İçeriğe geç

Kâinattaki aslî hal, sükûnet ve istikrardır, bunu sağlayan ise, -müsbet ilmin tâbiriyle söylemek gerekirse- tabiat kanunlarıdır ki; vukuat ve şuûnat (realiteler) milyonlarca seneden beri hep onların muayyen çerçevesi dâhilinde cereyan etmiş ve etmektedir.

Dinin “sünnetullah veyahut da “âdetullah ismini verdiği bu kanun ve kaidelerin istisnasız hep aynı mecrada tecelli etmesi ve değişmemesi sebepsiz değildir. Huzur, emniyet ve istikrara muhtaç olan beşerî hayat için bu değişmezlik, hâl ve istikbâle âid hesapların mâkuliyet ve isâbeti için vazgeçilmez bir şarttır. Aksi halde ne olacağını kestirebilmek mümkün değildir. Bu halin devamlı tedirginlik ve huzursuzluğa sebep olacağı aşikârdır.

Sünnetullah veyahut da âdetullahtaki bu istikrarın iki grup istisnası vardır. Bunların birincisi, peygamberlerden sâdır olan “mûcizat” ikincisi ise, evliyaullahın “keramet”leridir. Bunların her ikisi de, belli kimseleri belli bir maksada imâle (meylettirme) için başvurulmuş son çarelerdir. Üstelik izn-i ilâhî ile gerçekleşirler.

Mûcizat-ı peygamberî (peygamberlerin göstermiş oldukları mucizeler) muhatapları için akıl ve idraki teshir eden (büyüleyen) fevkalâdelikler olmakla beraber, beşerî ilmin müntehasına (sonuna) da işaret ederler. Yani âhir zamanda âlimler, Hazreti İsa (a.s)’nın ölüleri diriltmek ve Rasûlullah Efendimizin inşikak-ı kamer (göktedeki Ay’ı ikiye ayırması) gibi mûcizatın mümkinattan olduğunu ortaya koyabileceklerdir. Bugün ancak nazarî olarak ifâde edilebilen bu “imkân” bilahare fiilen de ortaya konulacaktır. Fakat o zaman da din teklif olmaktan çıkacağı için kıyamet kopacaktır. Zira iman gaybadır. Gayba dair esaslar meşhud hale gelince de kabul mecburî hale gelir ve mükâfatın mantıkî sebebi ortadan kalkar. Beşer için ilmî imkânların hudud taşları olan mûcizeler hakkında şu gerçek, olanların da sünnetullah ve âdetullah çerçevesi dâhilinde cereyan ettiğini göstermektedir. Zira fevkalâdelik, bunların olmasında değil, beşerî idrak dâhiline sokulabilmelerindendir.

Evliyaullahın hak olan kerametleri için de söylenecek sözler ayınıdır. Fazladan olarak şunu ilâve edelim ki; bunlar beşerî ölçü ve alışkanlıkları zedelediğinden -dinimizde- pek makbul sayılmamışlardır. Çok büyük mecbûriyetler mevcud olmadıkça başvurulması gereken kerametlere pek benzeyen “istidraç”lar ise, dinen tamamen merduddur. Çünkü bunlar, göz boyacılıktan farksız işlerdir. Aynı şekilde alışkanlıkları alt üst eden, müstekar kanaat ve ölçüleri sarsan fevkalâdeliklere vücud verdiği ve gerçeğini sahtesinden ayırt etmenin güçlüğü gibi sebeplerle ispirtizma (ruh çağırma), ilm-i havas, cincilik ve benzeri işlerle uğraşmak da merduddur.

Gerçekçi (realist) bir dünya görüşü olan İslâm, fertlerin ham hayaller peşinde koşmasını önlemek için bir takım fevkalâdelikler yerine tabiî, alelâde kabil-i murâkabe (kontrol) ve tahkik, vukuat ve şuûnat içinde haşrolmalarını sağlayacak bir içtimaî (sosyal) bünye tesis eder. Böyle bir cemiyette kumara yer olmaması da sadece bundaki kazancın sa’ye (çalışmaya) dayanmamasından değil, -belki ve ondan daha ehemmiyetli olarak- bir fevkalâdelik (sürpriz) ifadesini taşımasındandır. Çünkü o, ferdin enerji ve imkânlarını bir takım olmazların arkasında harcamasını önlemek ister. Bu yüzden de tesis eylediği cemiyette sürprizlere açılabilecek kapıları ilâhî emir ve yasaklarla sıkı sıkıya kapar.

Gerçekten sürprizler (fevkalâdelikler) peşinde koşmak ferdî enerji ve imkânların harcanmasından başka bir netice vermez. Zira onlar, ardından koşanlar arasında ancak milyonda bir kişinin başına konacak bir “Zümrüd-i Anka Kuşu gibidir. Esasen böyle olmasa, sürpriz teşkil etmezler. Fevkalâdelik, nedretten doğmaktadır. Aksi halde, efal-i âdiyye durumuna düşerler. Öyleyse birini âbâd diğerlerini berbad etmekten başka bir netice vermeleri mümkün değildir. O, diğerlerini de, belki binler veya milyonlarca insandır!… Tıpkı milli piyango gibi… Hoş Milli Piyango (piyango yani kumarın da millîsi mi olurmuş…) O güyâ kazandırdığı biri de mânen berbat ediyor ya…

