İçeriğe geç
Anasayfa » SÛRET SÎRETE ŞAHİTTİR

SÛRET SÎRETE ŞAHİTTİR

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَبِهِ التَّوْفِيقُ وَهُوَ الْمُسْتَعَانُ وَبِهِ الثِّقَةُ وَعَلَيْهِ التُّكْلاَنُ

الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِ الْعَالَمِينَ

وعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمعِينَ

وَمَنْ تَبِعَهُمْ بِإحْسَانٍ إِلَى يَوْمِ الدِّينِ

Yüz ve Nifak

Bilindiği gibi Cehennem, yedi tabakadan oluşur. Rabbimizin “Münafıklar, hiç şüphe yok ateşin en alt tabakasındadırlar. Artık onları buradan kurtaracak bir yardımcı bulamazsın.” (Nisâ, 4/145) buyurduğu gibi, cehennemin en alt tabakası münafıklara ayrılmıştır. Bu sebeple açık ve gizli, fiilî ve potansiyel nifaktan Rabbimize sığınırız. Bir hadis-i şerif, potansiyel nifaka işaret eder: “Enes radıyallâhü ‘anh şöyle demiştir: Allah için birinci tekbire yetişerek kırk gün cemaatle namaz kılana iki beraat yazılır: cehennemden beraat ve münafıklıktan beraat.” (عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ( مَنْ صَلَّى لِلَّهِ أَرْبَعِينَ يَوْمًا فِي جَمَاعَةٍ يُدْرِكُ التَّكْبِيرَةَ الْأُولَى كُتِبَتْ لَهُ بَرَاءَتَانِ بَرَاءَةٌ مِنْ النَّارِ وَبَرَاءَةٌ مِنْ النِّفَاقِ) (el-Müttakî 2004: VII/228).

Bu, mü’minler için potansiyel nifaktan kurtuluşun ancak cemaatle namaza devamla mümkün olacağına işaret eder. Dilimizde münafık için kullanılan “iki yüzlü” tabiri, nifakın esprisini belirtir. Buna göre mü’min/münafık ayırımını belirleyen, insanın “yüz”üdür. Münafıklık=iki yüzlülükten kurtuluş, mü’minlik=tek yüzlülüğe, tek yüzlülük ise, “Sûretin sîretine şâhiddir” sözünün belirttiği gibi, insanın sûretinin akide ve ameline uygunluğuna bağlıdır.

Hakkın Sûreti

Sûret, aslı ile sîretini birbirine bağladığı için insanın şahsiyetinde merkezî öneme sahiptir. “Şeyler zıtlarıyla ayrılır” kaidesince, sûreti anlamanın en iyi yolu, zıtlarıyla karşılaştırma”ktır. Sûret, “bâtın, zât, ayn, hakikat, asıl, madde”ye karşı “zâhir, sıfat, mânâ, his, nüsha, şey” mânâlarını ifade eder. Mesela İsmail Hakkı Bursevî, “Sûret hisse dâir ve hakîkat ma’nâya nâzırdır” der (Seyyid Mustafa 2008: 721). Filozoflara göre madde, şeyin bil-kuvve, sûret ise bil-fiil varlığıdır. “Sûret”in şekil, tür ve sıfat mânâlarında kullanıldığını belirten Abdullah Salahaddin Uşşâkî, kavramı Seyyid Şerif Cürcânî’nin Ta’rifât isimli eserine atıfla açıklar. Ta’rifât’ta “Bir şeyin sûreti, kendisinden somut olanlar çıktıktan sonra geriye kalandır, bir şeyin sûreti kendisiyle fiil hâsıl olan şeydir” denir (Kurşun 2004: 397). Asıl/sûret ayırımı, “bâtın/zâhir, zât/sıfat” ayırımına karşılık olarak düşünüldüğünde sûret, insanın “şekli ve sıfatı” mânâsına gelir.

