Giriş
Kur’ân-ı Kerim, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i “âlemlere rahmet”[1] bir misyonla tanımlar. Onun âlemlere rahmet olarak gönderilmesi salt tarihsel bir kişilik olarak ele alınmasına mânidir. Âlemlere rahmet vasfı, Onun getirdiği ilahî mesajla ve bu mesajın beşer eliyle insan hayatına tatbikatıyla alakalıdır. Bir yerde sahabe meselesi tartışılıyorsa bu tartışmaların gelip bu mesaja dokunmaması düşünülemez.
Sahabe algımız, din algımızı da belirleyen bir nirengi noktasıdır. Onların din algısının teşekkül etmesinde oynadıkları belirleyici rol, modern dönemlere has bir tartışma konusu değildir kuşkusuz. Sahabe meselesi, ehl-i sünnet ve diğer fırkalar arasındaki en kadîm ihtilaf konularının başında gelir. Bir diğer ifade ile ehl-i sünnet ve bidat fırkalarını tefrik eden temel meselelerden birisidir. Tarihî bir problem alanı olduğu kadar modern bir problem alanını da teşkil eder. Bu sebeple de, sahabe algısı; Müslümanları, dün olduğu gibi bugün de ya “bir bölen”, ya da “bir birleştiren” özelliğiyle dinî, fikrî, siyasî ve ictimâî hayatımızda önemini korumaktadır.
Sahih bir İslam tasavvuru için sahih bir sahabe tasavvuru elzemdir. Bundan kastın sahabilerin tarihte yaşanmış bireysel serüvenleri olmadığı âşikârdır. Bundan kasıt, evvelemirde, onların Peygamber Efendimiz’in öğretilerini bize aktarmaları ve bu öğretilerin soyuttan somuta tarih tecrübesine evrilmesinde bir özne olarak oynadıkları rolle ilgilidir.
Onlar, vahyin inzal olduğu dönemin hem aktörleri hem de şâhitleridirler. Rasûlullah’ın (s.a.v) ibadetlerden ahlâk öğretilerine, savaş meydanlarından devlet yönetimine, ticaretten aile reisliğine varana kadar tasarrufatlarına tanıklık eden tek nesildir. Onların tanıklıkları ve buna binâen yaptıkları aktarımlar olmasa Peygamberî mirasa ulaşmak söz konusu olamazdı. Bu da olmadan mütekâmil anlamda bir akide, ahlâk, hukuk ve ibadet sisteminden bahsedilemezdi ve bundan neşet eden bir medeniyet tecrübesinin vücut vermesi de mümkün olmazdı. Bu da konunun sahih bir İslam tasavvuruyla ne kadar alakalı olduğunu göstermeye yeter.
Sahabe İhtilaflarında Kadîm Olanla Modern Olan Arasındaki Fark
Hem eski hem modern hem de birbiriyle ilintili ve birbirini besleyen bir meseleden bahsediyoruz. Çünkü ilk dönem fırkaların sahabe yaklaşımları kendi dönemlerini etkilemekle kalmamış, bugünü de etkilemiştir. Bundan dolayıdır ki sahabe meselesini etüd ederken ihtilafların kökenine inmek zarureti hasıl olmaktadır. İslam tarihinin ilk dönemlerinde yaşanmış olaylara müracaat etmeden bugüne dair sahih bir okuma yapmak pek mümkün olmamaktadır.
Evet, kadîm ve modern sahabe tenkitçiliği bazı noktalarda buluşsa da, bu durum yapılan tenkitlerin sâikleri ve işleyiş tarzının her zaman aynı olduğu manasına gelmez. Bu nedenle de tarihsel olan tenkitlerle modern olanları tamamen aynı kategoride tutmamak gerekir. Fakat bu tenkitlerin birbirinden tamamen kopuk olduğunu düşünmek de oldukça yanlıştır. Zira kadim sahabe tenkitçiliğinin, ashâb-ı kirâm hakkındaki birçok argümanı, özellikle de Mutezile’nin bazı fikirleri, kimi akademik mahfillerde çağdaş formlar içinde yaşamaktadır. Bu da bizlere Şia, Haricî ve Mutezile gibi kadîm sahabe tenkitçiliğinin sadece mâziden bir haber niteliğine bürünmüş bir konu olmadığını göstermektedir. Yani meselenin tarihî arkaplanı bugünü de etkiliyor.