Düne kadar İslamî bir idâre altında yaşayan cemiyetimiz için huzur, istikrar ve sadelik tabiî bir haldi. Alışılmışın dışında nâdiren vâki olan keyfiyetler de birer, sürpriz sayılır ve hayretle karşılanırdı. Fakat zamanla İslâm’dan o ölçüde uzaklaşılmış ve cemiyetimizin tabiîliği öylesine, bozulmuştu ki, sürpriz teşkil eden hadiseler de çoğala çoğala nihâyet eski tesir ve alâkayı kaybetmiştir. Hakikaten bugün “olmaz” veya “olamazlar” fiilen ortadan kalkmış gibidir. Zira âdeta olmaz veya olamaz sayılabilecek hiçbir şey kalmamış bunlar yavaş yavaş birer ef’âl-i âdiye (âdi, normal fiiller) durumuna girmiştir.

Vaktiyle umûmî efkârın alâkasını celbedecek bir haber için gazeteci namzetlerine meşhur bir misal verirler ve derler ki; “Bir köpeğin herhangi bir insanı ısırması değil, belki insanın köpeği ısırması” dikkat çekici bir haber olabilir. Bu dikkat çekiciliğin, şu misaldeki “insanın köpeği ısırması” keyfiyetinin nedretinden ve aykırılığından kaynaklandığı muhakkaktır. Fakat bugün herhangi bir mevzuda böyle bir misal vermeye -bilhassa Türkiye’mizde- imkân kalmamıştır. Olmazlar yani muhal ve ona yakın derecede imkânsız görünen haller, öylesine çok vâki olmaktadır ki, artık bunlar “sürpriz” tasvifi ile ortaya konulmak imkânını günbegün tamamen kaybetmektedir.

Böylece de sürpriz mefhumunun mânâ muhiti darala darala sıfıra müncer olmaya doğru yaklaşmaktadır. Şu gidişle ya lisanımızdan bu frenkçe kelimeyi kaldırmak, veyahud da bunu ters yüz ederek eski tabii fiiller için kullanmak gerekecektir. Zira artık nâdiren vâki olan ve bu sebeple de sürpriz teşkil etmek vasfını taşıyan ortada sadece onlar kalmıştır.

Asırlar boyunca Dünya’nın en müstakar ve huzurlu cemiyetini tesis ve idame ettirmiş bulunan milletimiz nereden nereye geldiğini kavramak için şu sürpriz mefhumunun idraklerimizde takip ettiği mânâ çizgisi kâfidir, sanırız.

Bu gerçeği ferdî hayatımız için de aynen kabul ve ifade edebiliriz. Hayata başladığımız 1930′lar Türkiye’si, henüz İmparatorluk bereketi olan pek çok insanın berhayat bulunduğu bir devreydi. Çocukken tanıdığımız birçok orta yaşlı ve kâmil insandan aldığımız tesirle şartlanan bizler, kırkını devirip de arkadan gelen tamamen “İnkılâb Türkiyesi” nin tesirinde yetişmiş insanlarla karşılaştıkça hüsrandan hüsrana uğramış ve kıymet hükümlerimizin sarsılmasıyla büyük bir zihnî ve hissî buhrana sürüklenmekten kurtulamamıştır. Sabrı, tevekkülü, çileyi, cehd ve gayreti tanımamış, İslâmî âdâb ve görgü namına rehber büyüklerin tesir ve terbiyesinden istifade edememiş kalabalıkların fiil, fikir ve münâsebat-ı mütekabilelerine (karşılıklı münasebetlerine) şahid oldukça, önce bunları sürpriz saymış sonra da çoğalmaları yüzünden hiçbir fevkalâdelik aksülameli gösteremez olmuşuzdur.

Hayatı her yönüyle kumar haline getiren zihniyetin hâkimiyeti eseri olan şu keyfiyet, bizim gibi eski terbiye ve üslûbun izini taşıyanları dilhûn etmektedir. Fakat ne yazık ki; bu ızdırab da zamanla fazla narkoz edilmiş (uyuşturulmuş) bir hastanın durumu gibi hissedilmez oluyor. Ticarete atılıp bir günde milyoner olmayı, akademik kariyere dâhil olup kısa zamanda kâzip (aldatıcı) bir şöhretle profesörlük kürsüsüne oturmayı, siyasete girip bir anlık açıkgözlülükle bakanlık koltuğuna geçebilmeyi artık yadırgamaz olduk. Hatta bunlara bel bağlayan yığınla insanı da… Hatta o derecedeki; bir kısım sözde hocalardan, papazlardan sadır olsa dahi yadırganacak sözler duyuluyor da, bu hal cemiyette tesir uyandırmıyor.

Bir müteşeyyih kalkıyor falan adam yedi yaşında hafız oldu deme cür’etini gösteriyor, yadırganmıyor. Başka bir profesörün ise aynı adamın bütün yaptıkları için Peygamber (s.a.v)’den ilham aldığını söylemesi bile sürpriz tesiri hâsıl edip ciddi bir reaksiyonla karşılaşmıyor. Böyle misaller saymakla bitmez.

Hâsılı artık sürpriz mefhumuna âid bir idrak istidadımız bile kalmamıştır. Şu haliyle belki de bizim için bundan sonra sürprizin bizzat mevcudiyeti ve yaşanması sürpriz olacaktır. Ne diyelim, sular bulanmadan durulmazmış!…