İnsan dâhil bütün varlıklar, Muhammedî nurdan, Muhammedî nur ise ilahî nurdan yaratılmıştır. Dolayısıyla sûret, yaratılış sürecine bakılarak daha iyi anlaşılır. “Tenezzülât-ı Seb’a” (Yedi Tenezzül) denen yaratılış sürecinin lâ-taayyün (Ahadiyyet), taayyün-i evvel (Vahdet=Ulûhiyyet) ve taayyün-i sânî (Vâhidiyyet=Rubûbiyyet) denen üç mertebesi, “Ahad, Allah, Rab”, ikinci ve üçüncü mertebesi “Ahmed, Muhammed” kelimeleriyle anlatılabilir. Allah, Ahadiyyet mertebesinde, istiğrak halinde, kenz-i mahfî (gizli hazine) iken tanınmayı sevdi ve Ahadiyyetinden Vâhidiyyetine nüzûl etti. Taayyün-i evvel, Ahadiyyet ve Vâhidiyyet arasını câmi’ berzahtır; bu bakımdan ona “hakikat-i Muhammediyye” denir. Taayyün-i sânî, zâhir-i vücûd ve zâhir-i ilim arasını câmi’ berzahtır. Vahdet ile kesret arasında berzah olan hakikat-i insâniyye, Vahdet ve Vâhidiyyet mertebelerine tekabül eden taayyün-i evvel ve taayyün-i sânîyi kapsar. Ahmed, lâ-taayyün (Ahadiyyet) ile taayyün-i evvel (Vahdet) mertebelerini birleştirmiştir; Ahmed ismindeki “mim”, taayyün-i evvel, Muhammed ismindeki “mim” taayyün-i sânîdir.

Rabbimiz, istiğrak halindeki muhabbet-i zâtiyyesinden “taayyün-i hubbî” olarak habibi Muhammed ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın nurunu ve onun nurundan bütün mahlûkâtı yarattı. Hakikat-i Muhammediyye, hadislerde akıl ve kalem olarak da ifade edilen bu nurun manevî hüviyetidir. Mertebe-i Ahadiyyette sadece Zât, mertebe-i Vahdet=Ulûhiyyette sadece Hak ve Hakikat, mertebe-i Vâhidiyyet=Rubûbiyyette ise Hak ve Halk vardır. Hakk’ın sûreti Halktır ve Halkın bâtını Hakk’tır. Kur’ân-ı Kerim’de “Allah, âlemlerden ganidir” buyurulur. Dolayısıyla Muhammed ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm, Hakk’ın sûreti olarak Hak ile Halk, ‘Alîm ile Âlemler arasında berzah, köprüdür. Salâhî’ye göre “Istılâh-ı sûfiyyede sûret-i Hak, bahr-i vücûb u imkânı câmi’ olan hakikat-i Muhammediyeden kinâyetdür ve sûret-i İlâh ve insân-ı kâmilden ‘ibâretdür ve sûret-i Rahman dahi andan kinâyetdür” (Ceylan 2000: 280).

Ahadiyyet ve vücûb mertebesinde Ahad, ayn-ı zât, Hak, ism-i zât, Ulûhiyyet mertebesinde Allâh ve Rahmân, bütün sıfatî isimleri bünyesinde toplayan ilahî isimler, Ahmed, ism-i zât olan Hakkın sûretidir (Ankaravî 2007: 31, 237). Hz. Peygamber ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm, “Beni gören Hakk’ı görmüştür” (مَنْ رَآنِى فَقَدْ رَأى الحَقَّ) sözüyle ilahî ismin mazharı, “Sûret-i Hak=Hakk’ın Sûreti” olduğunu anlatır. Muhtemelen dilimizdeki “Sûret-i haktan görünmek” tabiri de bu hadisten gelir. Keza “Allah’ın velileri kimlerdir?” sorusuna karşılık Rasûlullah ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın “Onlar, görüldüklerinde Allah’ın hatırlandığı kimselerdir” (عنْ أَبِي مَالِكٍ الْأَشْعَرِيِّ رضي الله عنه عَنْ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم سُئِلَ: مَنْ أَوْلِيَاءُ اللَّهِ؟ فَقَالَ: الَّذِينَ إِذَا رُؤوا ذُكِرَ اللَّهُ) hadisi, bunu açıkça belirtir.

“Hakikat-i Muhammediyye, nûr-ı Muhammedî, rûh-ı Muhammedî, cevher-i evvel, kalem-i a’lâ, imâm-ı mübîn” de denen “akl-ı evvel”, ilâhî ilmin ilk zuhûru, zuhûr-ı evvelidir. Bu bakımdan Ahmed, ‘Alîm isminin sûreti olan Âlem, Âlem-i A’lâ’dır. Taayyün-i evvel Ulûhiyyet, taayyün-i sânî ise Rahmaniyyet ve Rubûbiyyet mertebesidir. Rahmaniyyet, Ulûhiyyet ile Rubûbiyyeti birbirine bağlayan köprüdür; Ulûhiyyetin bâtını Rahmaniyyet, zâhiri Rubûbiyyettir. Besmele ve Fâtiha Sûresi’ndeki sıranın da “Allah, Rahman, Rab” şeklinde gelmesi bu yüzdendir (Ankaravî 2007: 31). Ahad’in Ulûhiyyet mertebesinde Ahmed’e duyduğu muhabbeti Rubûbiyyet mertebesinde Hakkın Halka karşı rahmeti izler. Allah, Habibi için “Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” buyurur.

