İçeriğe geç
Anasayfa » SÜNNETİN DİNDEKİ YERİNE DAİR BAZI MÜLAHAZALAR

SÜNNETİN DİNDEKİ YERİNE DAİR BAZI MÜLAHAZALAR

 

 

GİRİŞ*

Kur’ân, dinimizin temel kaynağıdır. Sünnet ise ikinci kaynaktır. Kur’ân ve sünnet bütün ulemanın ittifakıyla İslam Hukuku’nun ana dayanaklarıdır. Şurası bir gerçek ki, Kur’ân olmadan sünneti anlamak, yani bir Peygamber’in nasıl inşa edildiğini idrak etmek mümkün olmadığı gibi sünnet olmadan da Kur’ân’ı anlamak, yani Kur’ân’ın nasıl pratiğe aktarıldığını, bu pratikle nasıl bir ümmet inşa edildiğini idrak etmek imkânsızdır. Onun için Kur’ân ve sünneti birbirinden ayırmak mümkün değildir. Etle tırnak gibidirler.

Sünnet sıradan birinin davranışı değil, vahiyle muhatap olan Yüce Peygamber (s.a.v)’in söz ve uygulamalarıdır. Onun için sünnetin dindeki yerini anlamak Rasûlullah (s.a.v)’ın Kur’ân’daki yerini kavramakla eş anlamlıdır. O zaman Rasûlullah (s.a.v)’ın Kur’ân’daki konumu nasıldır? Kur’ân, Müslümanlara Rasûl-i Ekrem (s.a.v)’i nasıl tanıtmaktadır? Bazı maddeler eşliğinde bunu görelim:

1. Rasûlullah (s.a.v)’a itaat etmek gerekir.

Allah’a itaat esas olduğu gibi Rasûlullah (s.a.v)’a itaat de esastır. Peygamber Efendimiz’e itaati Kur’ân’la sınırlamak âyetlerin doğasına aykırıdır. İşte birkaç âyet:

منْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ أَطَاعَ اللّهَ

Kim, Peygamber’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.[1]

وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ

Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının.[2]

Bu âyet, ganimet dağıtımıyla alakalıdır. Ancak hükmü geneldir. Mevdudî bu konuda şöyle der:

“Bu ifade; “Benû Nâdir’in malları ile ilgili olarak varılan kararı ve yapılan taksimi hiç sorgu sual etmeksizin kabul edin. Şayet Rasûl sizlere bir şeyler vermişse alın, yasakladığından da kaçının.” anlamına gelir. Buradaki hüküm umumidir ve sadece fey‘in taksimatı ile sınırlı değildir. Asıl maksat, tüm ilişkilerde Rasûlullah (s.a.v)’ın emirlerine teslim olunmasıdır. Nitekim burada, “Rasûl size ne verdiyse onu alın.” denirken, cümlenin devamında “Size neyi vermediyse” değil “Neyi yasakladıysa ondan kaçının.” şeklinde bir ifade kullanılmıştır. Bu hüküm sadece fey‘e ait malların paylaşımını ihtiva etseydi, o zaman “neyi vermediyse’ denilirdi. Fakat aksine “neyi yasakladıysa” denilmesinden anlaşıldığına göre, kast olunan Rasûlullah (s.a.v)’ın emir ve yasaklarına uyulmasıdır. Nitekim aynı hususta Ebu Hureyre (r.a)’nin rivâyet ettiği bir hadiste Rasûlullah (s.a.v), “Size emrettiğim bir şeyi mümkün olduğunca uygulamaya çalışın, yasakladığım bir şeyden de kaçının.”[3] demiştir.

