İçeriğe geç

ÜMMETİN HASRETİ: ‘BİR ODA DOLUSU ADAM’

Zeyd bin Eslem’in babasından naklettiğine göre Ömer bin Hattab radıyallahu anh bir gün dostları ile otururken aralarında şöyle bir konuşma geçmiş:

Ömer radıyallahu anh:

“Haydi, herkes bir şey dilesin.” demiş.  Oradakilerden biri:

“Ben, şu oda dolusu gümüşüm olsun da onu Allah yolunda harcayayım isterim.” demiş. Bir başkası:

‘Şu oda dolusu altınım olsun da Allah yolunda harcayım isterim.” demiş. Bir diğeri:

“Bu oda dolusu mücevherim olsa da Allah yolunda harcasam isterim. demiş. Ömer radıyallahu anh:

“Başka?” deyince,

“Başka bir şey istemeyiz.” demişler. Bunun üzerine Ömer radıyallahu anh kendi arzusunu şöyle dile getirmiş:

“Ben, Ebu Ubeyde bin el-Cerrah, Muaz bin Cebel ve Huzeyfe bin el-Yeman gibilerden şu oda dolusu kadar insan isterim ki; onları Allah yolunda görevlendireyim.”[1]

Dün de Bugün de Aranan Adam Aynı

Yer işgal eden değil; yer dolduran, harcadığından çok üreten, liyakatli, ahlaklı, vefalı, sabırlı, zor zamanın adamı: Arandı, aranıyor.

Kendisinden çok ümmetini düşünen, insan olmanın insan dışındaki mahlûklardan farklılığını idrak eden, Allah’tan korktuğu her halinden belli olan, şehvetler önünde erimeyen, sözüyle eylemi aynı olan, dik ve cesur, yalpalamayan adam: Arandı, aranıyor.

Kınamalara aldırmayan, dünya ile ahiret arasında denge kurabilen, gece âbid gündüz mücahid, eliyle, diliyle, malıyla cihad eden adam: Arandı, aranıyor.

Zenginleşince fakirlik günlerini unutmayan, omuzlarına yük konunca nazlanmayan, mazeretler üretmeyen, ‘ama ve fakat’ demeyi bilmeyen, dininden taviz vermeye razı olmayan adam: Arandı, aranıyor.

O hep arandı; gün oldu o Hâbil olarak çıktı. İsmail olarak çıktı.

Gün oldu grup oldular, mağaraya sığındılar, ‘Ashab-ı Kehf’ oldular. Yesrib’te Mus’ab olup, Medine kurdular. Erkam ehli oldular. Suffa ehli oldular. Bedir ehli oldular. Mağarada Ebu Bekir oldular. Haçlıların önünde Selahaddin, Fatih, Seyit Çavuş oldular.

Onlar, hak ve batılın iki zıt kutup olarak yeryüzüne indirilişinde beri arandı, hâlâ aranıyor; Allah’ın dini için ‘fedakâr, gecesi gündüzüne katılmış adam’ arandıkça aranacaktır.

Ömer’in aradığı, kerpiç duvarlı odasını dolduracak adamlar o adamlardı. Kendisi gibi adamlar arıyordu. Bedenleri odaları, heybetleri gözleri dolduran, meleklerin imrendiği adamlar arıyordu. Âbid, zahid, muttaki, fethettiği topraklarda elinin ve emrinin altındaki servet denizinin ortasında aç gezecek; ama davasından geçinmeyecek adam arıyordu. Kendisine kefenlik olarak hazırlanan bezi görünce: “Üç gün sonra çürüyecek bir vücut için bu kadar bezi zayi etmeyin, iki kat kefen bana yeter.” diyecek temiz elli ve dilli adamlardı Ömer’in aradığı adamlar.

O adamlar fethedip şirkten temizledikleri topraklardaki düşüncelerden, yaşam tarzlarından etkilenmedikleri gibi, bütün dil ve coğrafya engellerine rağmen kendi akidelerini o yerlerdeki insanların gönüllerine yerleştirdiler. Etkilenmeyip etkilediler. Almadılar, verdiler. Temsilcisi oldukları peygamberlerinin yüz akı oldular. Onu hiçbir yerde mahcup etmediler. Gözleri ve elleri güven verdi. Dillerinden bal aktı. Dostlarını da düşmanlarını da hayran bıraktılar. Ne ibadetten taviz verdiler ne de cihattan. Dünyadan da nasiplerini unutmadılar. Adım başı bir keramet sergiledikleri halde keramet kampanyaları açmadılar. Ayaklarını kaydırmadan sadık Müslüman olarak yaşamayı en büyük keramet ve nihai hedef olarak gördüler.

Ömer, onlarla ve onların başında yaşadı. Sonra bir bir adamlarını kaybedince gelecek nesillere fetih erlerinin temel karakterlerini, vasıflarını anlatmak istedi. Ümmetin hasretini dillendirdi: Ebu Ubeyde, Muaz ve Huzeyfeler…

Adamlığın Hakkını Verenler;