Bir de meselenin moderniteyle ilişkili yönü vardır. O da, tarihsel olandan bağımsız olmamakla beraber tarihsel olanı da kendisi için bir dayanak noktası kılan modern sahabe aleyhtarlığıdır. Bunların amacı genel anlamda İslam’ı sahabeden ve dolayısıyla Peygamber Efendimiz’in beyan mirasından izole ederek anlamak/anlamlandırmak ve sonrasında da bu yöntemi kitleselleştirmektir. Özünde bir din mühendisliği pojesini barındıran ve referans kaynakları modern olan bir akım.
Modern döneme ait olan sahabe tenkitçiliğini tarihî sahabe tartışmaları beslemekle beraber ikisinin aynı olmadığını, amaçlarının ve temel itici gücünün farklı olduğunu şunun için zikrediyorum: Modern olan sahabe tenkitçiliği tarihî olanla özde buluşsa da ennihâyetinde bu fırkalarla da ciddi sorunları vardır. Çünkü modern olanın modernle buluşmayan bütün İslamî fırkalarla, renkleri ne kadar değişik olursa olsun bütün İslamî yorumlarla problemi vardır. Zira modern din tenkitçiliğin varlık sebebi, Müslüman din algısını hangi ekole ait olursa olsun modern çizgiye çekmek, çağdaş değerlerle buluşturmaktır.
Müslüman dünyadaki modernist damar, sahabeyi sünnetten kurtulmanın veya en azından sünnetin güvenirliliği etrafında şüphe uyandırmanın bir aracı olarak tavzif etmektedir. Tenkitlerin oluşturduğu şüphe dalgaları sünnetin dini tanımlama gücünü sınırlamaktadır.
Modern sahabe tenkitçilerinin öncelikli sorun alanı gördüğü şey, modern dünya değerlerine aykırı gördükleri hadislerdir. Bu tür rivayetlerin râvilerine ve tabi ki ilk râvîler olan sahabeye yüklenmek, onların tarihte oynadıkları rolle ilgili olmaktan çok bu tür rivayetleri nakletmeleriyle alakalıdır. Velhâsıl, sahabenin güvenirliliği noktasında oluşmuş müsbet kanaatleri sarsmak aykırı hadislerden kurtulmanın bir yoludur. “Algıda seçici” davranan modernist çizgi, hadis ilmine bir nakil bilimi olarak yaklaşmıyor, bu meyanda asırlar boyu devam eden ulemânın kolektif gayretlerinin sonucu olarak meydana gelmiş bilimsel usûl disiplinini de ciddiye almıyor. Temel çıkış noktası modern mantık disiplininin teorik argümanları ve bilimsel verilere mebnî olduğunu iddia ettiği modern dünya görüşüdür. Böylece Müslüman bilincinin modern çizgide bir “yapı-bozum”u hedeflenmektedir.
Kanaatimce, ehl-i sünnet coğrafyasında bugün hadislerin güvenirliliğini sahabe üzerinden sorgulamaya açan en güçlü damar, bu damardır. Bu hamle, gücünü, sırtını dayadığı moderniteden, modernitenin bilimsellik iddiasından, bu iddiaların oluşturduğu küresel kabulden ve gerek yerli gerekse global siyasi merkezlerden almaktadır.
