1950 Yılı’nda Trabzon Lisesi’nde tahsile başladığım sırada ben mektep kitapları dışında hâriçten kitap okumak hususunda ihtiras derecesinde istekliydim. Lâkin düzgün muhtevalı okunacak bir kitap bulmak gâyet müşkildi.
1945 senesinde ilk mektebi bitirdiğimde babam, tahsilime devam etmemi istemiyordu. Yalvarıp yakarmam fayda vermedi. Beni bir terzinin yanına çırak olarak yerleştirdi. Bunun sebebi şuydu: Babamın amcazâdesi olan Hüseyin Mısıroğlu o sırada İstanbul Ticâret Mektebi’nde okumakta olup yaz tatili için Akçaabat’a gelmişti. O’nun dinî meseleler hakkında lâubâli konuşmalarına şâhid olan babam bu sapıklığın kaynağının mektep olduğunu düşünerek benim de tahsile devam ettiğim takdirde O’nun gibi menfî bir insan olmamdan korktuğu için okumamı istemiyordu. Bu sebeple hayatımda bir senelik bir terk-i tahsil olmuştur ki; O esnada kitap merakımla alâkalı olan iki hâdiseyi nakletmeliyim:
Akçaabat’ta kitapçı yoktu. 1924 Yılı’nda kurulan Sebat Gençlik Kulübü’nde vaktiyle bu kulüpte sporculuk yapmış olan babamın eski resimlerini aramak merakına kapıldım. Buradaki çay ocağını işleten Kemal Zorlu eski kayıt defterlerinin gâyet karışık bir sûrette atıldığı bir odayı bana göstererek:
– Burada arayabilirsin! demesi üzerine eski spor kıyâfetleri, ayakkabılar ve sâireler arasında çöp tenekelerine atılırcasına tıkılmış müstâmel eşyaları karıştırırken burada on beş yirmi tane kitap buldum. Bunlar cildli ve kapak arkalarında “Akçaabat Türk Ocağı” yazılıydı. Anlaşılıyordu ki; vaktiyle Akçaabat’ta Türk Ocağı da açılmış, sonra Türkçülük (!) dava eden M. Kemal o zaman bilemediğim bir sebepten Türk Ocakları’nı Türkiye çapında kapatmış olmasından dolayı Akçaabat Türk Ocağı kitapları spor kulübüne nakledilmişti. Ayak takımı sporcuların okumakla bir alâkası olmadığı için sporcuların eski ayakkabılarıyla birlikte bunlar çöplük mâhiyetinde bir yere atılmıştı. Burada babamın sporculuğuna âid fotoğrafları ihtivâ eden defterler arasında bu kitapları görünce hazine bulmuş gibi sevindim. Oranın çayhânesini işleten Kemal Zorlu’ya bu kitapları emâneten alıp alamayacağımı sordum. O’nun da bana:
– Ne emâneti! Al, senin olsun! Bunlara bir kıymet veren yok ki; görüyorsun buraya atılmışlar. demesi üzerine bunları kucaklayarak oradan çıktım. O sırada yaz tatili idi. Bu kitapları arka arkaya okumakta olduğum bir sırada ekmek almak için fırına gittim. Bu fırının sahibi Şeker Usta bizim âileden evlendiği için akrabamızdı. Benden kendisinin namaz kılabilmesi için tezgâha beş-on dakika bakmamı rica etti. Bu sırada elimde Sebat Kulübü’nden tedâriklediğim kitaplardan “Savâbu’l Kelâm fî Akaidi’l-İslâm” isimli bir eser vardı. Bu kitap Adana sâbık vâlisi Babanzâde Mustafa Zihni tarafından tercüme edilmişti. O’nu okumakta iken buraya ekmek almak maksadıyla ilk mektep hocalarından Cemal Sümer geldi. Elimde bu Osmanlıca kitabı görünce:
– Bunu Şeker Usta mı okuyor?! diye sordu. Ben de:
– Hayır hocam! Ben okuyorum. dedim.