Rahmaniyyetin tezahürüne “nefes-i Rahmanî” denir. Nefes-i Rahmanî, âlem-i ervahtan âlem-i ecsâma indikçe letafetten kesafete doğru gider. Ebu’l-Hasen Gûrî hazretlerinin buyurduğu gibi: “Tenzih ederim şu zât-ı ecell ü a’lâyı ki, nefesini [nefsini] latif kılıp ona Hak tesmiye etti; ve nefesini [nefsini] kesif kılıp, ona da Halk tesmiye etti” (Konuk 1999: I/45). Ruhunun ilk yaratılmasından dolayı Muhammed ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm, akl-ı evvel, ebü’l-ervâh (ruhların babası), buna karşılık Âdem ‘aleyhi’s-selâm, ebü’l-beşerdir (beşerin babası). Rahman, hayat, ilm, sem’, basar, irade, kudret, kelâm olarak sayılan yedi ilahî vasfı bünyesinde toplayan ana sıfattır. Şu halde Hz. Âdem, sûret-i Hak ve âlem-i Rahmet olan Hz. Muhammed vasıtasıyla sıfat-ı Rahman, dolayısıyla sûret-i Rahman üzerine yaratılmıştır. Peygamber ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın “Allah, Âdemi sûretinde yarattı” (إِنَّ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ خَلَقَ آدَمَ عَلَى صُورَتِهِ ) hadisinin mânâsı budur (el-Müttakî 2004: VI/51). İsmail Ankaravî (2007: 237) bunu, Allah’ın “isim ve sıfatlarının sûretinde” olarak yorumlar. Keza İsmail Hakkı Bursevî de hadisin bazı rivayetlerinde olduğu gibi, “sûretin”deki zamirin Rahman’a veya bizzat Âdem’e haml edilmesini doğru bulmaz. Ona göre “Allâh Teâlâ Âdemi toprakdan akl-ı evvel sûretinde yarattı ve evlâdı, ki sâir Âdemlerdir, onun nutfesinden yaratıldı.”

Bursevî açıklar: “Sûret-i ilâhiyyeden murâd, sıfât mertebesidir ki, hayât, ilm, sem’, basar, irâdet, kudret, kelâmdır. Pes, sûret-i Âdem, bu sûret-i ilâhiyye üzerine gelmiştir. Zîrâ bi’l-fi’l mazhardır. Ve insânın sırrı, Hakk’ın zâhiri ve sûretidir. Fe-emmâ Hakk’ın sırrı, sırr-ı insânın bâtını ve hakîkatıdır. Ve bu sırr-ı ilâhî, ism-i a’zamdan ibâret olan “kâf”e izâfet olundu. Onun için câmi’ denildi. Zîrâ cemî’-i esrârı câmi’ ve cümle-i hakâyıka şâmildir. Ve Fahr-i Âlem ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm onun hakîkatı ile zuhûr eylemiştir ki Hakk’a dâldir. Zîrâ avâlim içinde hakîkat-ı muhammediyye âlem-i a’lâdır. Ve zât-ı Hakk’a delâlet eden eşyâda, hakîkat-ı muhammediyyeden evsa’ ve ulu yoktur (…) Âdem ve âlem bir ma’nâdır ki sûret-i Hak’dır. Ya’nî Hak, âlem ve Âdem yüzünden esmâ ve sıfâtıyla tecellî eylemiştir (…) Ve ol mertebenin tafsîli âlem ve icmâl ve ihtisârı Âdem’dir. Ve âlem âyine-i esmâ ve Âdem mir’ât-ı müsemmâdır” (Seyyid Mustafa 2008: 460, 543, 559, 722).

Kısaca Ahmed, Hakkın; Âdem ise âlem-i Rahmet olarak gönderilmiş Ahmed’in sûretidir. Şu halde yaratılış sürecinin mertebelerine göre iki sûret türü ortaya çıkar. Birincisi, sûret-i hakikiyye-i ismiyye, ikincisi sûret-i hissiyye-i sıfatiyyedir ki bunlar Hz. Ahmed ile Hz. Âdem’in temsil ettiği Sûret-i Hak ve Sûret-i Rahman’a tekabül eder. Yani hak, isim ve şey (esmâ ve eşyâ) olarak iki sûrette zuhûr ve tecelli eder. Sûret ile hem ilâhî isimlerin hakikî sûretleri, hem âlem kasd edilir. Böylece, hakiki insan, iki sûret, ilâhî isimler ve âlem sûreti üzerine yaratılmıştır. Ta’rifât’dan nakledildiğine göre, İbni Abbas radıyallâhü ‘anha Sâd’ın mânâsı sorulduğunda “Üzerinde Rahman’ın arşının bulunduğu Mekke’deki bir dağdır” der (Kurşun 2004: 397-98). Bir hadiste de “Mü’minin kalbi, Rahman’ın arşıdır” (قَلْبُ الْمُؤْمِنِ عَرْشُ الرَّحْمَنِ) buyurulur. Hak, batılın zıddı olduğuna göre, Sûret-i Hak Sûret-i Bâtıl, Sûret-i Rahman ise Sûret-i Şeytan ile karşılaştırılır; Şeyh Bedreddin (2010)’in izah ettiği gibi:

