İçeriğe geç
Anasayfa » TÜRKÇE’NİN KUR’ÂN-I KERÎM’LE ÜNSİYETİ

TÜRKÇE’NİN KUR’ÂN-I KERÎM’LE ÜNSİYETİ

Aziz milletimizin son asırdaki kayıplarının en mühimi, hiç şüphesiz onu din ve târihine bağlayan unsurların başında gelen dili ve elifbâ/alfabesidir. Bu kayıplar, dînî ve millî şuurumuzda maalesef çok vahim ve telâfî edilemeyecek birçok zarara sebep olmuştur, olmaktadır. Bu zararın vahâmetini idrak edebilmek için evvelemirde neyi kaybettiğimizi anlamamız îcab etmektedir.

Mâlûm olduğu üzere her dil, ferdi olduğu medeniyet dâiresinin kurucu unsurlarının te’siri ile şekillenir, gelişir. Türkçemiz de, kendini diğer dillerden ayıran telâffuzu ve cümle yapısı gibi alâmet-i fârikalarını muhâfaza etmekle berâber milletimizin İslâm’la şereflenmesini tâkiben İslâm Medeniyeti dâiresinin kurucu unsuru olan Kur’ân-ı Kerîm kaynaklı birçok kelime ile zenginleşmiş ve dünyâ dilleri ile rekâbet edebilecek bir ifâde kudreti ve güzelliğine kavuşmuştu. Her tekâmül gibi bu da elbette bir anda gerçekleşmemiş, Kaşgarlı Mahmud, Yûsuf Has Hâcib, Yûnus Emre, Ali Şir Nevâî, Fuzûlî, Bâkî, Şeyh Gâlip, Ziyâ Paşa, Nâmık Kemal ve Yahya Kemal gibi binlerce kelâm ve kalem erbâbının eliyle asırlar boyunca nakış nakış örülmüş ve nihâyet Türkçe, kendi mükemmel mecraını bulmuştu.

Dilimizin kemal yolculuğunun İslâm’la başlaması elbette bir tesâdüf değildi. İlâhî kelâm olan Kur’ân-ı Kerîm getirmiş olduğu îmân cevherleriyle mü’minlerin kalplerini nurlandırarak onları karanlıktan aydınlığa çıkarırken inananların dillerini de süslemekte ve ilâhî tercîhe medâr olmuş kelimeleriyle lisanlarına lâhûtî bir nefes kazandırmaktaydı. Arapça’ya âb-ı hayat olan Kur’ân-ı Kerîm, İslâm’ı kabul eden farklı milletlerin dillerine de can suyu olmuş ve Müslüman cemiyetlerin Kur’ân menşe’li kelimelerle yekdiğeriyle daha kolay anlaşabileceği şekilde dillerini birbirine yaklaştırmıştı. İslâm coğrafyasında seyahate çıkan Türkçe, Arapça veyâ Farsça anadilli bir Müslümanın asgari anlaşma ihtiyâcının karşılanması böylelikle mümkün hâle gelmişti. Coğrâfî olarak birbirinden binlerce kilometre uzaklıkta bulunan ve devirlerinin ulaşım imkânlarıyla haftalar/aylar sürecek yolculuklara katlanarak bir araya gelebilecek insanların aynı fikir etrâfında toplanmasının ya da aynı entelektüel problemleri benzer çözümlere kavuşturmalarının sebeplerinden birinin de bu müşterek dil kaynağı olduğunu söylemek mâkul olsa gerektir. Bu uzaklık içindeki yakınlığın, daha ziyâde ölçülebilir ve beş hisle idrâk edilebilir olana göre bir neticeye varmaya çalışan modern dönem araştırmacılarını hayrete düşürmesi de anlaşılabilir bir durumdur.

Bilindiği üzere her kelime, belli bir mânâyı aktardığı husûsunda âid olduğu dili kullananlarca üzerinde icmâ edilmiş birer sembol/ibâredir. Bir diğer ifâde ile her kelime aslında heybesinde bizlere mânâlar taşıyan birer vâsıtadır. Bu açıdan kelime zâhir ve madde, mânâ ise onun bâtını ve rûhu kabul edilebilir. Vâsıta, taşıdığının kıymetine kısmen ortaktır. Bu yüzden ilâhî nefhayı taşıyan insanın bedeni de mükemmel bir kıvâma sâhiptir, mûcizevî bir yaratılışa mazhar olan Hz. Îsâ’ya “Allah’ın kelimesi” denmesinin bir hikmeti belki de budur ve yine bundan dolayı Kur’ân-ı Kerîm’in lâfzını ihtivâ eden Mushaf da -bilhassa önceden beri Anadolu insanının İslâm anlayışında olduğu üzere- mânâsı gibi mukaddes kabul edilir.

