İçeriğe geç
Anasayfa » SÜNNETİN DİNDEKİ YERİNE DAİR BAZI MÜLÂHAZALAR

SÜNNETİN DİNDEKİ YERİNE DAİR BAZI MÜLÂHAZALAR

1. Hz. Peygamber’in (s.a.v), Kur’ân’ı Açıklama Görevi

وَمَا أَرْسَلْنَا مِن رَسُولٍ إِلاَّ بِلِسَانِ قَوْمِهِ لِيُبَيِّنَ لَهُمْ فَيُضِلُّ اللّهُ مَن يَشَاء وَيَهْدِي مَن يَشَاء وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

“Biz her peygamberi mutlaka kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara emredilen şeyleri açıklasınlar. O, (iradesinde) yegâne (hâkim ve) galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”[1]

وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ

“Sana da zikri (Kur’ân’ı) indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler, diye.”[2]

وَمَا أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ إِلاَّ رِجَالاً نُّوحِي إِلَيْهِمْ فَاسْأَلُواْ أَهْلَ الذِّكْرِ إِن كُنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ

“Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir erbabına sorun.”[3]

وَمَا أَنزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ إِلاَّ لِتُبَيِّنَ لَهُمُ الَّذِي اخْتَلَفُواْ فِيهِ وَهُدًى وَرَحْمَةً لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ

Biz Sana Kitab’ı, onlara ihtilaf ettikleri şeyi açıkça bildiresin diye ve inanan bir topluluk için bir hidâyet ve rahmet olarak indirdik.”[4]

Günümüzde, Kur’an’da geçen tebyîn ile ilgili bir anlayışa değinmek yerinde olacaktır. Buna göre tebyîn, şerh etmek, ilave bilgiler vermek değil, iletmek, ulaştırmak, tebliğ etmek demektir. Mâide Sûresi 105. ve Âl-i İmrân Sûresi 187. âyet-i kerîme de bu anlamı teyid eder. Buna göre tebyîn, gizlemenin zıddıdır. “Beyan etmen için” yani “gizlemeyip olduğu gibi bildirmek için” demektir. Bu anlamıyla tebyîn, “metni açıklamak” değil, “metni gizlememek” manasına gelmektedir.

Bu bir açıdan doğrudur. Âyetlerin bağlamına baktığımızda tebyîn, “olduğu gibi iletmek” anlamına gelmektedir. Ancak tebyîni Kur’ân’la sınırlamak isabetli midir? Mesela “O, hevasından konuşmaz, konuştuğu ancak vahiy iledir”[5] âyetini düşündüğümüzde siyak itibariyle bunun, Kur’ân olduğunu söylemek mümkündür. Ama Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) konumuyla ilgili âyetlerin hepsini göz önünde bulundurduğumuzda mezkûr âyeti Kur’ân ile sınırlamak isabetli olur mu? Şüphesiz Ona Kur’ân dışında da vahyedilmiştir. Ve dini ilgilendiren konularda hevâsından konuşması mümkün değildir. Nahl Sûresi’ndeki âyeti de böyle anlasak daha bütüncül bir yaklaşım olmaz mı? Evet, tebyîn, zikrin insanlara bildirilmesidir. Bu zikrin tebyîni içine dini ilgilendiren, Kur’ân dışındaki bir açıklama dâhil olamaz mı? Bize göre tebyîni Kur’ân’la sınırlandırmak doğru değildir. Allah’ın Kur’ân dışında Hz. Peygamber’e (s.a.v) vahyetmesi bir gerçekse o halde sünnet vahyi de beyanın bir gereği olacaktır. Allah, Kur’ân dışında Rasûlüne vahyetmiştir. Rasûlullah da bunu ilgili âyetlerin gereği, insanlara açıklamak zorundadır. İşte bu da tebyînin “iletmek, bildirmek” anlamıyla uyum içindedir.