O benim okuduğum Merkez İlk Mektebi’nin hocalarından biriydi. Lâkin beni okutmamıştı. Benim Osmanlıca bir kitabı okumama hayret etmiş olacak ki:
– Sen bunu nasıl okursun?! diye sordu.
– Hocam okurum! deyince de:
– Oku bakayım! dedi.
Önsözünden başlayarak şöyle okudum:
– Mukaddeme
Hak ve savab olan bir şeyin dâima muârızları bulunmak kavâid-i külliye-yi kevniyedendir. diye ilk cümleyi okuyunca bana bu cümledeki Arabiyyü’l asıl kelimelerin mânâlarını sordu. Takır takır cevab verince:
– Sen burada ne iş yapıyorsun?! diye sordu.
– Sorma hocam, Şeker Usta’ya yardım ediyorum. Babam beni okutmak istemiyor. Terzi yanına çırak verdi. Bense şiddetle okumak istiyorum. deyince O öfkeyle:
– Baban halt etmiş! dedikten sonra:
– Baban kim?! diye sordu.
O’na babamın kim oluğunu, şu anda nerede bulunduğunu söyleyerek kendisini ikaz etmesi ricasında bulundum. Gâliba bu ricamı yerine getirmiş olmalı ki; babam okumam hususundaki inadından yumuşar gibi oldu. Sonradan öğrendiğime göre o sırada mahallemizde bir genç kız kafayı bozmuştu. O’nun okumak isteğine mâni olunduğu için böyle rahatsızlandığı mahallemizde şâyiâ hâlindeydi. Belki babamın yumuşamasında bu hâdisenin de rolü olmuştur. Ayrıca annem babama karşı beni hâhişkar bir sûrette destekliyordu. Bunun sebebini de daha sona öğrendim. Annem şeyhi Muhammed Efendi’ye bu meseleyi sorduğunda O’nun:
– Okutun, korkmayın! O dindar bir insan olacak. Bozulmaz, biz O’nu koruyacağız. Göreceksin büyük ve hayırlı bir evlâd olacak! demiş olmasıydı.
Bu sebepledir ki; bir senelik bir terk-i tahsilden sonra Akçaabat’ta o yıl ilk olarak tedrisata başlayan ortaokula kaydolabildim. Lâkin bu terk-i tahsil esnasında kitap merakı yüzünden yaşadığım bir başka vak’ayı da burada anlatmak isterim:
O sırada Akçaabat’ta kitapçı dükkânı yoktu. Bir berber aynı zamanda gazete bâyiliği yapmaktaydı. Gazeteler haftada bir Akçaabat’a gelen posta vapuruyla bize intikal ettiği için takriben onlar da dört beş gün bazen de bir hafta gecikmiş olarak okunuyordu. Akçaabat’ta hafta günü olan salı günleri bir seyyar kitapçı sergi yapardı. Bu sergide Âşık Garip Ziya, Ferhad ile Şirin, Hz. Ali Kan Kalesi Cengi, Hz. Ali Amr İbn Addud Cengi emsâli avama hitap eden kitaplar satılmaktaydı. Bunları tedârikle okuyordum. Bir gün bunlardan birini elimde gören akrabamız Eyüp Sabri Lermioğlu:
– Bunları niye okuyorsun?! Halkevine git, orada daha ciddi kitaplar bulursun.demesi üzerine yeni bir hazine keşfetmiş gibi sevindim.
Akçaabat’ta halkevi olarak kullanılan bir binâ vardı. Fakat kapısında “Tâmirat dolayısıyla kapalıdır.” yazılı olduğu için içeriye girmişliğim yoktu. Bu defa “Acaba burası açıldı da benim haberim mi yok?” diyerek oraya gittim. Mahallemizden bir gencin burada kapıcılık yaptığı gördüm. Kendisine müracaatla içeriyi görmek istediğimi söyledim.
– Yasaktır, kapalı! dedi. O’na dedim ki:
– Sen sigara içiyor musun?!