Zikredilen bu sebeplerden dolayı dilimizdeki Kur’ân menşe’li kelimeler bir açıdan ilâhî bir mânâ tâyinine mazhar olmuş kabul edilebilir. Zîrâ ilâhî olanın tercih ettiği belli bir mânâyı aktaran yine ilâhî tercihe mazhar olan bir kelime olmaktadır. Zâhiri ve bâtını arasındaki irtibâtın ilâhî olan tarafından kurulduğu bu kelimelerin Müslümanların konuştukları lisanlarda varlıklarını devam ettirmeleri hem müşterek kelimelere sâhip olmaları vesîlesiyle anlaşmayı kolaylaştıracak hem de Müslüman toplulukları aynı medeniyet dâiresi içinde tutarak irtibatlarını sağlayacaktır. Bu dillerin birinden Kur’ân menşe’li kelimelerin çıkarılması, zikredilen bu zâhirî ve bâtınî  irtibâtın kopmasına sebep olacaktır.[1] Maalesef diğer dillere nisbetle Türkçe böyle bir kıyıma mâruz kalmıştır.

Yukarıda zikretmeye çalıştığımız, dilimizin tabiî akışı bir nehir yatağının değiştirilmesi gibi sun’î bir müdâhale ile sekteye uğratılmış, önce asırlardır İslâm âlemi ile müşterek kullanılagelen elifbâ terkedilmiş, sonra da her biri kendince bir mânâ mîrâsı taşıyan kelimelerimiz kânun nizam dinlemez, ilim irfan bilmez avcıların vahşi şehvetlerle soyunu kuruttuğu mâhîler misâli tek tek avlanmış ve tâbiri câizse “içki sofralarına” meze yapılmıştır. Elifbânın terkedilmesi bizi yazılı mîrastan, onun tamamlayıcı cüz’ü olan Kur’ânî kelimelerin dilden sürgün edilmesi de Müslüman topluluklarla anlaşma imkânından mahrum bırakmış ve ilâhî metinden uzaklaştırmıştır. Gerçekten sâdeleştirme adı altında dilimizden “ayıklanan” kelimelerin birçoğunun müşterek vasfı, Kur’ânî mânâ hâlelerine sâhip olmalarıydı.

Tasfiye öncesi Türkçe’de bulunan ve asırlar boyunca işlenerek dilin rûhuna sirâyet eden Kur’ân menşe’li kelimelerin sayısı hiç de az değildir. Nitekim sırf bu kelimeleri tesbit etmek maksadıyla yapılmış Türk’ün Dili Kur’ân Sözü isimli çalışmada ifâde edildiğine göre Kur’ân-ı Kerîm’de geçtiği şekliyle aynen dilimizde kullanılan kelimelerin sayısı 3197’dir. Aynen olmayıp iştikaklarıyla kullanılan kelimelerin adedi ise 9514’tür. Böylece Kur’ân-ı Kerîm’de geçtiği şekliyle ve iştikaklarıyla dilimizde yaklaşık 13000 Kur’ân menşe’li kelime vardır.[2] Bu da elli küsur bin kelime ihtivâ eden umûmî lügatlerimizin yaklaşık dörtte birine tekâbül etmektedir.

Bu çalışmadan birkaç misal zikretmekte fayda mülâhaza ediyoruz:

﴿وَلَن يَتَمَنَّوْهُ أَبَدًا بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ﴾

“Fakat ellerinden çıkan işler dururken onu hiç bir zaman/ebediyyen temennî edemezler.” [Bakara Sûresi, 2/95]. Bu âyette geçen “ebeden” kelimesi dilimizde aynen kullanılmaktadır. Ayrıca ebed, müebbed, âbâd, ubûd, ebedî, ebediyen, ebed-müddet gibi bu kelimeden müştak kelimeler de vardır.[3] Ayrıca âyetteki ikinci kelimeden “temennî”, “” kelimesinden de “takdim” gibi kelimeler de dilimize girmiştir.

﴿دَعْوَاهُمْ فِيهَا سُبْحَانَكَ اللَّهُمَّ وَتَحِيَّتُهُمْ فِيهَا سَلاَمٌ وَآخِرُ دَعْوَاهُمْ أَنِ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ﴾

“Orada duâları: «Sübhanekellâhümme, Yâ ilâhi! Seni tesbih ve tehzih ederiz»dir. Orada sağlık temennîleri de: «Selâm = Selâmette olunuz»dur. Duâlarının sonu da: «Elhamdülillâhi rabbi’l-âlemîn = Hamd âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’ya mahsustur!» demektir.” [Yûnus Sûresi, 10/10]. Bu âyetteki âhir/son kelimesi aynıyla dilimizde kullanılmaktadır.[4] Ayrıca dâvâ, duâ, selâm… gibi kelimeler de aynı şekildedir.