Abdullah b. Mes‘ud (r.a)’a Esedoğulları’ndan Ümmü Ya‘kub adlı bir kadın gelir ve aralarında şu konuşma geçer: “Senin dövme yaptırmaktan, saç/peruk taktırmaktan, kaş, kirpik aldırmaktan kadınları men ettiğini duydum. Senin bu konuda, Allah’ın kitabından bir dayanağın var mı?” İbn Mes‘ud (r.a) şöyle cevap verir: “Evet, bu konuda hem Kur’ân’a hem de sünnete dayanıyorum.” Kadın, “Vallahi ben, Mushaf’ın her yerini okuyup inceledim, ama onda senin dediğin yasağı görmedim.” der. İbn Mes‘ud (r.a), “Peki, sen şu âyeti görmedin mi: “Peygamber size ne getirdiyse onu alın, O sizi neden sakındırdıysa ondan sakının.”” diye sorar. Kadın, “Evet, onu gördüm.” diye cevap verir. İbn Mes‘ud (r.a), “Ben, Rasûlullah (s.a.v)’ın bu sayılanları yasakladığını bizzat kendisinden işittim.” der. Kadın, “İyi ama senin ailenden de bunları yapanlar var.” diyerek İbn Mes‘ud (r.a)’u tenkit eder. İbn Mes‘ud (r.a) kendinden emin bir şekilde, “O zaman buyur evime gir, bak bakalım böyle bir şey var mı?” diyerek kadını evine götürür. Kadın eve girip bakar ve “Hayır, böyle bir şey görmedim.” der. Bunun üzerine Abdullah b. Mes‘ud (r.a) şöyle söyler: “Sen, Allah’ın seçkin kulu Hz. Şuayb’ın şu sözünü bilmez misin: “Ben size yasakladığım şeyi, kendim işleyerek sizinle ters düşmem.”[4]

قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيم . قُلْ أَطِيعُواْ اللّهَ وَالرَّسُولَ فإِن تَوَلَّوْاْ فَإِنَّ اللّهَ لاَ يُحِبُّ الْكَافِرِينَ

(Habibim) de ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok merhametli ve bağışlayıcıdır.De ki: “Allah’a ve Peygamber’e itaat edin!” Eğer yüz çevirirlerse muhakkak ki Allah, kâfirleri sevmez.[5]

Bu âyet, Rasûlullah (s.a.v)’a uymanın temelini açıklıyor; Allah sevgisi… Allah sevgisi iddiası Peygamber Efendimiz’e uymaksızın gerçekleşemez.

وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلَّا لِيُطَاعَ بِإِذْنِ اللَّهِ وَلَوْ أَنَّهُمْ إِذْ ظَلَمُوا أَنفُسَهُمْ جَاءُوكَ فَاسْتَغْفَرُوا اللَّهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمْ الرَّسُولُ لَوَجَدُوا اللَّهَ تَوَّابًا رَحِيمًا

Biz her peygamberi -Allah’ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan bağışlanmayı dileseler, Rasûl de onlar için istiğfar etseydi Allah’ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı.[6]

إِنَّمَا كَانَ قَوْلَ الْمُؤْمِنِينَ إِذَا دُعُوا إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ أَن يَقُولُوا سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ .وَمَن يُطِعِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَيَخْشَ اللَّهَ وَيَتَّقْهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَائِزُونَ

Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasûlüne davet edildiklerinde, mü’minlerin sözü ancak, “İşittik ve itaat ettik.” demeleridir. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Her kim Allah’a ve Rasûlüne itaat eder, Allah’a saygı duyar ve Ondan sakınırsa, işte asıl bunlar mutluluğa erenlerdir.[7]

وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ

Namazı kılın; zekâtı verin; Peygamber’e itaat edin ki merhamet göresiniz.[8]

Bu âyet de dikkat çekicidir. Önce namaz ve zekât emri var. Ardından Peygamber’e itaat gelmektedir. O zaman Peygamber’e itaat sadece Kur’ân’a itaat demek değildir. Kur’ân dâhil olmakla birlikte Kur’ân dışında Allah’tan aldıklarını da içermektedir.

Kur’ân’da, “Allah ve Rasûlüne itaat edin.” şeklinde gelen epey âyet vardır. Biz bunları hem Allah’a hem de Rasûlüne itaat etmek şeklinde anladığımızda bazıları bunu, “Böyle ise bu durum Rasûlullah (s.a.v)’ı Allah’tan bağımsız bir otorite kabul etmek olur.” diyerek tenkit etmektedir. Oysa Rasûlullah (s.a.v)’ı mutlak ve bağımsız otorite kabul etmek hiç kimsenin haddine değildir. Bir mü’min böyle düşünemez. Mutlak otorite, mutlak şâri‘, Allah Teâlâ’dır. Ancak Allah’ın yetki verdiği kimseler ve o da mecazî anlamda otorite olabilir. Allah’ın yetki vermediği hiç kimse otorite olamaz. Bu, Allah’ın otoritesini paylaşmak olur; ancak yetkili kimsenin otorite olması, Allah’ın otoritesini paylaşmak değildir. Paylaşmak olsa bu paralel bir otoritelik olur ki, şirktir. Ama burada “Sana yetki veriyorum.” diyen, Allah Teâlâ’dır. Allah Rasûlü (s.a.v), bu yetkiye dayanarak haram veya helal kılmaktadır.