– İçiyorum. dedi. Kendisine bir sigara parası vererek kapıyı açıp içeriye girmeme müsaâde etmesini rica ettim. Yavaş yavaş O’nunla bu sûretle ahbablığımı ilerlettikçe her gün buraya gidip gelmeye başladım. O, ben içeriye girdikten sonra kapıyı tekrar kapatarak çarşıda dolaşmaya gidiyordu. Akşamüzerleri gelip kapıyı açarak beni çıkarıyordu. Böylece günlerce bu durum devam etti.
Halkevindeki kitaplar muzahrafat (çer-çöp) kabilinden CHP’nin propaganda kitaplarından ibâretti. Pek azı da o sırada Millî Eğitim Bakanlığınca çıkarılmakta olan Doğu ve Batı klâsikleri idi. Burada vakit geçirdiğim günlerde ne buldumsa okudum. CHP’nin din aleyhindeki neşriyatına vukufumun menşei buradaki okuma faaliyetim olmuştur. İyi ki bunlara kapılmadım. Fakat bu sırada garip bir şey oldu. Buranın bekçisi bir gün gelip beni akşamüstü çıkarmayı unuttu. O gece orada masa üstünde sabahladım. Âilem telâşa kapılmış, o zaman Akçaabat’taki jandarma merkezine müracaat etmişler.
Bugünkü ilmî mânâda bibliyoman olma istikametinde ilerlerken bir hâdise daha oldu.
Evimiz mahallenin sonlarına doğru olduğu için inek besliyorduk. Bir yaz günü Kireçhâne Deresi’nde ineğimizi otlatmaya çıktığım bir sırada karşı mahalleden birisi bana kendisinde “Silâh Arkadaşları” isimli bir eser olduğunu söylemesi üzerine bunu bana vermesi ricasında bulundum. O sırada şiddetli bir yağmur başlamıştı. İneğimizi evin yoluna soktuktan sonra O’nunla o şiddetli yağmur altında diğer mahalleye gittik. Kitabı alıp geldiğimde sırıl sıklam ıslanmıştım. Annem hastalanacağım korkusuyla elimdeki kitabı görünce:
– Sen bu yağmurda bu kitap peşine mi gittin?! diyerek evdeki kitapları kapının önüne yığdı. Üzerlerine gazyağı dökerek hepsini yaktı. O feryadıma aldırış etmeyerek:
– Sen bu kitapların peşinde deli olacaksın! diye söyleniyordu.
Bütün bunları anlatmaktan maksadım kitap okumaya meylimin çok erken yaşlarda ve bu derecede şiddetli olduğunu göstermektir.
Liseye başladığımda aynı hırsla meşbû bir gençtim. Büyük Doğu, Serdengeçti, Volkan gibi dergileri tâkip etmek beni tatmin etmiyordu. Önce Trabzon’daki Millî Eğitim Yayınevi’ni keşfettim. Buradan Doğu-Batı klâsiklerini tedârik edip okumaya başladım. Bunların çoğu o günkü seviyemin fevkinde olan kitaplardı. Meselâ Leibniz’in “İnsan Âkılesi Hakkında Bir Etüd” isimli bir kitap bu yayınlar arasında okuduğum bir kitaptı. Acaba bundan bir şey anlamış mıydım bilmiyorum. Buna benzer felsefe kitaplarını da inat ve ısrarla okuyordum.
Bu faaliyetim esnasında Kemeraltı’nda bir kitapçı dükkânı oluğunu daha öğrendim. Oraya gittiğimde burada birçok Osmanlıca kitapların mevcud olduğunu görerek mesrûr oldum. Dükkânın sahibi Abdurrahman Beşikçi Efendi idi. Gayet nâzik ve bir esnaftan ziyâde ilim ehli olan bu zatla kitap alışverişi dolayısıyla tanıştım. Henüz bir lise talebesi olmama rağmen Osmanlıca kitaplara âid talebim O’nda büyük bir takdir uyandırarak her gidiş gelişimde bana iltifatlar ediyordu. Kendisinden İsmail Fenni Efendi’nin “Maddiyyûn Mezhebinin İzmihlâli” ve “İzâle-i Şukuk” isimli eserleri alırken bana müellif hakkında uzun uzun izahatta bulundu. Anladım ki; O sıradan bir kitapçı değil aynı zamanda mütebahhir bir ilim adamıdır.