2. Hz. Peygamber’in (s.a.v) Haram ve Helal Koyma Yetkisi

قَاتِلُوا الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَلاَ بِالْيَوْمِ الآخِرِ وَلاَ يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللّهُ وَرَسُولُهُ وَلاَ يَدِينُونَ دِينَ الْحَقِّ مِنَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ حَتَّى يُعْطُوا الْجِزْيَةَ عَن يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ

“Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Rasûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.”[6]

الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الأُمِّيَّ الَّذِي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِندَهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَالإِنْجِيلِ يَأْمُرُهُم بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَآئِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ وَالأَغْلاَلَ الَّتِي كَانَتْ عَلَيْهِمْ فَالَّذِينَ آمَنُوا بِهِ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُوا النُّورَ الَّذِي أُنزِلَ مَعَهُ أُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

“O kimseler ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de vasıflarını yazılı buldukları ümmî peygamber olan Rasûle uyarlar. O Peygamber ise, kendilerini iyiliğe sevk edip kötülükten sakındırır; temiz ve güzel nimetleri onlara helal, habis olanları ise haram kılar; daha önce kendilerine yüklediğimiz ağır yükleri ve üzerlerindeki bağları onlardan kaldırır…”[7]

Bu âyetlerde Allah ve Rasûlünün ayrı ayrı zikredildiğine dikkat edilmelidir. Allah’ın yanında Hz. Peygamber’in (s.a.v) hüküm koymasını kabul etmenin şirk olduğunu ileri sürenlere bu yetkinin kendinden menkûl bir şey olmadığını, bizzat Allah’ın Ona bu yetkiyi verdiğini hatırlatmak yeterlidir. Tabi şunu belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber’in (s.a.v) hüküm koyması Allah’ın iradesi ve rızası çerçevesinde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla, -haşa- Allah’ın bilgisi dışında hareket ediyor, demek çok yanlıştır.

Günümüzde bir de şöyle bir anlayış türemiştir: “Hz. Peygamber’in (s.a.v) yasakları Allah’ın Kur’ân’da koyduğu yasak gibi olamaz. Bundan dolayı Kur’ân’daki nehiylere “haram”; Hz. Peygamber’in (s.a.v) nehiylerine “yasak” demek daha uygundur. Bu da “harreme” ve “nehâ Rasûlullah” tabirleriyle ifade edilmiştir.” Bunun anlamı şudur: Evet, Hz. Peygamber (s.a.v) yasak koymuş olabilir. Ancak bu yasaklar asla haram anlamında değildir. Dolayısıyla bu yasaklar haram gibi bağlayıcı değildir. Tamamen değişken ve örfî yasaklardır. Bunun da tek delili “harreme” ve “nehâ Rasûlullah” tabirleridir.

Böylece Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in tüm yasakları, hatta emirleri ictihada indirgenmiş olmaktadır. İctihadın ise haliyle, vahiyle alakası yoktur ve de bağlayıcı değildir. Böyle bir şeyi kabul etmek mümkün değildir. Basit bir araştırmayla Kur’ân’a bakarsak “nehâ” fiilinin haram anlamında kullanıldığını görürüz. Mesela şu âyete bakalım:

لَا يَنْهَاكُمُ اللَّهُ عَنِ الَّذِينَ لَمْ يُقَاتِلُوكُمْ فِي الدِّينِ وَلَمْ يُخْرِجُوكُم مِن دِيَارِكُمْ أَن تَبَرُّوهُمْ وَتُقْسِطُوا إِلَيْهِمْ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ

“Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.”[8] Yani böylelerine iyilik yapmanız haram değildir. Bunun tersini düşünelim: “Allah sizinle din uğruna savaşanlara ve sizi yurtlarınızdan çıkaranlara iyilik yapmanızı yasaklar.” Kısaca buradaki nehiy, haram anlamındadır. İşte bu anlam Mümtehine Sûresi’nin 9. âyetinde bulunmaktadır:

إِنَّمَا يَنْهَاكُمُ اللَّهُ عَنِ الَّذِينَ قَاتَلُوكُمْ فِي الدِّينِ وَأَخْرَجُوكُم مِّن دِيَارِكُمْ وَظَاهَرُوا عَلَى إِخْرَاجِكُمْ أَن تَوَلَّوْهُمْ وَمَن يَتَوَلَّهُمْ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الظَّالِمُون

“Allah, sizi ancak, sizinle din konusunda savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmekten nehyeder. Kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” İşte buradaki nehiy haramdır.

Diğer bir örnek de şöyledir:

مَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا

“Peygamber size ne verdiyse onu alın, sizi neyden nehyettiyse ondan da sakının.”[9] Âyette “nehâ” fiili geçmektedir. Şimdi Rasûlün nehyi, hangi anlamdadır? Yasak mı? Yasaksa bunun delili nedir? Yoktur. Buradaki, nehiy de haram anlamındadır. Rasûlün yasakladığı şeyin haram olmadığına dair başka bir karîne bulunursa ancak o zaman o yasak, haram kabul edilmeyebilir. Görüldüğü gibi “harreme” veya “nehâ” arasında yapılan bu ayrımın ne Kur’ânî ne de dilsel bir dayanağı vardır.