Bu çerçevede sünneti delil kabul etmeyenler Nisâ Sûresi 59. âyet-i kerimede geçen, “Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin; sizden olan emir sahiplerine de itaat edin.” âyetini anlamakta zorlanmışlardır. Yalnızca Kur’ân’ı delil kabul edenler, “Allah ve Rasûlüne itaat edin.” kalıbını teke ircâ edip sadece Allah’a itaat edin, diye yorumlarlar. Buna göre mana “Allah’ın size Rasûl vasıtasıyla bildirdiklerine itaat edin.” olurmuş! Esasen bunda da yanlış bir şey yok; zira sünnet yoluyla gelen ve uyulması gerekenler de Allah’ın Rasûl vasıtasıyla bize öğrettikleridir. Ancak böyle mana verenler sünneti devre dışı bırakarak Rasûlün bildirdiklerini Kur’ân ile sınırlarlar. İşte böyle sınırladıkları için, “Emir sahiplerine itaat edin.” kısmı problem arz etmektedir. Bunu da “Emir sahipleri, müstakil, bağımsız itaat edilecek merci‘ değildir, ona itaat Kur’ân ile kayıtlıdır.” diyerek yorumlarlar. Oysa:

  1. Rasûl (s.a.v) de bağımsız bir otorite değildir. Otoritesi Allah ile, Kur’ân ile mukayyettir. Onu otorite kılan da Allah’tır, ancak bu mutlak ve gerçek anlamda otorite demek değildir. Mutlak ve gerçek tek otorite Allah’tır. Aynı şekilde emir sahibini de otorite kılan Allah’tır. İtaat, otoriteyi gerektirir.
  2. Rasûlün otoritesi, nasıl ki, Kur’ân ile sınırlıdır, emir sahiplerinin de otoritesi Kur’ân ve sünnet ile sınırlıdır. Kur’ân ve sünnete aykırı hareket edemezler. Aykırı hareket ettiklerinde itaat edilme vasfını kaybederler.
  3. Allah, âyette kendine bağlı iki otoriteden bahsediyor. Biz bunu teke ircâ ediyoruz. Bu, aklen uygun mudur? Allah, Rasûl ve emir sahipleri denilecek, ama biz, sadece Allah kastediliyor, diyeceğiz, bu olabilir mi? Böyle olacaksa beliğ bir kitap olan Kur’ân, Allah demekle yetinemez miydi? Diğer taraftan emir sahiplerinin Kur’ân’a göre verdiği hükümleri anlıyoruz, ancak ictihad konusu olan hükümleri ne olacak? Bu hükümlerin Kur’ân’a aykırı olmadığını düşünelim. Ama yeni bir mesele ortaya çıktı. İctihad edildi. Otorite tarafından buna uyulması istendi. Ne olacak? “Biz, sadece Kur’ân’da bulunan hükümlere uyarız.” mı diyeceğiz? İtaat etmeyecek miyiz? Bu, Hâricî mantığı değil de nedir? Onlar da Kur’ân’ı mızraklarının ucuna asıp “Allah’tan başka hüküm veren yoktur.” âyetini okumadılar mı? Hz. Ali (r.a)’yi ve diğer sahâbîyi bu âyete aykırı hareket etmekle suçlayıp tekfir etmedi mi? Peki, bugün, sadece Kur’ân diyenlerin, sadece otorite Allah’tır, diyerek mugalata yapanların Hâricîlerden ne farkı var? Bir farkı var, söyleyeyim: Söylediklerini bugün mızraklarını ucuna asmıyorlar! Evet, emir sahiplerinin Kur’ân ve sünnete aykırı olmayan emirlerine uymak farzdır. Yoksa değil mi?! Bu kabul edilirse ardından şu sorunun gelmesi mukadderdir: Emir sahiplerinin Kur’ân ve sünnette olmayan, ama onlarla da çelişmeyen görüşlerine uymak şart da Rasûlullah (s.a.v)’ın Kur’ân’da olmayan, ama onunla da çelişmeyen emir ve nehiylerine uymak niye şart değil?!

