığının ilmî sebeplerini açıklar. Kitabın mukaddimesinde şu tespitte bulunur: “Şu iyi bilinsin ki, bu ümmet tarafından kabul görmüş imamlardan hiçbiri kasten -küçük veya büyük hiçbir meselede-  Rasûlûllah’ın sünnetine muhalif davranmaz. Çünkü onlar, Rasûlûllah’a ittibâın vâcib olduğunda, Onun sözleri hariç her insanın sözünün kabul veya reddedilebileceği üzerinde ittifak etmişlerdir. Şayet onlardan birinin sahih hadis bulunan bir mesele hakkında farklı bir görüşü varsa, onun bu hususta mutlaka bir mazereti vardır.[5]

Bu konuda, muhterem Muhammed Avvâme Hocaefendi’nin, Eseru’l-Hadîs fî İhtilâfi’l-Fukahâ adlı müracaat edilmesi gereken kıymetli bir eserdir.

 

  • Fetva ve Sorumluluk

Dârimî’nin Ubeydullah İbn Ebî Ca‘fer’den mürsel olarak rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurur: “Sizin fetvaya karşı en cesur olanınız, ateşe karşı en cesur olanınızdır.” Bu hadis-i şerifin tesirini en güzel bir şekilde sahabe-i kiramda görmekteyiz.

Abdullah ibn Ömer’e birisi fetva sorduğunda o, “Git şu insanların sorumluluğunu üstlenmiş emîre, bu soruyu onun boynuna as.” der ve ilave ederdi: “Bizi cehenneme köprü yapıp üzerimizden geçmek istiyorlar.

Abdullah ibn Mes‘ud’un da, “Her sorulana fetva veren mecnundur.” dediği nakledilir.[6]

İşte fetvadaki bu ağır mesuliyetten dolayı, ashâb-ı kiramdan itibaren her müçtehit, içtihadına Kitab ve sünnetten bir mesnet bulmaya çalışmıştır.

  • Değerlendirme

“Sünnetle amel etmek” ve “ona tâbi olmak”tan maksat, yapılan işin sünnetten bir delili olması demektir; yoksa bir insanın hadis kaynaklarında yer alan bütün rivâyetlerle amel etmesi demek değildir. “Sünnete tam bağlılık” sözü, Rasûlullah’a muhabbetin bir ifadesi olarak her Müslümanı heyecanlandırsa da vâkıada bir insanın, sünnette vârid olanların tamamı ile aynı anda amel etmesi mümkün değildir. Çünkü bazı konularda birbirinden farklı hükümler ifade eden rivâyetler bulunmaktadır. Bu rivayetlerin varlık sebebi müstakil bir makale konusu olduğundan, şimdilik birkaç örnek vermekle yetineceğiz. Mesela:

  1. Uykunun, abdesti bozması

Bu konuda üç rivâyet bulunmaktadır. Birincisine göre uykunun azı da çoğu da abdesti bozmaz. Delil olarak şu hadise nakledilir: İbn Abbas bir gece teyzesi, Peygamber Efendimiz’in hanımı, muhterem annemiz, Hz. Meymûne’ye misafir olur. O gece, Rasûlullah (s.a.v) kalkar ve on üç rekât namaz kılarak tekrar yatar ve uyur. Uyuduğu nefes alışverişinden anlaşılır. Daha sonra ve Hz. Bilal gelir, Peygamberimiz’i namaza kaldırır. Ve Peygamberimiz -uykudan kalkmasına rağmen- abdest almadan namazını kılar.

İkinci rivâyete göre uykunun azı da çoğu da abdesti bozar. Çünkü Rasûlullah (s.a.v), “Oturağın bağı iki gözdür, kim uyursa abdest alsın.” buyurmaktadır.