Teoriden Reel Zemine, Sahabenin Adâleti
Hadis metniyle hadis ravileri arasındaki ilişki metnin kabulu ve reddi noktasında birincil derecede öneme sahiptir. Bunu makbul hadisin tanımında açıkça görürüz. Sahih hadis; adâlet ve zabt sahibi ravilerin, yine aynı durumdaki raviler vasıtasıyla Rasûlullah’a (s.a.v) kadar ulaşan kesintisiz bir ravi zinciriyle sonraki nesillere rivayet ettikleri, şâz ve illetli olmayan hadistir.[2]
Görüldüğü üzere bu tanımın ifade ettiği sahih hadis temel beş kalite kriteri içermektedir. Bir rivayetin sahih kabul edilebilmesi için bu beş özelliğin aynı anda o rivayetin sened ve metninde bulunması gerekmektedir. İlk üçü senetle, son ikisi ise hem sened hem metinle alakalıdır. Sahih hadisin ilk şartı, hadisi nakleden ravilerin âdil olmasıdır. Burada sözü edilen adalet; şirk, fısk gibi bütün büyük günahlardan sakınmak, küçük günahlar irtikap edildiğinde ısrar etmeden tövbe etmek ve takva sahibi, samimi bir Müslüman olmak anlamındadır.[3]
Ehl-i sünnet her bir raviyi tek tek cerh ve ta‘dil ameliyesine tâbî tutup kritize ederken sahabe neslini bundan istisna tutmaktadır. Zira ehl-i sünnetin, sahabenin adâletine yaklaşımı, onların tümünün âdil olduğu noktasındadır. Kuşkusuz sahabe nesli de beşerdir, onların kusursuz olduğunu iddia eden ne bir din âlimi ne de bir İslam ekolü vardır. Ancak İslam’ın ilk neslini diğer nesillerden ayıran çok önemli özellikler vardır. Bunların başında da vahyin inişine tanıklık etmeleri, ilim ve terbiyelerini Rasûlullah’tan (s.a.v) almaları gelmektedir. Sahabilerin âdil olması, onların masum olduğu, hiçbir hata yapmayacakları anlamında olmadığı açıktır. Buradaki adâletten maksat, onların rivayetlerini teklifsiz, cerh ve ta‘dil kurallarına tâbî tutmadan kabul etmektedir.[4]
Peki, sahabî kimdir? Adâleti herhangi bir tenkit mekanizmasından geçirilmeyen sahabilerin sayısı ne kadardır? Bu soruya bir teorik bir de reel zeminde verilecek iki cevap vardır.
İslam uleması arasında sahabe tanımını en geniş tutanlar muhaddislerdir. Muhaddislerin teknik tanımını esas alacak olursak, on binlerce kişi sahabe tanımının kapsamı alanına girer. İmam Buhârî, “Sahabî, Rasûlullah’a (s.a.v) arkadaşlık eden yahut Onu gören Müslümandır.” demiştir.[5] İbn Salah ise; “Peygamber Efendimiz’i gören her Müslüman, sahabîdir.” demiştir.[6] Sahabe biyografilerini “el-İsâbe fî Temyîzi Sahâbe” kitabında titiz bir çalışmayla ele almış ve bu alanın otoritesi kabul edilen İbn Hacer, muhaddisler arasındaki özü aynı olsa da farklı çağrışımları olan sahabî tanımlarındaki ihtilafları; efradını câmi, ağyarını mâni bir tanımla sona erdirmiştir. Onun yaptığı tanıma göre sahabî; “Allah Rasûlü’yle (s.a.v) iman üzere karşılaşan ve iman üzere ruhunu teslim eden herkestir.”[7] Hadis kitaplarına istinaden söyleyecek olursak aslında muhaddislerin tanımı bu tanımla örtüşmektedir. İbn Hacer’in yaptığı hadis imamlarının hadis külliyatlarında sahabî diye itibar ettiklerini istikra (tümevarım) metoduyla tarif etmek olmuştur. Onların biyografisini yazmak İbn Hacer’e bu şansı vermiştir.
Bu tanımın on binlerce kişiyi sahabe tanımı içine sokmakta olduğu âşikârdır. Bunların önemli bölümünü de kimlikleri bizlerce bilinmeyen meçhûl sahabîler teşkil eder.