O’nun dükkânına gidip gelişlerimde bazen hoca sınıfından insanlarla orada karşılaşmam eksik olmuyordu. Bir defasında bizim coğrafya muallimimiz İsmail Hakkı Berkmen’le orada karşılaştım. O da benim aldığım kitapları görünce benim sınıfımızdaki gençlerden farklı bir hüviyette olduğumu fark ederek bana iltifatlarda bulundu. Bu karşılaşmadan sonra bana ders hâricinde arzu ettiğim dinî ve tarihî sualleri kendisine sorabileceğim hususunda bir vaadde bulundu. Sonradan öğrendim ki; İsmail Hakkı Bey de başlangıçta dinî tahsil yapmış bir insanmış. Medreseler kapatıldıktan sonra belli bir süre açılmış olan imam-hatip mekteplerinde okumuş ve bu mekteplerin kısa bir müddet sonra talebesizlik bahânesiyle kapatılması üzerine coğrafya tahsil ederek muallim olmuş olan Kastamonu asıllı mütedeyyin bir zattı. Lise hayatım boyunca aklıma takılan her dinî sual için O’na ve Abdurrahman Efendi’ye müracaat ediyor ve bu sûretle dinî bilgimi ilerletiyordum. Hakkı Bey bana bir gün Abdurrahman Efendi’nin sadece zâhirî ilimlerde değil aynı zamanda tasavvuf yolunda da yüksek dereceli bir âlim olduğunu ve mücaz (icâzetli) bir Nakşî şeyhi bulunduğunu söylemesi üzerine hafta sonları O’nun dükkânına ziyâretlerimi sıklaştırdım.
O günün din aleyhtarı siyâsî atmosferinde bu iki zat bana çölde bunalmış bir seyyahın bir vahaya ulaşması kabilinden inşirah veriyordu. Bütün tahsil hayatım boyunca sadece iki dindar hoca ile karşılaşmışımdır. Bunlardan biri; İsmail Hakkı Berkmen diğeri de Ahmed Saka Bey’di.
Ahmed Saka Bey, cebir hocası olduğu için fen gurubuna hocalık yapmakta olduğundan beni okutmamıştır. Fakat yolda izde mektebin koridorunda O’nunla da ahbablık tesis ederek görüşlerinden istifâde etmişimdir. Allah her ikine de rahmet eylesin!
Mektep dışında ise o yıllarda en fazla dinî bilgi ve hissiyat itibariyle kendisinden istifade ettiğim şahsiyet Hacı Abdurrahman Beşikçi Hazretleri olmuştur. O sırada ben lisede leylî olarak okumaktaydım. Akçaabat, Trabzon merkezine on kilometre mesâfede olduğu hâlde nakil vasıtalarının azlığı sebebiyle ancak on beş günde bir evime gelebiliyor, bir cumartesi pazar günü ise Trabzon’da geçiriyordum. Bugünlerin cumartesilerini Abdurrahman Efendi’nin Kemeraltı’ndaki dükkânınında geçiriyor ve burada alışveriş maksadıyla gelmiş olmama rağmen ayak sürüyerek O’nun buraya gelen hocalarla yaptığı sohbetlerden istifâde etmeye çalışıyordum. Gerçekten orası bir kitapçı dükkânından ziyâde akademi vasfında bir yerdi. Trabzon’un kalburüstü hocalarının pek çoğunun ziyâretgâhıydı. Burada dinî meseleler etrafında fikir teâtisinde bulunulur ve bazen de muhalledât-ı İslâmiyyeden (İslâm klâsikleri) bahisle bu kitapların muhtevası etrafında müzâkere ve münâkaşalar oluyordu. Buraya devam ettiğim sırada şehrin kalburüstü insanlardan pek çok kişi tanıdım ki; bunlardan “Cansız Hoca” adıyla meşhur olan Mustafa Cansız ve Trabzon’da Reîsü’l-Kurra olarak bilinen Ali Haydar (Özak) Efendi’yi tanımam benim için büyük bir tâlim olmuştur. Bunlardan Ali Haydar Özak Efendi ile daha sonra devam edecek bir ahbablık tesis ettim. Bu her iki hocanın da lise hayatım boyunca yakını oldum ve evlerinde de kendilerini ziyâret ederek ilimlerinden istifâde ettim.