Bir şeyin haram olmasının delilinin sadece “harreme” veya “haram” lafızlarının kullanılması olamayacağı malumdur. Mesela yapılan bir fiil sonucunda azaptan bahsediliyorsa o fiilin haram olduğu anlaşılır. Önemli olan, nehyin sîğasıdır. Ve sîğayı kuşatan karînelerdir. “Zinaya yaklaşmayın”[10] buyrulur. “Harrame ez-zinâ” yahut “ez-Zinâ harâmun” denmeyebilir. Önemli olan nehiy siğasıdır. Bunun gibi daha nice lafzî ve manevî karîneler vardır. Detayları için usûl-i fıkıh kitaplarına bakılmalıdır. Bu tabirlerle haram ayrımının yapılması gerektiğini hiçbir âlim söylememiştir. Abes bir şeydir. Farz kılmanın da sadece “feraza” veya “hellele” tabiriyle olması gerektiğini söylemek gibi bir şeydir. Oysa “ketebe alâ” fiiliyle de farz kılınabilir. Aynı şekilde bunun nice karîneleri vardır.

Ayrıca Kur’ân’da olan nehiylerin hepsinin haram olduğunu söylemek de isabetli değildir. Bu, Kur’ân’daki tüm emirlerin farz olduğunu söylemek gibi bir şeydir. Oysa böyle değildir. Bunların da karîneleri vardır. En temel ilkemiz olan emr bi’l-ma‘ruf ve nehy ani’l-münker ifadesinde geçen nehiy, haram olmayan yasaklar mıdır? Bu anlayışa bakarsak münkerden, nehyi sadece bağlayıcı olmayan yasaklarla sınırlandırmamız gerekir. Oysa biliyoruz ki, münkerden, nehyin içerisine, derecesine göre haramdan mekruha kadar her şey girer. Delilsiz konuşmak, bu tür meselelerde sadece akla dayanmak tehlikeli bir yaklaşımdır.

Bütün bunlarla birlikte şunu da ifade etmem gerekir: Rasûlullah (s.a.v) haram kılmıştır. Ancak nehiylerine baktığımızda -oran vermek güç olsa da- çoğunun kerahet ifade ettiğini söylememiz mümkündür. Bu da akılla değil, delillerle ortaya konulmuş, konulabilecek bir husustur. Zira hadîs şerhlerine baktığımızda bunu görmek mümkündür. Bir delil söz konusu olduğunda yasak, tahrimden kerahete veya emir, vücubdan nedbe dönüşebilmektedir.

Burada akla gelen bir küçük ihtimal vardır. Acaba haram-yasak şeklindeki ayrımın Hanefîlerin haram-tahrimen mekruh şeklindeki ayrımından mülhem olduğu söylenebilir mi? Kanaatimizce alakası yoktur. Keşke öyle bir epistemolojik gayret olsa!! Malumdur ki, Hanefîler bu ayrımı yaparken kat’îlik-zannîlik ilişkisinden yola çıkmıştır. Sonuçları itibariyle de haramı inkâr edenle tahrimen mekruhu inkâr edenin veya farzı inkâr edenle vâcibi inkâr edenin farklı olduğunu söylemişlerdir. Ancak vâcibi yerine getirmeyenin veya tahrimen mekruh işleyenin vebalinden bahsetmişlerdir. Oysa bu anlayışta sadece “harrame” veya “nehâ” kelimelerinden yola çıkılmakta, Hanefîler gibi epistemolojik bir tahlil yapılmamakta ve de Hz. Peygamber’in (s.a.v) fonksiyonunun azaltılmaya çalışıldığı sezilmektedir.

Son olarak ifade etmek gerekirse bu şekildeki ayrımların amacının, Peygamber Efendimiz’in Kur’ân dışında var olan otoritesini tartışmaya açmak, bu yolla sünneti buharlaştırmak olduğu anlaşılmaktadır. Sünnetin dinde delil oluşuyla ilgili ne yapsalar aradıklarını bulamayan bir kısım insanlar da sonuçta sünnetin varlığını kabul etmiş ancak onu buharlaştırmak için ellerinden geleni artlarına bırakmamışlardır. Mesela işin içinden çıkamayanlar şöyle bir argüman ileri sürmüşlerdir:

“Diyelim ki, buraya kadar zikredilen bütün âyetlerde biz­zat Rasûle ittiba ve itaat emredilmekte ve Ona muhalefet yasaklanmaktadır. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v) artık aramızda değildir ve Onun dünya değiştirmesinin üzerinden 1400 küsûr sene geçmiştir. Şu halde bu âyetlerde Hz. Pey­gamber (s.a.v) ile ilgili olarak yer alan vurguları, onun ha­yatta bulunduğu dönem ile sınırlandırmamız gerekir. Zira bu âyetler bize, Onun sünnetine değil, bizzat Onun ken­disine ittiba ve itaat etmemiz emredilmektedir.”