Ebu Ubeydeler, Muazlar, Huzeyfeler

  • Şirkten tamamen arınıp imanın hakkını verdiler. Allah’ı Mevlaları bildiler. O’nun dostunu dost, düşmanını düşman bildiler. O’nun gözetlemesini her an hissettiler; ateşten kaçar gibi haramlardan kaçtılar. O’nu zikretmeyi havayı solumak gibi hayatî gördüler. Kur’an’ını doya doya okuyup tatbik ettiler. O’na güvendiler. Tevbeye ve istiğfara yapıştılar. Farzları, vacibleri harf harf eda ettiler. Asla dinden tavize yanaşmadılar. Canlarını verdiler de dinden bir nefes taviz vermediler. Allah’ın mübarektir dediği yerleri mübarek bildiler.
  • O’nunla buluşma günü için titrediler, ürperdiler. Cennete girecek bir tek insan varsa o da benim, cehenneme girecek tek insan varsa o da ben olabilirim diye inandılar. Toprağın üstünde iken altındaki heyecanı ve endişeyi hissettiler. Gözyaşları kurumadı. Gece yarılarında, seherlerde deli divane olup yalvarıp yakardılar. Onları bilmeyen biri izlese, bütün cinayetlerin ve kötülüklerin faili zannederdi. Sanki o büyük fetihler, o ihlâslı hizmetler onların eseri değildi.
  • Cennetin bedelsiz olmadığını, dünya hayatının ona varmak için bir köprü olduğunu idrak ettiler. Şehadet, gazilik, fedakârlık, sabır, sebat, vefakârlık, şecaat… damarlarında dolaşan kan oldu. Yiğittiler.
  • Allah’ın peygamberini herkesten, hatta kendi canlarından çok sevdiler. Bedenlerini O’nun yoluna ve hizmetine feda ettiler, dillerini de O’na salavatla şenlendirdiler. Sünnetine sarıldılar; onu can simidi bildiler, hayatlarını ona göre ayarlayıp düzenlediler. Vaat ettiklerini, olacak dediklerini olmuş bitmiş saydılar. O’nun gönüllü tebliğcileri oldular. Sahabilerini sevdiler, bağırlarına bastılar. Ehl-i beytine muhabbet ve takdir beslediler.
  • Mescitlere kilitlendiler. Ezanı mescitlerde dinlemeye gayret ettiler. Oraları fani dünyanın cenneti bildiler. Eğer üzerine dövüşecekleri bir toprak parçası olsaydı o da mescitlerin birinci safı olurdu. Sakat, hasta, yorgun her halükarda, mescit randevularını bozmadılar.
  • Fitneden uzak durmaya gayret ettiler. Sabredip, akıbetin hayrolmasını beklediler. Günah ve şehvetlerin baskısına, fitnelerin, musibetlerin şiddetine, fakirliğin ve yokluğun ağırlığına sabrettiler. Zillete düşmediler, zilletin sebeplerinden kaçtılar. Açız açığız demediler; onları uzaktan izleyen tok zannetti.
  • Yaptıklarını yeterli görmediler. Cihadın en büyüğünü yaptıkları halde elleri duada karıncalandı. Nefislerini yetersiz kalmakla kınadılar; nefislerinin şerrinden Allah’a sığındılar. Kendilerinden daha iyi olanları örnek aldılar. Hayırda ve infakta yarıştılar. Geceyi gündüze ilave ettiler; gündüzü de geceye…
  • Allah’tan hiç ümit kesmediler. Bunaldıkça zikre ve Kur’an’a sarıldılar. ‘Olmaz’ demediler.
  • İnsanlardan kopmadılar. Sıkıntılarına katlanıp toplum içinde olmayı ve bir kişiye bile olsa faydalı olmayı, bir canı cehennemden kurtarmayı dert edindiler. Yeri geldi bir selam vermek, bir gönül almak için güneşin altında yol kat ettiler. Mütevazı, güler yüzlü, dosdoğru oldular. Kendileri için istediklerini din kardeşleri için de istediler. Hediyeleştiler, ziyaretleştiler. Sevdiler sevildiler. Gönüllerin sultanları oldular. Kimse onların ahlaksızlığından söz etmedi. Yürüyen Kur’an, yaşayan Sünnet gibiydiler.
  • Mala tenezzül etmediler, cazibesine kanmadılar. Yolcunun harçlık tutması gibi mal biriktirdiler. Artanı hemen infak ettiler. İnfak ettikleri için törenler yapmadılar. Sağ elleri ile verdiklerini sol ellerinden gizledikleri oldu. Değil haramı, şüpheliyi dahi tutmak bir yana, kendi alın terlerinin eseri olan mallarını dahi ellerinden çıkarmaya baktılar. Alır gibi verdiler. Vermekten zevk aldılar. Sarayların sahiplerini esir aldılar; ama saray sahibi olmadılar. Araziler, çiftlikler edinmediler. Tam anlamıyla bir ağacın altında dinlenen yolcu gibi yaşayıp gittiler.
  • Büyük düşündüler, büyük işler yaptılar. Üç kişi ile bir millet olduklarına inandılar. Kalpleri bir avuç kadar, yürekleri ise dağlar kadardı. Tek başına bir ordunun içine dalmakta tereddüt etmediler. ‘Yapabilirim’ dediklerini yaptılar. ‘Allah benimle beraberse gerisi önemli değil’ düşüncesi ile yollara düştüler. Hayal edilmesi zor işleri gerçekleştirdiler. Kilometreleri adım kadar bile görmediler.
  • Odaları ve makamları doldurup hakkını veren o şahsiyetler, gelişen olaylara ve iklimlere göre şekillenmediler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem vefat ettiğinde hangi halde idiyseler, yirmi yıl sonra da o hali sürdürdüler. Etkilenmediler, etkilediler. Kör taklide girmediler. Aşağılık hissine kapılmadılar. Kisra’nın önünde, İslam’ın izzetini koruyarak durup konuştular. Öldürülme tehdidine güldükleri gibi, maddi imkânlara da kendilerini satmadılar. Geri gitmediler, yerlerinde de saymadılar.

 

[1] Buhari, et-Tarihu’l-Avsat, 54