“Cenab-ı Hak, “Şüphesiz ki biz emâneti göklere, yere ve dağlara sunduk, onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korkup titrediler, insan onu yüklendi. Şüphesiz ki o, çok zâlim ve çok câhildir” (Bakara, 2/283) buyurdu. Ehl-i tahkik, “Buradaki emânetden maksad marifetullahdır” dedi. Ben derim ki, bu emânetden maksad “sûret-i Hakk” olmak ihtimali daha kuvvetlidir. Zira insan, sûret-i Hakk üzre halk olunmuşdur. Çünkü “sûret-i Hakk”, sûret-i küll olub, bu ise başkasında değil ancak insandadır, binaenaleyh “es-semâvâti ve’l-ard, ve’l-cibâl” kavillerinde bir ehil lafzı takdirine hacet yokdur. Şu halde ma’nâ-yı nazm, “Biz bizzat semâvâta, arza, cibâle, kendi sûretimizi arz ettik, anlar o sûreti haml ve kabulden ibâ itti. İnsan ânı hamil olub, kabul eyledi, hâlbuki insan sûret-i Rahmaniyye’yi kabulden evvel maddesi itibariyle zalûm ve cehûl idi, o sûreti kabul idince âdil ve âlim oldu” dimekdir. Seni Hakk’a tergib ve tesvik iden her şey bir melek ve Rahman, mâsivaya tevcih ve sevk eyleyen her şey dahi İblis ve Şeytan’dır.”

Vehbî Sûret

“Sizi halk ettik, sonra tasvir ettik” (el-A’râf, 7/11) âyeti için yapılan tefsirlerden biri, “Önce ruhlarınızı yarattık, sonra bedenlerinizi şekillendirdik” tarzındadır. Buna göre insanın aslı ruh, sûreti ise bedeninin şeklidir. Ancak bu, mutlak değil, güzel bir şekil-sûret vermedir; “O ki Gökleri ve Yeri hak ile yarattı ve size sûret verdi, sûretlerinizi güzel de yaptı, nihayet gidiş O’nadır” (et-Teğâbün, 64/3; Mü’min, 23/64) âyetinde buyurulduğu gibi. Bazı âyetlerde (Âl-i İmrân, 3/6; el-A’râf, 7/11; el-Mü’min, 40/64; et-Teğâbün, 64/3), tasvir kelimesi “şekil ve hey’et vermek”, bazı yorumlara göre, şeklin dışında “manevî özelliklerle bezemek”, yani teşkil ve tezyin mânâsında kullanılmıştır (Diyanet 2004: 98). Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de Rabbimiz, “Allah, size imanı sevdirdi ve onu kalbinizde süsledi” (Hucurât, 49/7) buyurur.

İsmail Ankaravî (2007: 101), bunu şöyle açıklar: “Gerçekten insan yaradılışındaki sûret güzelliği, huy itidali, tenasüb ve yumuşaklık, sûreten ve mânen Cenab-ı Hakk’ın vasf-ı ba kemalinden yardım isteyicidir, ondan gelmektedir. Nitekim hadis-i şerifde buyurulur: “Allah, Âdem’i kendi sûretinde yarattı”, yani “isim ve sıfatlarının sûretinde”. Şu ayet-i kerimede de buna işaret vardır: “Biz insanı en güzel biçimde yarattık” yani sûretçe ve mânâca demektir. Sûretçe oluşu düzgün boy-bos, mütenasib organlar, pürüzsüz cild, güleğen tabiatlı olmak gibi. Mânâca ahsen-i takvim üzere oluşu ise, hayat, ilim, irade, kudret, konuşma, işitme, görme ve başka özelliklere sahip olmasıdır. Aslında insan, ilahî sıfatlarla muttasıf olup, onda her sıfattan bir örnek vardır. Onun için “Kendini bilen Rabbini bilir” sözü varid olmuştur.”