Şöyle ki; biyografisi bize ulaşmış sahabe sayısı, en geniş sahabe biyografisini ihtiva eden İbn Hacer’in muhalled eseri, “el-İsâbe”ye göre 12304’tür.[8] Bunların 2 bine yakınını “kadın sahabîler” teşkil eder. İsimleriyle zikredildikleri gibi künyeleriyle de ayrıca zikredilmiş sahabeleri saymazsak, yani bu sayıyı mükerrersiz ele alırsak kimliği bize ulaşan sahabe sayısının on bin küsür civarında olduğunu görürüz. Burası önemlidir. Yani hâli bize meçhûl olan, sadece tarihsel varlıklarını bildiğimiz ama kimlikleri hakkında bize hiçbir şey ulaşmamış on binlerce sahabe vardır.
Sahabenin adâleti tartışması genelde teorik bağlamda yapılmaktadır. Teorik bağlamda yapılan tartışmalar sahabe tenkitçilerinin elini güçlendirmektedir. Zira on binlerce ve çoğunun kimliği bilinmeyen sahabenin ehl-i sünnet tarafından topyekûn ta‘dil edilmesi özellikle de modern aklın kabullenmekte zorlandığı bir meseledir. Ancak bundan kasıt onların Rasûlullah’a (s.a.v) imanla beraber Onu görme şerefine nail olmaları ve bundan dolayı da saygı ve ihtiramı hak etmeleridir. Bir anlamda icmâlî ihtiramla anılmaları ve kem sözlerle muhatap olmamaları hususudur.
Ama meseleyi teorik zeminden reel zemine taşıdığımızda durum ciddi anlamda değişmekte, sahabenin adâleti meselesi bir turnosol kâğıdına dönüşmektedir. Kimin, niçin, sahabîlerin adâleti meselesini gündemde tuttuğunu ve özellikle de hangi sahabîleri kastettikleri o zaman anlaşılmaktadır.
Kimliğini bildiğimiz sahabe sayısının on bin civarında olduğunu akılda tutarak devam edelim. Sahabenin adâleti meselesi reel zeminde bu kimliği bilinen kişileri içermelidir. Hadis ve hadis rivayeti bağlamında ele aldığımızda ise bu sayı çok daha küçülecek ve rivayet tekniği açısından gerçek rakam ortaya çıkacaktır.
Aslında anlatmak istediğimiz şu: Kimliği bilinen on bin civarındaki sahabenin yaklaşık olarak 1002’si bizlere Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’den hadis rivayetinde bulunmuştur. Bunların 500’ü ise herbiri sadece 1 hadis rivayet etmiştir. Durumu daha fazla açığa kavuşturmak için hadis rivayetinde bulunmuş sahabîlerin rivayet ettikleri hadis sayısını anlatmak üzere şu tabloyu hazırladık:
Hadis Rivayetinde Bulunan Sahabe Sayısı | Rivayet Ettikleri Hadis Sayısı |
500 sahabî | 1 hadis |
123 sahabî | 2 hadis |
80 sahabî | 3 hadis |
52 sahabî | 4 hadis |
32 sahabî | 5 hadis |
26 sahabî | 6 hadis |
27 sahabî | 7 hadis |
18 sahabî | 8 hadis |
11 sahabî | 9 hadis |
60 sahabî | 10-20 arası hadis |
55 sahabî | 100 ve üzeri hadis |
11 sahabî | 500’den fazla hadis |
7 sahabî | 1000’den fazla hadis |
Toplam: 1002 |
Bu tabloda da görüleceği gibi hadis rivayetinde bulunan ve adâleti bu bağlamda bizi ilgilendiren sahabîlerin sayısı oldukça azdır.[9] Müsned literatürü incelendiğinde bunu görmek mümkündür.
Sahih Buhârî ve Sahih Müslim’de kendisinden rivayet edilen sahabî sayısı 208-213 arasında. Bunların 149’unu müşterek sahabîler oluşturmaktadır. Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i yaklaşık olarak 700 sahabîden rivayette bulunmuştur. İmam Mâlik’in Muvatta’sında 98, el-Tayâlisî’nin Müsned’inde 281 sahabînin rivayeti mevcuttur.