Evet, bu argümanın Türkçesi, sünnet tarihseldir, demektir. Kur’ân’a tarihsel diyenler hayli hayli sünnete tarihsel diyebileceklerdir. Bu yaklaşımı doğru kabul edenlerin şu sorulara tatmin­kâr bir şekilde cevap vermeleri gerekir:

Kur’ân’da, Rasûlullah’a (s.a.v) itaat ve ittibanın, Onun hayatta olduğu dönem ile sınırlı bir sorumlu­luk olduğunu gösteren bir âyet mevcut mudur?

Bu soruyla bağlantılı olarak, Seni ancak bütün insan­lık için bir müjdeleyici ve korkutucu olarak gönder­dik.”[11] , “Ve Seni ancak âlemlere rahmet olarak gön­derdik.”[12] gibi âyetler, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in misyo­nunun evrensel olduğunu göstermez mi?

Eğer Hz. Peygamber’in (s.a.v), insanlara rehberliği yer­yüzünde vahyin maksatlarını gerçekleştirmek için vazgeçilmez bir şart ise, Onun vefatından sonra dün­yaya gelen insanlar böyle bir rehberlikten niçin mah­rum bırakılmış olsunlar? Bu durum adl-i ilâhîyenin ve murad-ı ilâhînin dünya hayatında tecellisine aykırı değil midir?

Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in sünneti demek, Onun söyle­dikleri ve yaptıkları demektir. Eğer Ona ittiba ve ita­at, Onun söylediklerine ve yaptıklarına uymakla olu­yorsa, bu itiraz sahiplerinin tavrı yanlıştır. Zira Hz. Peygamber’in (s.a.v) sünneti, bu ümmetin takva ve vera ehli, mütehassıs, Peygamber aşığı âlimleri tara­fından sahâbe döneminden itibaren muhafaza edil­miş ve bizlere kadar intikal ettirilmiştir.[13] Şâyet sünnet tarihsel ise bu çaba niye?

3. Hz. Peygamber’in (s.a.v) Verdiği Hükümlere Razı Olmak

فَلاَ وَرَبِّكَ لاَ يُؤْمِنُونَ حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لاَ يَجِدُوا فِي أَنفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْلِيمًا

“Hayır, Rabbin hakkı için onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde Seni hakem yapıp, sonra da Senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan, tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olamazlar.”[14]

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُولِي الأَمْرِ مِنكُمْ فَإِنْ تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلاً

“Herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz; eğer gerçekten Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, onu Allah’a ve Rasûlüne götürün. İşte bu, daha iyi ve sonuç bakımından daha güzeldir.”[15]

وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَنْ يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ وَمَن يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا مُبِينًا

“Allah ve Rasûlü bir meselede hükmünü verdiği zaman, bir mü’min erkeğin yahut bir mü’min kadının artık işlerinde başka bir yolu seçme hakları yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne isyan ederse, apaçık bir sapıklığa düşmüştür.”[16]

إِنَّمَا كَانَ قَوْلَ الْمُؤْمِنِينَ إِذَا دُعُوا إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ أَن يَقُولُوا سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

“Aralarında hüküm vermek için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman mü’minlerin sözleri ancak, “İşittik ve emrine uyduk.” demekten ibarettir. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”[17]

Âyetlerden ortaya çıktığı gibi Rasûlullah’ın (s.a.v) verdiği hükümlere razı olmak şarttır. Kur’ân’da ifade edildiğine göre Efendimiz (s.a.v) ile ashâb arasındaki ilişkilerde dikkat edilmesi gereken en önemli husus; Allah’ın Elçisi’nin bir meselenin çözümünde verdiği hükme ashâbın gönüllü olarak, herhangi bir mazeret beyan etmeden ittiba etmeleridir. Hz. Peygamber’in (s.a.v) verdiği bir hüküm Allah’ın izni dışında değildir. Bu bakımdan da Rasûlullah’a (s.a.v) itaat etmek demek Allah’a itaat etmek demektir.