Yine Bakara Sûresi 4, Tevbe Sûresi 102, Âl-i İmrân Sûresi 13, Şuarâ Sûresi 64, Hicr Sûresi 24 âyetlerindeki âhiret, âhar/diğeri, uhrâ/diğer, âhirîn/sonlar, müste’hir/geciken kelimeleri de aynıyla Türkçe’de bulunmaktadır. Bunlarla aynı kökten olan te’hir, muahhar, muahhir, taahhur, müteahhir, müteahhirîn, isti’hâr, ahîr, evâhir kelimeleri ile ek veyâ terkiplerle elde edilen ahretlik, âhir zaman, ilâ-âhir gibi kelimeler de dilimizde yer almaktadır.[5]

Bir de dilimizde çokça kullanılan “hüküm” kelimesinin kökü olan “”den müştak kelimelere bakalım: Bu kökten olan “hâkim (A’râf Sûresi 87)”, “hâkimîn (Yûnus Sûresi 109)”, “hükkâm (Bakara Sûresi 88)”, “muhkem (Muhammed Sûresi 20)”, “muhkemât (Âl-i İmrân Sûresi 7)”, “hakem (Nisâ Sûresi 35)” “hikmet (Kamer Sûresi 5)”, “hakîm (Bakara Sûresi 205)”, “hükm (Mâide Sûresi 43)”, “ahkem (Tîn Sûresi 8)” kelimeleri Kur’ân-ı Kerîm’de geçtikleri şekliyle; mahkeme, ihkâm, muhkim tahkîm, muhâkeme, muhâkemât, tahakküm, istihkâm, müstahkim, müstahkem, ahkâm ve hükemâ kelimeleri ise yine aynı kökten olmak üzere dilimizde kullanılmaktadır.[6] Bu misallerin sayıları elbette artırılabilir.

Dilimizin Kur’ân-ı Kerîm’le olan ünsiyet ve irtibâtına son ve dikkat çekici bir misal olarak şunu da zikredelim: Yaklaşık on yıl evvel, dilimizdeki kıyıma karşı çıkan ehl-i kalemden kırk münevverin kırk makâlesini derlediğimiz çalışmada da Türkçe’nin Kur’ân-ı Kerîm’le ünsiyetini ortaya koymak maksadıyla en çok okunan ve dinlenen Yâsîn Sûresi’nin ilk sayfasındaki kelimeler üzerinden bir kıyâs yapmış ve yüzde seksene yakın bir nisbetle bu kelimelerin iştikaklarıyla birlikte dilimizde kullanıldığını tesbit etmiştik. Ehemmiyetine binâen buraya dercetmeyi faydalı görüyoruz:

“Her Müslümanın bildiği, en azından defâatle dinlemiş bulunduğu Yâsîn Sûresi’nin ilk sahîfesinde geçen -hurûf-ı mukataa, mükerrerler, harf-i cer, zamirler ve sâir Arap Dili’nin husûsî ekleri dışındaki- kelime sayısı kırkbeştir. Bu kelimelerden -veyâ bunlarla aynı kökten olup da- Türkçemizde kullanılanların sayısı ise otuz sekizdir. Bu da yaklaşık yüzde seksene tekâbül eder. Bunu, şu nisbetle Kur’ân’ın tamâmına teşmîl etmek pek mümkün değilse de dilimize pek çok Kur’an menşe’li kelimenin girmiş olduğu inkâr edilemeyecek bir hakîkattir.

Şimdi Yâsîn Sûresi’nin ilk sahîfesindeki kelimelerden dilimize girmiş olanlara bakalım:

Kur’ân, hakîm (bu kökten ayrıca; hüküm, hâkim, muhâkeme…), mürselîn (mürsel, irsâl, rasûl…), sırâd, müstakîm (istikâmet), tenzîl (inzâl, nüzûl), azîz (izzet), rahîm (rahmet, merhamet), tünzira (tenzîr, inzâr, nezr…), kavm, âbâ, gâfilûn (gâfil, gaflet, tegâfül…), hak (hukuk, tahakkuk, muhakkik…), kavl (mukaavele, kavilleşme…), ekser (ekserî, kesîr, kesret, teksîr…), yü’minûn (îmân, mü’min…), a’nâk (unk…), eydi (yed), sed, half (halef, istihlâf, halefiyyet…), yübsırûn (basar, basîret, tabsîr…), sevâ’ (müsâvî, müsâvât…), ittebea (tâbî, tebeiyyet, tebea…), zikr (tezkîr, tezkere, zikir…), haşiye (haşyet…), rahmân, gayb (gaybûbet, gıybet, gıyâb…), beşşir (büşrâ, tebşîr, mübeşşir, beşâret…), mağfiret (istiğfâr, gaffâr, gafûr…), ecr (ücret…), kerîm (tekrîm, ikrâm, ekrem, mükerrem…), nuhyi (hay, ihyâ, hayat…), mevtâ (mevt…),  nektübü (kâtib, mektûb, kitâb, kütüb, kitâbet, mekteb…), kaddemû (kadîm, mukaddem, takdîm, mukaddime…), âsâr (eser…), imâm (imâmet..), mübîn (tebyîn, beyyine, mübeyyen…).”[7]