En fazla rivayette bulunmuş 7 sahâbi ise; Ebû Hureyre, Abdullah ibn Ömer, Enes bin Mâlik, Aişe binti Ebî Bekr, Abdullah ibn Abbas, Câbir ibn Abdullah ve Ebû Sâid el-Hudrî’dir.
Sahabe meselesini modern zamanlarda gündemden düşürmeyen, sahabenin adâleti meselesini hem teorik hem de oynadıkları tarihsel rol düzleminde tartışmaya açanlar, sayıları on binleri bulan, kimlikleri bizlere ulaşmamış ve Peygamber (s.a.v) Efendimiz’den bize hiç bir nakilde bulunmamış meçhûl sahabîleri tartışmaya açmıyorlar. Kimlikleri, ricâl literatüründe; “el-Kutub fî Ma‘rifeti es-Sahâbe” (Sahabe Biyografisi) olarak bilinen kaynaklarda kaydedilmiş ve sayılarının on bin civarında olduğunu söylediğimiz kişilerin kahir ekseriyetini de tartışmaya açmıyorlar. Şiî fırkaları başta Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Aişe gibi gâyet iyi bilinen sahabîlerin sikalığını tartışmaya açıyorlar.
Bu meyanda dikkati câlib bir diğer husus, modern sahabe tenkitçiliğinin Peygamber Efendimiz’den hadis rivayetinde bulunan az sayıdaki sahabîleri ve özellikle de onlar içerisinden fazla rivayette bulunanları tenkit oklarının hedefi kılmalarıdır. Bunlar içerisinden ise Hz. Ebû Hureyre, Hz. Enes bin Mâlik gibi diğerlerine göre daha fazla hadis rivayet etmiş olanları hedef seçmeleri bir tesadüf olmaktan öte, hadis naklinde oynadıkları tarihsel rolle alakalıdır.
Anlatmak istediğimiz, sahabîleri tenkit edenlerin amacı meçhûl sahabîler, hiç hadis rivayetinde bulunmamış yahut çok az sayıda rivayette bulunmuş olanlar değildir. Aksine Rasûlullah’ın (s.a.v) ilmî mirasını bize aktaran sahabîler bu özelliklerinden dolayı sert ve çoğu zaman da karalayıcı saldırılara maruz kalmışlardır. Sahabe meselesini rivayet bağlamında ele aldığımızda, sahabîlerin adâletini tartışanların, rivayetini reddettikleri sahabînin âdil olmadığını kat‘i olarak ispatlamaları ve genel ifadelerden kaçınmaları gerekmektedir.
Goldziher gibi oryantalistlerin yahut Mahmud Ebu Reyye gibi sünnetin güvenirliliğini tartışmaya açanların Ebû Hureyre tenkidine yoğunlaşmaları incelendiğinde hedeflenenin nâkilcinin kişiliğinden çok menkûlün anlamını tartışmaya açmak olduğu gözden kaçmaz. Bu da modern sahabe tenkitçiliği hakkında fikir vermeye sanırım yeterli olur.
Sonuç:
Sahabe ve hadis ilişkisi etle tırnak ilişkisi gibidir. Rivayetin güvenirliliği râvilerin ve bahusus sahabenin güvenirliliğiyle alakalıdır. Bu yüzden sahabeye yaklaşım tarzını doğru belirlemenin sahih bir İslam algısı için elzem olduğu tartışmasızdır.
Çünkü Kur’an ve sünnet onların aktarımıyla bize ulaşmıştır. Bir diğer ifade ile, Peygamberimiz’in (s.a.v) insanlığa ulaştırdığı Kur’an ve sünnete ancak sahabe tarikiyle ulaşabiliriz. Bunun başka maddî imkânı yoktur. Onların söz, fiil ve yazılı kaynaklarla bize naklettiği Kur’an ve Peygamber mirası İslam Dini’nin esaslarını tanımlayan temel kaynaklardır.