Yeri gelmişken ifade etmek gerekirse, Kur’ân ve hadislerde geçen bunca emir ve tavsiyeyi sahâbenin nasıl algıladığı önemlidir. Onlar Kur’ân ve sünnetin ilk muhataplarıdır. Onlar selef-i sâlihîndir. Dolayısıyla onların meseleye nasıl baktığı, Hz. Peygamber’i (s.a.v) nasıl gördüğü önem arz etmektedir.

Ashâbın Kur’ân ve sünnete bağlılığı tartışma götürmez bir gerçekliktir. Peygamber Efendimiz’in dostları hiçbir dosta benzemez. Onlardaki sevgi hiçbir sevgiyle kıyaslanamaz. Peygamberimiz savaşa çıkmak isteyince onlar sadece, “Biz Sana İsrailoğulları’nın Musa’ya yaptığı gibi yapmayız. İsrailoğulları Musa’ya, “Sen git Rabbinle, savaş, biz kalıyoruz.” demişlerdi. Biz ise Sen nereye biz de oraya…” demekle yetinirler. Bu bağlılık onları sahâbe yapmış, tarihin şeref sayfalarına adlarını kazımışlardır. Ölümle karşı karşıya olan bir sahâbinin, “Şimdi senin yerinde Muhammed’in olmasını ister misin?” şeklindeki soruya cevabı, iman, sevgi ve cesaret timsali olarak tarihe geçmiştir: “Değil Onun yerimde olmasını istemek Medine sokaklarında gezerken ayağına bir diken batmasını bile istemem.” Onlar Hz. Peygamber’i (s.a.v) takip ederken asla aşağılık kompleksi gibi bir psikolojik zaafa kapılmamışlardı. Müşrikler onlarla, “Muhammed, size tuvalete nasıl girip çıkılacağını öğretiyor, öyle mi!” diye alay ettiklerinde onların cevabı sadece,  “Evet, aynen öyle!” olmuştu.

Kaynaklara baktığımızda sahâbenin, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e ve Onun sünnetine bağlılığıyla ilgili pek çok örnekle karşılaşıyoruz. İşte birkaç örnek:

Ebû Said el-Hudrî şöyle der: “Allah Rasûlü, ashâbıyla namaz kıldığı bir esnada ansızın nalinlerini çıkarıp soluna bıraktı. Diğerleri bunu görünce onlar da nalinlerini çıkarıp attı­lar. Allah Rasûlü (s.a.v), namazı bitirince, “Sizi, nalinleri(nizi) çıkarıp kenara koymaya sevkeden neydi?” diye sordu. Ashâb, “Senin, nalinleri(ni) çı­karıp kenara koyduğunu görünce biz de nalinlerimizi çıkarıp attık.” diye ce­vap verdi. Allah Rasûlü şöyle buyurdu: “Cibril gelip nalinlerimde pislik veya rahatsız edici bir şeyin olduğunu söy­ledi.”[18]

İbn Ömer anlatıyor: “Allah Rasûlü, altından bir yü­zük edindi. Bunun üzerine insanlar da altın yüzük edinmeye başladı. Sonra Allah Rasûlü, “Ben artık bunu ebediyen takmayacağım.” diyerek onu attı. Bunun üzerine insanlar da yü­züklerini çıkarıp attılar.”[19]

“Bir adam, İmrân b. Husayn’a, “Ya Eba’n-Necîd! Siz bize bir takım hadisler rivâyet edi­yorsunuz. (Hâlbuki) biz onları Kur’ân’da bulamıyoruz.” dedi. Bunun üzerine İmrân, kızdı ve adama şöyle dedi: “Her kırk dirhemde bir dirhem (zekât) olduğunu Kur’ân’da buldunuz mu? Her şu kadar koyundan bir koyun, her şu kadar deveden şu kadar deve verileceğini Kur’ân’da buldunuz mu?” Adam, “Hayır.” dedi. İmrân, “Kimden öğrendiniz bunları? Bizden öğrendiniz, biz de Rasûlullah’tan öğrendik.” (dedi)   ve buna benzer daha bazı şeyler söyledi.”[20]

4. Hz. Peygamber’e (s.a.v) Kur’ân’la Birlikte Hikmet Verilmesi

رَبَّنَا وَابْعَثْ فِيهِمْ رَسُولاً مِنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكِّيهِمْ إِنَّكَ أَنتَ العَزِيزُ الحَكِيمُ

“Ey Rabbimiz! Onların, içinden öyle bir rasûl gönder ki; kendilerine Senin âyetlerini okusun, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğretsin ve onları tertemiz kılsın.”[21]