2. Rasûlullah (s.a.v)’a isyan ve eziyet yasaktır.

İlgili âyetler şöyledir:

وَمَن يَعْصِ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَيَتَعَدَّ حُدُودَهُ يُدْخِلْهُ نَارًا خَالِدًا فِيهَا وَلَهُ عَذَابٌ مُّهِينٌ

Kim, Allah’a ve Onun elçisine karşı gelir ve Onun sınırlarını aşarsa, Allah onu ebedî kalacağı ateşe atar…[9]

Bu âyet miras taksiminden sonra gelir. Âyet böyle kimselerin ebedî cehennemlik olduğunu ifade ettiğine göre bu şu demektir: “Kim, Allah ve Rasûlünün mirasla ilgili hükümlerini tanımayıp küfre saparsa…” Şunu ifade etmekte yarar vardır: Bir mü’min elbette Rasûlullah (s.a.v)’ın getirdiklerini yaşamayabilir. Ama haram dediklerini haram, helal dediklerini helal kabul etmek zorundadır. Böyle kabul ettikten sonra nefsine uyar, aksini yaparsa günahkâr olur.

وَمَن يُشَاقِقِ الرَّسُولَ مِن بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدَى وَيَتَّبِعْ غَيْرَ سَبِيلِ الْمُؤْمِنِينَ نُوَلِّهِ مَا تَوَلَّى وَنُصْلِهِ جَهَنَّمَ وَسَاءتْ مَصِيرًا

Kim, kendisine doğru yol gösterildikten sonra Peygamber’e karşı gelir ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız.[10]

إِنَّ الَّذِينَ يُؤْذُونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ لَعَنَهُمُ اللَّهُ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَأَعَدَّ لَهُمْ عَذَابًا مُّهِينًا

Allah’a ve Rasûlüne eziyet edenler yok mu, Allah onlara dünyada ve ahirette lanet etmiş ve onlar için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.[11]

ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ شَآقُّوا اللّهَ وَرَسُولَهُ وَمَن يُشَاقِقِ اللّهَ وَرَسُولَهُ فَإِنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ

Bu böyledir. Çünkü onlar, Allah ve Rasûlüne karşı çıktılar. Allah ve Rasûlüne kim karşı çıkarsa, muhakkak ki Allah’ın cezası çetin olur.[12]

Bütün bunlar kâfirlerle ilgilidir. Bunu öncelikle belirtmek gerekir. Çünkü bunlardan yola çıkarak, “Sünnete uymayan kâfirdir.” gibi aşırı bir yorum yapmamak gerekir. Zira âyetleri anlamada siyak-sibak, sebeb-i nuzûl önemlidir. Buna göre bu âyetlerden şöyle bir ders çıkarmamız mümkündür: “Demek ki, Allah’ın Rasûlüne isyan etmek, eziyet etmek ve karşı çıkmak kâfirlerin özelliğidir. Benim onlar gibi yapmamam gerekir. Allah Rasûlünun (ruhâniyetini) incitecek bir şey söylememem ve yapmamam lazımdır.” Şunu da ilave etmeliyiz ki, Rasûlullah (s.a.v)’ın bir emri sabit olduktan sonra ona karşı çıkmak, onu kabul etmemek bir inanç meselesi olur ki, böyle bir kişi mezkûr âyetlerin hitabına dâhildir. Böyle bir hitabın muhatabı olmamak ancak sabit olan emri bir inanç olarak kabullenmekle mümkündür. Onu yapıp yapamamak ise başka bir şeydir.

3. Rasûlullah (s.a.v)’a saygı ve sevgi esastır.

النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ وَأُولُو الْأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ إِلَّا أَن تَفْعَلُوا إِلَى أَوْلِيَائِكُم مَّعْرُوفًا كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا

Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır. Akraba olanlar, Allah’ın Kitabı’na göre, (mirasçılık bakımından) birbirlerine diğer mü’minlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar; ancak, dostlarınıza uygun bir vasiyet yapmanız müstesnadır. Bunlar Kitab’da yazılı bulunmaktadır.[13]

اِنَّ اللّٰهَ وَمَلٰٓئِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّۜ يَٓا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيماً

Peygamber’e Allah rahmet eder, melekler de dua eder. Ey iman edenler, siz de teslimiyetle ona salât ve selam getirin.[14]

Salât’ı “destek, yardım” olarak anlamak da mümkündür. Buna göre mana “Allah ve melekleri Rasûle yardım ediyor, siz de yardım edin.” şeklinde olacaktır. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz hayattayken ona bilfiil destek söz konusudur. Vefatından sonra destek, sünnetine uymakla gerçekleşecektir. Salavâtı dil ile telaffuz etmek de desteğin, yani sünnete uymanın bir türüdür. Dolayısıyla salavâtı dışlamanın anlamı yoktur. Tabii, sadece dil ile böyle telaffuz edip diğer farz ve sünnetleri ihmal etmek sünnetin hayatı kuşatıcılığına da ters düşecektir.