Ali Haydar Efendi kurra hâfız olarak Trabzon’da Demokrat Parti iktidarından itibâren teşekkül etmeye başlayan Kur’an kurslarından birinin başında bulunuyordu ki; pek çok hâfız yetiştirmiştir. O, boş vakitlerini Abdurrahman Beşikçi Efendi’nin dükkânında geçirirdi. Trabzon’un meşhur arkalıksız sandalyelerinden birinde oturarak kitap almak üzere gelen gençlerle hasbihâl ederdi. Ben de bu hasbihallere katılarak O’ndan pek çok şey öğrenmişimdir.
Bu kadar okuma merakıma ve o günün mevcud kitaplarıyla İslâmî meselelerde oldukça tenevvür etmeme rağmen tarihî ve siyâsî hâdiseler hakkında daha sonra edineceğim berraklıkta görüşleri henüz elde etmiş değildim. Bu sebeple lisede önce M. Âkif sonra da Mareşal Fevzi Çakmak için ihtifâl teşebbüslerinde bulundum. Bu maksadla ne Abdurrahman Efendi ve ne de Ali Haydar Efendi ile istişâre etme ihtiyacını hissetmiştim. Zira onlar hakkında müsbet görüşlerimin umûmî bir kabul oluğunu sanıyordum. Bu sebeple bu iki şahıs için lisedeki ihtifâllere (anma toplantılarına) ilâveten bunların ölüm günlerinde Konak Câmi-i Şerifi’nde birer mevlid-i şerif okutmak teşebbüsünde bulundum. Bu mevlid-i şerifi talebeleriyle birlikte gerçekleştirmek hususunda Ali Haydar Efendi’den ricada bulundum. O bu ricamı kabul ederek bu işi bilâbedel gerçekleştirdiği gibi benden cemaate ikram edilmesi mutad olan şekeri alacak param olup olmadığını sordu ve yardım teklifinde bulundu. Bunu gerek olmadığını söyledim.
Bu hususları Ali Haydar Efendi ile Abdurrahman Beşikçi’nin dükkânında görüştüğüm esnada bu mükâlemeye şâhid olan Abdurrahman Efendi bu hareketimi beğendiğine veya beğenmediğine dâir bir şey söylemedi. Ben o zaman bu tavrı O’nun meşguliyetine hamlederek tabiî karşıladım. Lâkin daha sonraki sohbetlerimde O bir vesile ittihaz ederek bana Mareşal Fevzi Çakmak’ın da M. Âkif gibi tarihî hataları olduğuna dâir tatlı-sert ifadelerde bulundu.