Bu yüzden de sahabe meselesi tarihin belirli bir döneminde yaşamış herhangi bir topluluğun dönemsel bir hikâyesinden ibâret değildir. Yani onlar tarih disiplininin inceleme alanına giren bir konu veya rivayet biliminin bir nesnesi değildirler. Onların konumu bireysel hikâyelerinden çok bize taşıdıkları Peygamber mirasıyla alakalı olduğundan çok hassas bir alanı teşkil eder. Sahabe neslini müdaafa yolunu seçen ehl-i sünnet ulemâsı, bunu, onların yukarıda ifadelendirdiğimiz özelliklerinden dolayı, yani İslam’ı müdaafa sâikiyle yapmıştır. Bu anlaşılmadan ne dinin sahih anlaşılması meselesinde sahabenin rolü ve ne de tarih içerisinde türemiş fırkalar arasındaki ihtilaflarda bu meselenin önemi doğru anlaşılamaz. Modern sahabe tenkitçiliğinin bu meselede algıda seçici davranma refleksini, İslam’ı mümkün mertebe Peygamber Efendimiz’den sterilize ederek okuma arzusuna bağlıyorum. Modern İslam yorumunun rahat yapılabilmesi için modern yorumların önünde engel olarak duran hadis metinlerinin devre dışı bırakılmasını gerektirmektedir. Hadis rivayetinde diğerlerine göre daha fazla hadis nakletmiş sahabîlerin bu yüzden hedef seçildiğini, tenkitlere mesnet olan tarihsel ihtilafların ise bu amaç uğruna bir manivela olarak kullanıldığını düşünüyorum.
[1] Enbiyâ, 21/107.
[2] Bknz. İbn Hacer, Ahmed bin Ali el-Askalânî, Nuhbetü’l-Fiker, Dimaşk: Mektebetü’l-Gazâlî, s. 1; es-Suyûtî, Abdurrahman bin Ebî Bekr, Tedrîbü’r-Râvî, Tahkik: Abdu’l-Vahhab Abdu’l-Latîf, Riyâd: Mektebetü’r-Riyâd el-Hadîsetü, 1984, 1b. 1/66.
[3] Bknz. el-Gazâlî, Muhammed bin Muhammed Ebu Hâmid, Mustasfâ fî İlmi’l-Usûl. Tahkik: Muhammed Abdu’sSelâm Abdu’ş-Şâfî, Beyrut: Dâr’ul-Kütübi’l-İlmiyye, 1413, 1b. s. 125; er-Râzî, Muhammed bin Ömer bin el-Hüseyin, El-Mahsûl, Tahkik: Taha Câbir Feyyâd el-Alevî, Riyâd: Câmiatü’l-İmâm Muhammed bin Saud el-İslamiyye, 1400,1b. 4/571.
[4] Şevkânî, Muhammed bin Ali, İrşâd el-Fuhûl, Tahkik: Muhammed Saîd el-Bedrî, Beyrut: Daru’l-Fikr, 1992, b1. s. 1/129; el-Gazâlî. s. 130.
[5] Buhârî, Muhammed bin İsmail, Sahîh Buhâri, Tahkik: Mustafa Dîb el-Buğâ, Beyrut: Dâru İbn Kesir el-Yamâmeti, 3b. 3/1335.
[6] İbn Salah, Osman b Abdurrahman, Mukaddimetu İbnü’s-Salâh, Pakistan/Multan: Fârûkî Kutub Hâne, s. 146.
[7] İbn Hacer, Ahmed bin Ali el-Askalânî, Nüzhetü’n-Nazar Şerhu Nuhbetü’l-Fiker, s. 55.
[8] Bknz. İbn Hacer, Ahmed Bin Ali, el-İsâbe fî Temyîzi Sahabe, Tahkik: Ali Muhammed al-Buhâri, Beyrut: Dâru’l-Cîl, 1412, 1b.
[9] Muhammad Zubayr Sıddîqî, Hadith Literature, Its Origin, Development and Special Features, Cambridge: The Islamic Texts Society, 1993, s. 15-19.