يَٓا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا لَا تُقَدِّمُوا بَيْنَ يَدَيِ اللّٰهِ وَرَسُولِهِ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ. يَٓا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا لَا تَرْفَعُٓوا اَصْوَاتَكُمْ فَوْقَ صَوْتِ النَّبِيِّ وَلَا تَجْهَرُوا لَهُ بِالْقَوْلِ كَجَهْرِ بَعْضِكُمْ لِبَعْضٍ اَنْ تَحْبَطَ اَعْمَالُكُمْ وَاَنْتُمْ لَا تَشْعُرُونَ

Ey iman edenler! Allah ve Rasûlünün (emirlerinin) önüne geçmeyin ve Allah’tan korkun. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla işitir, her şeyi hakkıyla bilir. Ey iman edenler! Sesinizi peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin; birbirinize bağırdığınız gibi, ona bağırmayın, yoksa amelleriniz mahvolur gider de farkında bile olmazsınız.[15]

Şu basit örneği hatırlamakta fayda vardır: Süleyman b. Harb anlatıyor: “Hammad b. Zeyd, “Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden fazla yükseltmeyin.” âyeti hakkında şöyle derdi: “Ben ölümünden sonra da ses yükseltmenin hayattayken ses yükseltmek gibi olduğunu düşünüyorum. Bir hadis okunduğunda Kur’ân’ı okurken sustuğunuz gibi susmanız gerekir.”[16]

إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَإِذَا كَانُوا مَعَهُ عَلَى أَمْرٍ جَامِعٍ لَمْ يَذْهَبُوا حَتَّى يَسْتَأْذِنُوهُ إِنَّ الَّذِينَ يَسْتَأْذِنُونَكَ أُوْلَئِكَ الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ فَإِذَا اسْتَأْذَنُوكَ لِبَعْضِ شَأْنِهِمْ فَأْذَن لِّمَن شِئْتَ مِنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمُ اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

Mü’minler, o kimselerdir ki, Allah’a ve Rasûlüne iman edenler, onunla birlikte toplumu ilgilendiren bir iş üzerinde iken, ondan izin alıncaya kadar bırakıp gitmeyenlerdir. Gerçekten, senden izin alanlar, işte onlar Allah’a ve Rasûlüne iman edenlerdir. Böylelikle, senden, kendi bazı işleri için izin istedikleri zaman onlardan dilediklerine izin ver ve onlar için Allah’tan bağışlanma dile![17]

Müslümanlar, ister savaş ister barışla ilgili olsun, ortak bir amaç için toplanmaya çağrıldıklarında, rehberin izni olmadan dağılmaları caiz değildir. Burada geçerli bir mazeret olmadan izin istemenin mutlak haramlığı konusunda uyarıda bulunulmaktadır. Hatta geçerli bir mazeret durumunda bile izin verip vermemek, Rasûlullah (s.a.v)’a kalmıştır. Eğer O, ortak faydayı bireyin şahsî mazeretinden daha önemli görürse, izin vermeyebilir ve bir mü’minin de buna gönülden razı olması gerekir. Bu hükmün, hem Rasûlullah (s.a.v)’a hem de Ondan (s.a.v.) sonra gelen halifeler ve Müslümanların diğer rehberlerine karşı da geçerli olduğunu söylemek mümkündür.

لَا تَجْعَلُوا دُعَاء الرَّسُولِ بَيْنَكُمْ كَدُعَاء بَعْضِكُم بَعْضًا قَدْ يَعْلَمُ اللَّهُ الَّذِينَ يَتَسَلَّلُونَ مِنكُمْ لِوَاذًا فَلْيَحْذَرِ الَّذِينَ يُخَالِفُونَ عَنْ أَمْرِهِ أَن تُصِيبَهُمْ فِتْنَةٌ أَوْ يُصِيبَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ

(Ey mü’minler!) Elçinin çağırmasını, aranızda herhangi birinizin diğerini çağırmasıyla bir tutmayın. İçinizden, birbirinin arkasına gizlenerek sıvışıp gidenleri muhakkak ki Allah bilmektedir. Bu sebeple, onun emrine muhalefet edenler, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.[18]