Ben o güne kadar Safahat’ı elde etmiş olmadığım için baştanbaşa okumuş bir insan değildim. Sağdan soldan duyduklarımla iktifa ediyordum. Serdengeçti’den Nihâl Atsız’ın Orkun adındaki dergisine kadar sağ cephedeki mevkutelerde hep lehine yazılar okumuştum. Bu tesirle sıradan insanlarda olduğu gibi bu iki şahıs hakkında da çok müsbet düşüncelerim vardı. M. Âkif ihtifâliden önce Fevziye Abdullah Tansel’in “M. Âkif” isimli eserini okumuş ve burada Âkif Bey’in Cemaleddin-i Efgânî’ye takdirkârlığını görmüş sonra Sultan Abdülhamid merhumun O’nu İstanbul’a çağırarak Nişantaşı’nda mûtenâ bir konakta tarassut altında tuttuğu ve O’nun burada vefât ettiğine dâir bilgiler edinince kafam biraz karışmış olmakla beraber Efgânî hakkında sarih bir bilgim olmadığı için üzerinde fazlaca durmamıştım. Lâkin bu ihtifâlden sonra başka bir mektebden bizim sınıfa sürgün gelen bir gencin elinde Safahat’ı görünce O’ndan rica ederek bu meşhur eseri başından sonuna kadar okuduğumda yaptığım ihtifâlde söylediğim sözlere pişman oldum. O güne kadar bu iki şahıs hakkında mâlûmatım mesmuattan ibâretti. Bilhassa Âkif Bey için okuttuğumuz mevlidde cemaate dağıtımız şeker külâhlarının içine O’nun şu beytini matbaada bastırıp koydurtmuştum:
“Sâhipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.”
Gerçekten M. Âkif Bey’in böyle takdire şâyân sözleri pek çoktur. Fakat bunun yanında cennetmekân Sultan Abdülhamid Han Hazretleri’ne muhâlefette O’nun hakkında “domuz” kelimesini kullanacak kadar ileriye gittiğini bilmiyordum. Bu ve benzeri yanlışları gördükten sonra İstiklâl Marşı’nda bile “Ebediyyen sana yok ırkıma yok izmihlâl” mısrâı ile İslâmcı bir şâirin ırkçı ifâdesi beni rahatsız etmeye başladı. Hatta herkesin beğendiği Çanakkale şiirinde Mehmetçiğe hitâben:
“Bu taşındır diyerek Kâbe’yi diksem taşına,
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına!”
gibi hezeyanları görünce anladım ki; O “İslâmcı” sıfatına yakışmayacak böyle çirkin beyanlarda da bulunmak tezadından kurtulamamış bir kimsedir. Buna rağmen yayıncılığa başladığımda Millî Mücâdele’nin dinî hissiyat sebebiyle başarılabildiğini isbat zımnında yazmış olduğum “Sarıklı Mücâhidler” isimli kitabımda O’nun Millî Mücâdele’deki hizmetlerini takdirle ifade etmekten içtinab etmedim. Zira bir insanı değerlendirirken ne yalnız müsbet ve ne de yalnız menfîliklere ağırlık vermenin doğru olmadığı kanaatiyle hareket ettim. Hâlen de düşüncem budur.
Mareşal Fevzi Çakmak için söylenecek sözler de Mehmed Âkif için söylenecek olanlardan farksızdır. O’nun da Millî Mücâdele’de sebkat eden hizmetleri takdire şâyândır. Lâkin CHP’nin din aleyhtarı icraatı karşısında ordunun başında bulunduğu hâlde sükut etmesi afvedilir bir hata değildir. O’nun hakkında mevlid okuttuktan sonra câmi içinde yaşlı bir adam ayağa kalkarak bu kadirşinaslığımdan dolayı beni medh ü senâ ederek alnımdan öpmüş ve cemaate dönerek “Velimen hâfe makame Rabbihi cennetân” yâni “Allah’tan korkana iki cennet mükâfatı vardır.” mealindeki bu ayet-i kerimenin masadakı ve muhatabı olarak Mareşal Fevzi Çakmak’ı göklere çıkarmıştı.
Ali Haydar Efendi’ye bu zatın kim olduğunu sormam üzerine bunun Trabzonlu emekli bir paşa olduğunu söylemişti. Seksen yaşlarının üzerinde gözüküyordu. Belli ki; Osmanlı bakiyesi bir subaydı. Böyle âyet ve hadislerle Mareşal’i methetmek için bir hayli söz söyledi. Ne ben ne de cematten bir insan bu methiyeyi hiç yadırgamadı. Lâkin ben sonradan kemalist inkılâplar üzerinde düşünmeye başladığım zaman Mareşal da M. Âkif gibi gözümden düşmüştür.