Sûret, ikiye ayrılabilir: Vehbî ve kesbî. Vehbî sûret, insanın Allah’ın yarattığı tabiî sûreti, tipidir. Antik çağlardan beri insanın sûretiyle karakteri arasındaki münasebetin incelenmesi, Batı’da fizyonomi, Arapça’da ilm-i firaset, Osmanlı’da ilm-i kıyafet denen bir ilim dalına vücut vermiştir. Kıyafet ilmi, insanların vücut tipi, dış görünüşü, rengi, sesi ve diğer organları vasıtasıyla ahlakî durum ve karakterini belirleme, sûretten aslı, dış yapıdan iç yapıyı anlama ilmi olarak tanımlanabilir. İnsanın dış yapısından iç yapısını anlama uğraşı, istidlal ve delilden çok sezgi ve tahmine dayandığı için “firaset ilmi” adını almıştır. Bu itibarla objektif öğretimin konusu bir ilimden ziyade melekeye dayalı bir sanattır. Kıyafet=firaset ilmi, insanın çehresini konu alan “ilm-i sîmâ”, alın çizgilerini inceleyen “ilm-i hutût”, el ve ayaklardaki işaretlere bakan “ilm-i kef ve ekdâm”, organlarda görülen seğirmelerden hüküm çıkaran “ilm-i ihtilâc” gibi alt-dallara ayrılır.

Bu konuda İmam Şâfiî Hazretleri’nin bir hatırası, insanın vehbî sûretiyle karakteri arasındaki münasebet hakkında fikir verir:

“İlm-i firaset (sezgi ve anlayış bilgisi) ile ilgili kitaplar aramak için Yemen’e gittim. Konuyla ilgili kitapları derleyip toparladım. Geri dönerken konaklamak için, yolda evinin avlusunda duran bir adama uğradım.

Adam gök gözlü ve çıkık alınlı biriydi. Bu sûret ise firaset ve kıyafet ilmine göre olumsuz sîretin (ahlâk noksanlığının) habercisiydi. Beni evine misafir etti. Bir de gördüm ki, pek cömert bir adam! Bana akşam yemeği ve güzel koku, hayvanıma alaf, ayrıca yatak ve yorgan gönderdi.

Bunları görünce kendi kendime dedim ki: İlm-i firaset, bu adamın oldukça düşük bir şahsiyete sahip olduğunu gösteriyor. Ben ise ondan hayır ve iyilikten başka bir şey görmüyorum. Demek ki bu ilim batılmış!

Sabah olunca yanımdaki hizmetçi çocuğa hayvanı eyerlemesini söyledim. Hayvana binip çıkacağım sırada adama dedim ki:

– Mekke’ye geldiğin zaman, Muhammed b. İdris’in (Şafiî) evini soruver. Adam dedi:

– Peki, dün gece sana yaptığım hizmetin karşılığı nerede?

– Neymiş o?

– Sana iki dirheme yemek aldım; ayrıca aynı fiyatlarla katık, güzel koku, hayvanına yem, sana yatak ve yorgan alıverdim…

Çocuğa dedim ki:

– Oğlum, ona istediğini ver! Başka bir şey kaldı mı?

– Ev kirası nerede? Ben evimi sana genişletip kendime daralttım!

Bu durumu görünce kanaatim güçlendi ki, firaset ilmi hakmış (Ancak İslâm dini, ona uyan insanın tabiatını terbiye eder, tevbe de kötü adet ve huylarını değiştirip ıslah eder).

Şu güzel söz, konumuzu aydınlatır:

“Sûretin sîretine şahittir; başka şahit aramak zâiddir” (Sarı 2016: 189-190).

Kesbî Sûret

Ebu Hüreyre radıyallâhü ‘anh’dan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm şöyle buyurmuştur: “Allah, şüphesiz sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz, ancak amellerinize ve kalplerinize bakar” (إِنَّ اللَّهَ لَا يَنْظُرُ إِلَى صُوَرِكُمْ وَأَمْوَالِكُمْ وَلَكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ وَأَعْمَالِكُمْ) (el-Müttakî 2004: III/12, 170). Bu hadiste belirtilen Allah’ın bakmayacağı sûret, insanın dahlinin olmadığı vehbî sûrettir. Buna karşılık Allah, amellerin ve kalplerin tezahür yeri olarak kesbî sûrete bakar. Bayramiye tarikatının büyüklerinden Şeyh Mecdüddîn’in dediği gibi: “Allah Teâlâ, erlere sakalı hürmet için vermişdir ve insânın yüzü nazargâhı olduğu için Hak Teâlâ sakalı yüzde halk etdi. Yüzden muteber yer olaydı, onda halk ederdi” (Akhisarî 2016: 6). Kaldı ki vehbî ile kesbî sûret arasındaki ayırım bile mutlak değildir. “Üzüm üzüme baka baka kararır” atasözünün de belirttiği üzere, devamlı birbirine bakan karı-koca gibi kişilerin sûretlerinin bile yıllar içinde birbirine benzediği tecrübeyle sabittir.