كَمَا أَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولاً مِنكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ آيَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُم مَا لَمْ تَكُونُواْ تَعْلَمُونَ

“Nitekim size âyetlerimizi okuması, sizi tertemiz hale getirmesi, size Kitab ve hikmeti ve bilmediğiniz nice şeyleri öğretmesi için sizden birini elçi gönderdik.”[22]

لَقَدْ مَنَّ اللّهُ عَلَى الْمُؤمِنِينَ إِذْ بَعَثَ فِيهِمْ رَسُولاً مِنْ أَنفُسِهِمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَإِنْ كَانُوا مِن قَبْلُ لَفِي ضَلالٍ مُبِينٍ

“Gerçekten Allah, kendi içlerinden birini, onlara âyetlerini okuması, onları her türlü kötülüklerden arındırması, kendilerine Kitab ve hikmeti öğretmesi için rasûl yapmakla, mü’minlere büyük bir lütûf ve inâyette bulunmuştur. Hâlbuki daha önce onlar besbelli bir sapıklık içinde idiler.”[23]

وَاذْكُرْنَ مَا يُتْلَى فِي بُيُوتِكُنَّ مِنْ آيَاتِ اللَّهِ وَالْحِكْمَةِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ لَطِيفًا خَبِيرًا

“Evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz ki Allah her şeyin iç yüzünü bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.”[24]

Kur’ân ve hikmet ayrı şeyler olsa gerektir. Hikmet aslında ilim ve amelde sağlamlık, diğer bir deyişle sözde ve işte isabet demektir. Hikmetin ne olduğu hususunda değişik görüşler beyan edilmiş olsa bile bunların içinde en kuvvetli olanı hikmetin, “sünnet” olduğu görüşüdür. Zira Rasûlullah’ın (s.a.v) hayatı ve hayat tarzı hikmet üzere kuruludur ve en geniş anlamıyla Onun sünneti hikmetten ibarettir. Burada doğrusu, hikmetin Hz. Peygamber’in (s.a.v) kendi Kur’ân kavrayışı mı yoksa Ona gelen Kur’ân dışı bir vahiy mi olduğu önemli değildir. Önemli olan Allah’ın bize Kitab’la birlikte onu öğretmesidir. Onu Allah öğrettiğine göre ona ittiba etmek gereklidir. Tabi şunu da belirtelim ki, bu hikmet içinde şüphesiz Efendimiz’in (s.a.v) meleke-i nübüvvet ile çıkardığı hükümler olsa bile muhakkak vahy ile gelen hükümler de vardır. Hikmeti sadece Hz. Peygamber’in (s.a.v) Kur’ân kavrayışı veya Kur’ân’dan çıkardığı hükümlere indirgemek isabetli değildir.

İlginç olan şu ki; bu hikmet (bazen hüküm) sadece Peygamber Efendimiz’e değil, diğer peygamberlere de verilmiştir. “Doğrusu Biz İsrailoğulları’na kitap, hüküm ve nübüvvet verdik”[25] ve “Biz İbrahim soyuna kitap ve hikmet verdik.”[26] Dolayısıyla Allah’ın her bir peygamberine kitap yanında hikmeti de vermesi sünnetullahın gereğidir. Kısaca sünnet, sünnetullahın da bir parçasıdır.

* Prof. Dr., Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalı.

[1] İbrâhîm, 14/4.

[2] Nahl, 16/44.

[3] Nahl, 16/43.

[4] Nahl, 16/64.

[5] Necm, 53/3.

[6] Tevbe, 9/29.

[7] A‘raf, 7/157.

[8] Mümtehine, 60/8.

[9] Haşr, 59/7.

[10] İsrâ, 17/32.

[11] Sebe’, 34/28.

[12] Enbiyâ, 21/107.

[13] Bk. Ebubekir Sifil, İdrak ve Tasdik, s. 243-244.

[14] Nisâ, 4/65.

[15] Nisâ, 4/59.

[16] Ahzâb, 33/36.

[17] Nûr, 24/51.

[18] Ebû Davud, Salât, 89.

[19] Buhârî, İ‘tisâm, 4; Libâs, 46.

[20] Ebû Davud, Zekât, 2.

[21] Bakara, 2/129.

[22] Bakara, 2/151.

[23] Âl-i İmrân, 3/164.

[24] Ahzâb, 33/34.

[25] Câsiye, 45/16.

[26] Nisâ, 4/54.