Buradan, dil inkılâbından evvel Kur’ân-ı Kerîm’i okuyan ya da dinleyen Türkçe anadilli bir kimsenin metnin mânâsına az çok vâkıf olabileceği, en azından Kur’ân’ı kendine yabancı dildeki bir metinden daha yakın hissedebileceği neticesi çıkmaz mı?!. Dilimizdeki Kur’ân’la ünsiyetimizi kuran kelimelerin kullanımdan kaldırılmasına bir Müslümanın en azından bu kelimeleri bilhassa kullanmak sûretiyle mukâbelede bulunması gerekmez mi?! Zîrâ mâlûmdur ki tıpkı bir çiçeğe suyun hayat vermesi gibi kelimelerin de hayâtiyetinin devam etmesinin en mühim vesîlesi onların kullanılması ve unutulmaya terk edilmemesidir. Elbette “ebedîyi kullanırken “sonsuz”u terk etmeyelim, “ebediyyet”le birlikte “sonsuzluk” kelimesini de kullanalım, “taahhur”u yaşatırken “gecikme”yi unutulmaya mahkûm etmeyelim. Bu gibi eş mânâlı kelimeler, dilimizin zenginliğini ve ifâde kudretini artırmakta onun Kur’ân’la ünsiyetini muhâfaza etmektedir. O halde soru şudur: “Geciktirme”yi yaşatıp “te’hîr”i îdam sehpâsına göndermek, dâimâ “sürekli” diyerek “dâimâ”yı “müstemirren”i, “süreklilik” diyerek “istimrâr”ı bilhassa kullanmamak dilimizi fakirleştirmekten ve onun Kur’ân-ı Kerîm’le ünsiyetini kaybetmesinden başka ne netice doğuracaktır?! Şuurlu olarak dilimizi dînî ve târihî irtibatlarından uzaklaştırmak isteyenlerin maksadı mâlûmdur da Müslümanın bu husustaki tavır/sızlığ/ı nasıl anlaşılmalıdır?!*  Arş. Gör., Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi          


[1] Nitekim birkaç yıl evvelki ilk İran seyahatimde bu durumu bizzat müşâhede ettim. Dînî ilimleri tahsil etmiş olan Farsça anadillilerle çok rahat anlaşabilirken -zîrâ bu kimseler Kur’ânî kelimeleri daha fazla kullanmaktaydılar- sâirleriyle anlaşmakta nisbeten zorluk çekmiştim. Ayrıca son gün beni havaalanına götüren taksi sürücüsünün dilde ırkçı bir tavra sâhip olarak -Kemalizm’in Türkçe için olan dil anlayışı gibi- kök olarak Farsça olmayan kelimeleri kullanmaması ve bundan dolayı anlaşmakta epey zorlanmış olmamız, nihâyet sürücünün bu tavrını -muvakkaten de olsa- terk etmesiyle ancak anlaşabilmemiz bu müşâhedemi kemâle erdirmiş ve düşüncemi perçinlemişti.

[2] Türk’ün Dili Kur’ân Sözü, İstiklâl Marşı Derneği, İstanbul: TİYO, 2016, s. VIII.

[3] A.g.e., s. 1.

[4] A.g.e., s. 8.

[5] A.y.

[6] a.g.e., s. 146-148.

[7] Türkçe’nin Müdâfaası -Kırk Münevver Kırk Makâle-, derleyen: Abdulrahman Acer, Sebil Yayınevi: İstanbul, 2007, s. 13-14. Aslında bu kelimelere aynı sayfadaki diğer bâzı kelimeler de eklenebilir ve nisbet artırılabilir. Yine “” gibi kalıp ifâdelerdeki kelimelerin ayrı ayrı nazara alınması da sayıyı artıracaktır. Biz sâdece “eyd” kelimesini dikkate aldık. “Beyn” kelimesi de hem tek başına hem de “beynelmilel” gibi kelimelerle dilimizde kullanılmaktadır.