Kur’ân-ı Kerim’de geçtiği üzere Allah’ın insanı “tasvir”i aslında “tezyin”dir. İnsan, Allah’ın yeryüzündeki halifesi ve aynı zamanda yeryüzünün zîneti olarak yaratılmıştır: “Biz yeryüzünde olanları onun için bir zînet kıldık ki hangisi amelce daha güzeldir diye insanları imtihan edelim” (Kehf, 18/7). Bu itibarla kıyafet ilmince menfî karakterin göstergesi olarak alınan vehbî sûretin çirkinliği mutlak değil, mahlûkata göre izafidir. En bozuk karakterli bir insanın sûreti bile, hayvanlara göre güzel, güzel huylu insanlara göre çirkindir. İnsanın misyonu, Allah ve Rasûlü’nün ahlakıyla ahlaklanarak kesbî sûretini güzelleştirmektir.

Yani mü’min, ancak Sûret-i Hakka uyarak Sûret-i Rahman’a sahip olabilir, Allah ve Rasûlü’nün ahlakıyla ahlaklanarak kalbi, sûreti ve sîreti, Şeytanî değil, Rahmanî olur. Davud Kayserî, “İsim, sıfat ile birlikte zâttır” der. Buna göre mü’minin kalbi, Allah’ın Rahman isminin, sûreti Rahman sıfatının, sîreti ise Rahmanî fiillerinin yansımasıdır. İnsanın kalp, sûret ve sîret olarak üç boyutu, din ve sünnetin üç boyutuna tekabül eder.

Dinin varlık sebebi insan=cemaattir. Elmalılı Hamdi Yazır (1979: I/483-85), cemaatin ruhu ve bünyesinin sünnete bağlı olduğunu açıklar. Sünnetin sosyolojik işlevi, taksimine bakarak daha iyi anlaşılır. Genel olarak sünnet, “peygamberin dinde tuttuğu yol” demektir. Dolayısıyla dinin “din, fıtrat, şeriat” olarak ayırabileceğimiz üç boyutuna göre sünneti de “millet, şemail, sîret” olarak üçe ayırabiliriz Din bir beden olarak düşünüldüğünde din (millet) onun kalbi, fıtrat yüzü, şeriat ise gövdesidir. Bu, “dinü’l-İslâm, fıtratü’l-İslâm, şeriatü’l-İslâm=İslâm dini, fıtratı, şeriatı” tabirlerinde olduğu gibi, dinin özel adı İslâm’ın dinin bu üç boyutuna izafesinden de anlaşılabilir. Nitekim “iki yüzlü” tabirinin de ifade ettiği üzere, yüz (vech, face) kelimesi, “bir şeyin zâtı ve hakikati” mânâsına gelir. Sakal kesmeye “fıtratı tağyir” denmesi de bu yüzdendir:

 

 Sünnet 
 Dinde Tutulan Nebevî Yol 
DinFıtratŞeriat/Âdet
AkideSûretAmel
MilletŞemailSîret
Ortodoksi Ortopraksi
Nebevî İnanış Tarzı Nebevî Yaşayış Tarzı

 

Bu tablodan görüleceği gibi, Hıristiyanlıkta ortodoksi denen millet, marifetullâhın kalıbı, nebevî inanış tarzı olarak sünnetin akidevî boyutu, Hıristiyanlıkta ortopraksi denen sîret ise tâatullâh ve âdetin kalıbı, nebevî yaşayış tarzı olarak sünnetin amelî boyutudur. Buradaki “tarz=tarikat” kelimesi, amellerin hem doğruluğuna (hak), hem güzelliğine (hüsn) delâlet ettiği için sünnet hem ibadet (şeriat), hem âdet alanında cârî, hem hüküm, hem edeb’dir. “Ehl-i sünnet ve cemaat” tabirinin ifade ettiği üzere, cemaat sünnet ile kaimdir. “Cemaatin sünneti”, Kur’ân-ı Kerim’de “Mü’minlerin yolu” (Nisâ, 4/115) olarak ifade edilir. İbni Haldun’un asabiye kavramı itibariyle sosyolojik olarak bakıldığında ise cemaîleşme sürecinin kuruluş ve işleyiş olarak iki safhasının sünnetin millet ve sîret denen iki boyutuna bağlı olduğu görülür: Cemaat, millet ile kurulur, sîret ile işler. Hamdi Yazır’ın tabiriyle millet, dinde birleşilen ilkeler (mebâdi-i hâkime), sîret, izlenen yoldur (tarikat-i meslûke).