Abdurrahman Efendi’nin dükkânına lise hayatım boyunca daha evvel söylemiş olduğum gibi devamlı bir surette gidip geldim. Hafta sonları bir hafta Akçaabat’a gidiyor bir hafta da Trabzon’da kalarak O’nunla görüşmek için daha çok bu tekkeden farksız dükkânda vakit geçiriyordum. Bu arada O’nun değerli evlâdı Necmeddin Efendi ile ahbab oldum.
1954 Yılı’nda liseyi bitirerek İstanbul’da üniversite tahsiline başladığımda her yaz munzatam bir sûrette tatil aylarını Trabzon’da geçiriyor ve bu esnada yine Abdurrahman Efendi Hazretleri’nin dükkânına gidip gelerek O’ndan feyz almaya çalışıyordum. Bugün dedesinin mesleğini devam ettirmekte bulunan Fâruk Beşikçi o yıllarda çocuktu. Arada bir bu dükkânda O’nu da görüyordum.
Son senelerde Abdurrahman Efendi bir hayli yaşlanmış ve evine kapanmıştı. Vefât ettiği 1972 Yılı’nın yazında Hikmet Oğuz’la kendisinin Pazarkapı’daki evinde ziyâret ettik. Burada her nasılsa tarihî meseleler açıldı. Kamusu’l Âlâm isimli meşhur esere de atıf yaparak Boztepe’deki “Ahî Evren Dede” ve Osmanlı’nın kuruluşundaki Ahîlik Teşkilâtı hakkında bize âdeta bir konferans verdi. Bu sûretle bir kere daha anladım ki; o mübârek zât sadece din sahasında değil tarihî meselelerde de mütebahhirâne bilgi sahibi bir insanmış. Kendisine hayranlığım bir kat daha arttı. Ben o yaz İstanbul’a erken döndüm. Çünkü İstanbul’da da işlerim vardı. Çalıştırmakta olduğum talebe yurdunun başından uzun müddet ayrılmayı doğru bulmuyordum. Ben İstanbul’a döndükten kısa bir müddet sonra vefât haberini aldım. Ne yazık ki; cenâzesinde bulunamadım. Fakat Erbakan Hoca’nın vefâkârlık göstererek bu mübârek şeyhin cenâze namazına katılmış olduğunu öğrendim. Bu kadirşinaslığı da takdir ettim. Daha sonraki yıllarda bir yaz tatiline denk geldiği için oğlu Necmeddin Efendi’nin cenâzesinde bulumak nasip oldu. O’nun babası Abdurrahman Efendi’nin yanına defni sırasında o mübârek şahsın kabrini de ziyâret ederek Fâtiha okumak nasip oldu.
O’nun ölümünden sonra memleketimizin dalâletten hidâyete dönüşündeki hızlanma sebebiyle daha şâşâlı bir surette dalgalanmak imkânını elde etmiş hizmetler bu mübârek zatın hayrü’l halefi Merhûm Ahmed Yaşar Hocaefendi’nin elinde pek çok şumullenmiş olarak devam etti.
Milletimizin hüviyet-i asliyesine dönmek hususundaki bütün ehl-i gayretin mesâisi arasında Abdurrahman Beşikçi’nin teşkil eylediği cemaat tarafından gerçekleştirilen hizmetlerin ehemmiyetli bir yeri olduğunu belirtmeliyiz.
Bugün düşünüyorum da benim yapmakta olduğum mücâdelede ruh ve irâdeme yön vermiş olan bu mübârek şahsiyetlerin payı hasebiyle onları her vesileyle rahmet ve minnetle yâd etmek istiyorum.
İslâmî mücâdelenin bugünküne nazaran çok güç olduğu zamanlarda gayreti sebkat eden Hacı Abdurrahman Beşikçi Efendi ve emsallerini birer “kardelen çiçeği” olarak görüyor ve bu vesile ile onların Cenab-ı Hakk’ın vâsi rahmetine nailiyetleri niyazına ilâveten bir kere daha minnettarlığımı ifade ederek bu bahse son veriyorum.