Üçüncüsüne göre sadece uzanıp yatarsa abdest bozulur. Çünkü İbn Abbas (r.a) bir defasında Rasûlullah (sav)’ın secdede iken uyuduğunu sesinden fark etti. Sonra kalkıp namaz kıldığını gördü, (bunun üzerine İbn Abbas) “Ya Rasûlallah, uyudunuz.” dedi. O (s.a.v) da, “Abdest sadece uzanıp yatarak uyuyana gerekir, zira o zaman mafsallar gevşer.” buyurdu.[7]

  1. Namazda kahkaha ile gülmenin abdesti bozması

Bir hadisinde Rasûlullah (sav), “Kim kahkaha ile gülerse abdestini de namazını da iade etsin.[8] buyurmaktadır. Bir başka rivâyette ise, “Gülmek, namazı bozar abdesti bozmaz.” buyurur.[9]

  1. Cuma namazı için gusül

Bir hadiste, “Cuma günü gusül almak bülûğ çağına gelen herkese vâciptir.[10] buyrulurken başka bir rivâyette, “Cuma günü kim abdest alırsa pek âlâ, pek güzel; kim de gusül alırsa bu daha faziletlidir.” buyrulmaktadır.[11]

  1. Hacamat yapanın ücret alması

İbn Abbas (r.a)’ın rivâyetine göre, Rasûlullah (s.a.v), hacamat yaptırdı ve yapana ücretini verdi. Bir başka rivâyette Efendimiz (s.a.v), “Hacamatçının kazancı habistir (helal değildir).” buyurdu.[12]

  • Sonuç

Bu neviden daha pek çok misal getirilebilir. Bu tür farklı rivâyetlerin aynı anda her biriyle amel etmek mümkün olmadığından, mezhep imamları, birini tercih etme yoluna gitmişlerdir. Onlar böyle yapmakla belki rivâyetlerden birini terk ediyor olsalar da[13] yine de “sünnetle amel etmiş” oluyorlardı. O gün onların yerinde kim olsa böyle yapmak zorunda idi. Mezheplerin sünnetten delilleri, sıhhat dereceleri açısından tenkit edilip bazı konulardaki delillerinin zayıf olduğu ileri sürülse de, “sünnetle amel etmedikleri” gibi bir genelleme asla doğru olmaz. Dolayısıyla dört mezhepten birine uymak “sünnet”i terk etmek değil, sünnete tâbi olmanın bir parçasıdır. Bu yüzden “sünnete tâbi olma”nın önemine gösterilen hassasiyetten, mezheplerin hadisle amel etmediği ve bu yüzden “mezheplere tâbi olma”nın caiz olamayacağı gibi bir sonuç çıkarmak asla isabetli olmaz.

* Yrd. Doç. Dr., Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi İslam Hukuku Anabilim Dalı.

[1] Muhammed Avvâme, Eseru’l-Hadîs Fî İhtilâfi’l-Fukahâ, Matbaat-i Muhammed Hâşim el- Ketbî, 1978, s. 9.

[2] Avvâme, a.g.e., s. 10.

[3] Avvâme, a.g.e., s. 10.

[4] Avvâme, a.g.e., s. 10.

[5] İbn Teymiyye, Raf‘u’l-Melâm an Eimmeti’l- A‘lâm, el-Mektebü’l-İslâmî, Beyrut-Dimaşk, 5. baskı, 1398 h., s. 10.

[6] el-Münâvî, Feydu’l-Kadîr Şerhu’l-Câmii’s-Sağîr, Dâru’l-Fikr, 2. baskı, 1979,  1/158.

[7] Abdullah ibn Yusuf ez-Zeyleî, Nasbu’r-Râye,  4. baskı, 1/44-46.

[8] Zeyleî, a.g.e., 1/47.

[9] Zeyleî, a.g.e., 1/53.

[10] Zeyleî, a.g.e., 1/86.

[11] Zeyleî, a.g.e., 1/88.

[12] Zeyleî, a.g.e., 4/134.

[13] Az yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, rivayetlerin bazılarının terk edilmesi bir takım sebeplere binaen olup bu mevzu müstakil bir makale konusudur.