“Fıtratü’l-İslâm=İslâm fıtratı” tabirinin belirttiği üzere, din, insanın üç boyutu akide, sûret ve amele mütekabil sünnetin üç boyutu millet, şemail ve sîrette fıtratı korumak için gelmiştir. Burada iki hakikat vardır. Birincisi, bu üç boyut, fıtrîlik/gayr-i fıtrîlik bakımından birbirine bağlı bir bütündür; bunlardan bazıları fıtrî, diğerleri gayr-i fıtrî olamaz. İkincisi, bu üç boyut, fıtrat bakımından birbirini tamamladığı takdirde ancak insan, Allah’ın yeryüzündeki halifesi ve eşref-i mahlûkât olarak kendini gerçekleştirebilir.

Bu üç boyutun etkileşim tarzı, bâtın/zâhir ayırımıyla daha iyi anlaşılır. Sünnetin bâtını, akidevî sünnet (millet), zâhiri, sûrî sünnet (şemail) ile amelî sünnet (sîret)tir. Diğer taraftan Mevlânâ’nın “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” sözündeki “olduğun/göründüğün” ayırımı da bâtın/zâhir ayırımına karşılık olarak alınabilir. Yani onun burada “olmak” dediği itikad, “görünmek” dediği sûret ve amele ilişkindir; bâtın, inanış tarzı, zâhir ise görünüş ve yaşayış tarzını kapsar. İnsan şuurunun temeli olan inanca “asıl” dendiğinde “sûret” ve “sîret”le ilişkisi daha iyi anlaşılır. Lâfzen sîret, “yürüyüş tarzı” demektir. Asıl sûreti, sûret sîreti, sîret vuslatı belirler. Nasılsan öyle görünür, nasıl görünürsen öyle yürür, nasıl yürürsen öyle varırsın.

Diğer taraftan sûretin merkezi olarak “yüz”, “bir şeyin aslı” mânâsına geldiği için, insanın itikad ile sûretini, inanç ile tipini birbirine bağlayan ana unsur olarak alınabilir. Sûret, umumî olarak bir mahlûkun görünüşü demektir. Hâlbuki sûret, Türkçe’de “yüz” için kullanılan “surat” kelimesine dönüşmüştür. Belagatteki “zikr-i cüz, irâde-i küll” sanatı, bir şeyin aslı sayılan ana parçasıyla bütününün kasd edilmesini belirtir. Mesela günün aslı, ana parçası olduğu için sabah, bazı şiirlerde gün mânâsında kullanılır. Keza yüz de sûretin ve dolayısıyla şahsiyetin aslı, “aslın tezahürü” olduğu için sûret surat’a dönüşmüştür.

“İnsanın tipi” denen sûret, millet ile sîretin aynası olarak bâtın ve zâhiri birbirine bağlar. Sûret, millet ve sîretin delili, şahididir. Arapça “Her kap içindekini sızdırır” (كُلُّ إِنَاءٍ يَتَرَشَّحُ بِمَا فِيهِ) sözü, aslın sûrete, “Sûret sîretin delilidir” sözü ise sîretin sûrete yansımasını belirtir. Dikkatle bakıldığında değil farklı dinlerden, aynı din içinde farklı meşreplerden insan grupları bile tiplerinden ayırt edebilir. Demek ki belli bir inanış ve yaşayış tarzı insanın suratına yansımakta, zamanla belli bir tipe yol açmaktadır. Büyüklerin dediği gibi, “Sûretin sîretine şâhiddir; başka şâhid aramak zâiddir.” Kemterî mahlaslı Raşid Ali Efendi de Karagöz oyununun prolog kısmında Hacivat’ın söylediği perde gazelinde bu hakikati ifade eder (Oral 1996: 85):

 

Nakş-i sun’ın remz ider hüsnünde rü’yet perdesi

Hâce-i hükm-i ezeldendir hakîkat perdesi

***

Sîreti sûrette mümkindir temâşâ eylemek

Hâil olmaz ‘ayn-ı irfâna basîret perdesi

***

Her neye im’ân ile baksan olur iş âşikâr

Kılmış istîlâ cihânı hâb-ı gaflet perdesi

***

Bu hayâl-i âlemi gözden geçirmekdir hüner

Nice kara gözleri mahv itdi sûret perdesi

***

Şem’-i ‘ışkın yandırub tasvîr-i cisminden geçen

Âdemi âmed-şüd etmekde azîmet perdesi

***

Kangı zılla ilticâ itsen fenâ bulmaz ‘aceb

Oynatan üstâdı gör kurmuş muhabbet perdesi

***

Dergeh-i âl-i abada müstakîm ol Kemterî

Gösterir vahdet elin kalktıkça kesret perdesi.