Esasen burada Rasûl-i Ekrem (s.a.v)’in konumuyla alakalı iki durum vardır:

  1. Rasûlullah (s.a.v)’a saygı. Aslında saygı da ancak itaatle bütünleştiğinde gerçekleşebilecek bir durumdur.
  2. Rasûlullah (s.a.v)’a itaat. Zira “Onun emrine muhalefet”, tamamen Ona itaatsizliktir. Bu itaatsizliğin akıbeti de bellidir. Burada “Onun emrine muhalefetin” altını tekrar tekrar çizmek gerekir. “Onun emri” nedir? Sadece Kur’ân mıdır? Öyle anlaşılıyor ki, sadece Kur’ân’ın Onun emri olması mümkün değildir. Allah Rasûlü Kur’ân dışında da emirler veriyor ki, Allah Teâlâ Ona uyulmasını istiyor. Nûr Sûresinin 62. âyetiyle birlikte düşünüldüğünde bu durum daha net anlaşılır. Yani âyetlerin siyak ve sibakı “Onun emrinin” Kur’ân dışında olmasını gerekli kılmaktadır. “Onun emri”, Onun bizzat emrettiği şeylerdir. Ayrıca Kur’ân Onun emri değil, Allah’ın emridir.

4. Rasûlullah (s.a.v), insanlar için ideal bir örnektir.

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِّمَن كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيرًا

Andolsun ki, Allah’ın Rasûlünde Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için güzel bir örnek vardır.[19]

ن وَالْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ .مَا أَنتَ بِنِعْمَةِ رَبِّكَ بِمَجْنُونٍ .وَإِنَّ لَكَ لَأَجْرًا غَيْرَ مَمْنُونٍ .وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ

Nûn. Yemin olsun kaleme ve yazdıklarına. Rabb’inin nimeti sayesinde sen bir mecnun değilsin. Hiç şüphesiz senin için bitmez tükenmez bir mükâfat vardır. Ve hiç şüphesiz sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin.[20]

Birinci âyet Allah Rasûlü (s.a.v)’nün güzel bir örnek olduğunu ifade ederken ikinci âyet mükemmel bir ahlâka sahip olduğunu vurgulamaktadır. Bu âyeti, örneklikle ilgili bu bölüme almamızın sebebi şudur; bir insan yüce bir ahlâka sahip ise güzel örnek olmaya da layıktır. Ahlâk ve örneklik madalyonun birbirini tamamlayan iki yüzü gibidir. Rasûlullah (s.a.v)’ın ahlâkı eksik değil, aksine tamdır, mükemmeldir. Ve bunu Allah Teâlâ garanti etmektedir.

Üsve, örnek alınan kimse için bir isim olarak kullanılır. Yani bu öyle bir kimsedir ki, kendisine uyulur, yaptığı gibi yapılır, önderdir, imamdır. Bundan dolayı âyetteki “fî” harf-i cerri mübalağa için gelmiştir. Âyetteki ifadenin aslı, “Rasûlullâhi üsvetün” şeklindedir. Ama “fî Rasûlillâhi üsvetün” denilmiştir. Allah burada Onun örnek alınmasını özel, belirli bir vasfına değil, zatına bağlamıştır. Bu açıdan Efendimiz (s.a.v) her yönüyle örnek olmaktadır. Neden böyle olmuştur? Çünkü Allah, Rasûlünün emir ve nehiy şeklinde vârid olan sözlerine, ayrıca sabır, sebat, şecaat vb. fiillerine uyulmasını murad etmiştir. Diğer bir ifadeyle her yönüyle örnek olmasını,  bu şekilde kendisine ittiba edilmesini istemiştir. Ahzâb Sûresinde geçen üsve-i haseneyi açıklayan iki örnek verelim:

Zürâre (r.a) anlatıyor: “Sa‘d b. Hişâm, Allah yolunda gazaya niyet ederek Medine’ye gelmiş ve Medine’de kendine ait bulunan bir akarı satarak, bedeli ile silâh ve at satın almak, böylece ölün­ceye kadar Bizanslılara karşı cihâdda bulunmak istemiş. Medine’ye gelin­ce, Medinelilerden bazı kimselere tesadüf etmiş. Onlar kendisini bu işten nehyetmişler ve ona Nebiyyullah (s.a.v)’ın hayatında altı kişilik bir cemaatin bunu yapmak istediğini fakat Rasûlullah (s.a.v)’ın, onları bundan nehyettiğini ve kendilerine, “أ ليس لكم في أسوة؟ (Benim şahsımda sizin için güzel bir örnek yok mudur?)”  buyurduğu­nu haber vermişler. Onlar, bunu söyleyince Sa‘d evvelce boşadığı karısına dönmüştür.[21]