 

Demek ki insanın sûreti başka, akide ve ameli başka olamaz; sûrette sünnî (sünnete uygun) olmayan bir Müslüman, akide ve amelde de sünnî olamaz. Sûretin hissî, sıfatî mertebesinin Rahmanî/Şeytanî olarak karşılaştırıldığını söylemiştik. Halk arasında kullanılan “Rahmanî/Şeytanî sakal” deyimlerinde bu karşılaştırmayı görmek mümkündür. Bu, erkekler için Rahmanî=sünnî sûretin ana unsurunun sünnete uygun sakal olduğunu gösterir. Toplumumuzda sakal bırakmanın sünnet olduğu bilinse de kesmenin haramlığı ve sünnete uygun uzunluğu pek bilinmez. Tıbben uzuv sayıldığı için kadınların saçı gibi erkeklerin sakalını kesmesi, İslâm’da Kadı Iyaz gibi birkaç kişi müstesna, âlimlerin ittifakıyla “müsle” (uzuv kesme, fıtratı tağyir) olarak haram sayılmıştır. “Hâtimetü’l-müctehidîn” sayılan İbnü’l-Hümâm (1993: II/352), bu konuda şöyle der: “Kadınlaşmış erkeklerin ve bazı Mağribîlerin yaptığı gibi, sakalın bir kabzadan az bırakılmasını kimse mübah görmemiştir.” (وَأَمَّا الْأَخْذُ مِنْهَا وَهِيَ دُونَ ذَلِكَ كَمَا يَفْعَلُهُ بَعْضُ الْمَغَارِبَةِ وَمُخَنَّثَةُ الرِّجَالِ فَلَمْ يُبِحْهُ أَحَدٌ، وَأَخْذُ كُلِّهَا فِعْلُ يَهُودِ الْهِنْدِ وَمَجُوسِ الْأَعَاجِمِ). Sakalın çene altından bir kabzadan (dört parmaktan) kısa bırakılmasının haram olduğunun beyan edildiği bu ifadede, edeb ile hüküm, sünnet ile farz birleşmiştir.

Ve’l-hâsıl, münafıklık=iki yüzlülükten kurtuluş, mü’minlik=tek yüzlülüğe, tek yüzlülük ise, “Sûretin sîretine şâhiddir” sözünün belirttiği gibi, insanın sûretinin akide ve ameline uygunluğuna bağlıdır.

 

 

KAYNAKÇA

Akhisarî, İlyâs İbn İsâ (2016) Şeyh Mecdüddîn Bayramî Menâkıbı ve Sâliklerin Âdâbı Nutk-i Şerîfler. Mustafa Tatçı (yay.), İstanbul: H.

Ankaravî, İsmail Rusûhî (2007) Osmanlı Tasavvuf Düşüncesi: İbn’ül-Fârız’ın Kasîde-i Tâiyye’si ve Şerhi: Makâsıd-ı Aliyye fî Şerhi’t-Tâiyye. Mehmet Demirci (yay.), İstanbul: Vefa.

Ceylan, Ömür (2000) Tasavvufi Şiir Şerhleri. İstanbul: Kitabevi.

Diyanet (2004) İlmihal-1 İman ve İbadetler. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı.

İbnü’l-Hümâm, Kemaleddin Muhammed (1993) Fethul-Kadîr, I-X. Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-’Ilmiyye.

Konuk, Ahmed Avni (1999) Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, I-IV. Mustafa Tahralı, Selçuk Eraydın (yay.), İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı.

Kurşun, Zekeriya vd. (yay.) (2004) Üsküdar Sempozyumu I: 23-25 Mayıs 2003: Bildiriler, İstanbul: Üsküdar Belediyesi.

el-Müttakî, ‘Alâeddîn ‘Alî (2004) Kenzü’l-‘Ummâl fî Süneni’l-Akvâli ve’l-Ahvâl, I–XVIII. Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-‘Ilmiyyye.

Oral, Ünver (1996) Karagöz Perde Gazelleri. Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Milli Kütüphane Başkanlığı.

Sarı, İbrahim (2016) Düşündüren İbretlik Hikayeler. İstanbul: Noktaekitap.

Seyyid Mustafa Râsim Efendi (2008) Tasavvuf Sözlüğü: Istılâhât-ı İnsân-i Kâmil. İhsan Kara (yay.), İstanbul: İnsan.

Şeyh Bedrettin (2010) Varidat-i Bedreddin. Musa Kazım Efendi (trc.), Mehmet Serhan Tayşi (yay.), İstanbul: MVT.

Yazır, Elmalılı Hamdi (1979). Hak Dini Kuran Dili, I-X. İstanbul: Eser.