Saîd b. Yesâr anlatıyor: “Ben, İbn Ömer (r.anhumâ)’le beraber Mekke yolunda yü­rüyordum. Sabah olacağından endişe edince (devemden) inerek vitrimi kıldım. Sonra ona yetiştim. İbn Ömer, bana, “Nerede kaldın?” diye sordu. Ben de “Sabah olacağından endişe ettim de inerek vitir namazımı kıldım.” dedim. Abdullah ibn Ömer,  “أ ليس لك في رسول الله أسوة؟ (Rasûlullah (s.a.v)’da senin için bir örnek yok mu?) ” dedi. Ben, “Hay hay eyvallah!” dedim. Abdullah, “(Öyle ise) Rasûlullah vitrini deve üze­rinde kılardı.” dedi.[22]

Şunu da belirtelim ki, Kur’ân dışında başka hiçbir delil kabul etmeyenleri, “Allah ve Rasûlüne itaat edin.” şeklindeki âyetleri sadece Allah’a itaat etmeye indirgeyenleri üzecek bir âyettir üsve-i hasene âyeti. Çünkü burada Allah Rasûlüne uymaktan başka çare yoktur; “O sizin için güzel bir örnektir.” Yani Allah’ın örnek olması düşünülemez. O soyuttur, görülemez. O’na sadece itaat edilir. Ama örnek alınacak kimse bizim cinsimizden olmalı, görülmeli ve ona ittibâ edilmelidir. Allah Rasûlü (s.a.v) de böyle bir timsaldir. Muhakkak Kur’ân dışında ortaya koyduğu örneklik vardır. Allah işte o örnekliğe uymamızı istemektedir. Şöyle bir itiraz yapılabilir: Allah’ın uymamızı istediği örneklik Kur’ân’da var. Rasûlullah (s.a.v), Kur’ân’da olanı örnek olarak uygulayacaktır. Kur’ân dışında yeni bir şey yapmayacak ki!

Oysa Kur’ân’da sadece mücmel emirler vardır. Namaz kılın, zekat verin gibi… Rasûl-i Ekrem (s.a.v)’in Kur’ân dışında örnekliği, somut uygulaması olmadan nasıl namaz kılacak, nasıl zekât vereceğiz? Mümkün değil. Kur’ân’ın neredeyse dörtte üçü soyut ilke ve prensiplerdir. Bunları somut hale getiren Rasûlullah (s.a.v)’tır.

Bir itiraz da şöyle yapılabilir: Tamam, anladık. Rasûlullah (s.a.v), Kur’ân’ı somut olarak gösterdi. Örnek oldu. Onun örnekliği her devri bağlayan, evrensel hükümler değil ki! Evet, bu gelip sünnetin tarihsel olduğuna dayanıyor. Rasûlullah (s.a.v)’ın haram kılma yetkisine dair bölümün sonunda buna temas ettik.

 

* Prof. Dr., Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalı Öğr. Üyesi

[1] Nisâ, 4/80.

[2] Haşr, 59/7.

[3] Müttefekun aleyh.

[4] Buhârî, Tefsir, 59; Libas, 82; Müslim, Libas, 120.

[5] Âl-i İmrân, 3/31-32.

[6] Nisâ, 4/64.

[7] Nûr, 24/51-52.

[8] Nûr, 24/56.

[9]  Nisâ, 4/14.

[10] Nisâ, 4/115.

[11] Ahzâb, 33/57.

[12] Enfâl, 8/13.

[13] Ahzâb, 33/6.

[14] Ahzâb, 33/56.

[15] Hucurât, 49/1-2.

[16] Hatib el-Bağdadî, el-Câmi’, I, 196.

[17] Nûr, 24/62.

[18] Nûr, 24/63.

[19] Ahzab, 33/21.

[20] Kalem, 68/1-4.

[21] Müslim, Salâtu’l-Müsâfirîn, 139.

[22] Müslim, Salâtu’l-Müsâfirîn, 36.