İçeriğe geç
Anasayfa » YALANCININ ÂKIBETİ

YALANCININ ÂKIBETİ

Yalan, münafığın özelliğidir. Bir münafıklık alâmetidir[1] ve büyük günahlardandır.[2]

Yalan, Hakk’ın ve halkın gözünden düşme sebebidir. Yalan, mü’minde bulunduğu zaman itikâden değil amelen münafığa benzemiş olur. Bundan da son derece sakınılması gerekir. Zira yalan, en kötü huyların başında gelir. Bu kötü huy, toplumu kemiren, şahsı yalnızlaştıran, fertler arasında güveni ve huzuru bozan bir virüs gibidir. İşte bundan dolayıdır ki Peygamber (sav)’in en çok karşı çıktığı şey yalandı. Abdullah b. Amr (ra) şöyle demiştir:

“Kendisine ahlâkın en buğz edileni (en kötü olanı) yalan idi.”[3]

Ahlâk, “hulk” kelimesinin çoğuludur. Hulk, huy demektir. Huylar iki kısımdır: iyi huylar, kötü huylar. Kötü huyların da dereceleri vardır. Kötüsü, daha kötüsü ve en kötüsü diye. İşte bunların arasında en beğenilmeyeni, en çok buğz edileni yani en kötü olanı, yalandır.

İnsan, toplum içinde yaşayan bir varlıktır. Birbirleriyle münasebetleri vardır. Bu münasebetlerde en önemli husus, insanların birbirlerine güvenmeleri, güven duymalarıdır. Alış verişlerde olsun, idârî, siyâsî işlerde olsun güveni sağlayan doğruluktur, yalan söylememektir. İşte bundan dolayıdır ki yalan münafığın alâmetlerinden sayılmıştır.

Mesela, insanlar birbirlerine güvenerek borç para alıp da (kasden) zamanında vermeseler, bu yalanın yüzünden nice kimseler zarar görecek, birçok işler alt üst olacaktır. Nitekim bugün, insanlar birbirlerine yalan söyleye söyleye, toplumda güven kalmamış, neticede huzur bozulmuştur. Ve hiç bir günahın zararı, yalanın zararı kadar değildir.

Diğer taraftan insanın kendisini, lâyık olmadığı halde övmesi veya altta olduğu halde üste göstermesi de bir bakıma yalandır. Hakikatin hilâfına olmak, aksini söylemek veya böyle görünmek de yalandır.

Ayet-i kerimede yalanın hemen şirkten sonra yasaklanmış olması da kötü neticesinin büyüklüğündendir: “…Şu halde putlardan kaynaklanan (manevî) pisliklerden sakının/uzak durun ve yalan söylemekten de sakının.”[4]

Yine bir hadîs-i şerifte, şirkten sonra günahların ikinci sırasında yalan söylemek zikredilmiştir. Ebû Bekre Nüfey b. Hâris (ra)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sav): “Büyük günahların en büyüğünü size haber vereyim mi?” diye üç defa sordu. Biz de: “Evet, yâ Rasûlallah.” dedik. Rasûlullah (sav) da: “Allah’a şirk koşmak, ana babaya itaatsizlik etmek” buyurduktan sonra yaslandığı yerden doğrulup oturdu ve: “İyi dinleyin, bir de yalan söylemek ve yalancı şâhitlik yapmak.” buyurdu. Bu sözü durmadan tekrarladı. Daha fazla üzülmesini istemediğimiz için keşke artık söylemese, diye arzu ettik.”[5]

Yalan, temiz insan fıtratına zıttır. İşte bundan dolayı olsa gerektir ki Rasûlullah Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Şüpheliyi bırak, şüphe vermeyene bak. Zira gönül, (sözde ve işde) doğrudan huzur; yalandan kuşku duyar.”[6]

  1. Yalancılık ve Yalancılıktan Kurtulmak

Yalan, “sıdk”ın yani doğruluğun zıddıdır. Yalan ya yalanı söyleyenin kalbinde bildiği doğrunun aksini söylemek veya vâkıaya/realiteye uygun olmayan bir sözü söylemektir. İkisi de tehlikelidir. Birincisi, söyleyenin şahsiyet za’fı, münafıklık işaretlerinden olan şeydir. Muhatab doğru olduğunu zannetse bile o söz yalan hükmündedir, söyleyen de yalancı hükmündedir. Fakat bu şahsın bundan kurtulması kolaydır. Bu şahıs, doğru sözün, doğruca söylemenin ve doğru prensibi izlemenin önemini kavrar ve bu üç doğru yolu izlerse yalancı durumuna düşmekten korunmuş olur.

Birinci çeşit yalanın tedavisi, kalbe Allah korkusunun yerleşmesi ve âhirette hesaba çekileceği gerçeğini daima göz önünde bulundurmasına bağlıdır. Dil ve beden kalbin tercümanıdır; kalp değişince kalıp da değişir ve kalıbın amelleri de değişir.

Yalancılığın Zararını Bilmek

Yalandan kurtulmak için hem dünya hem ebedî âlem için bunun zararını bilmek ve idrak etmek gerekir.

Yalan, toplumda yaygın hale gelince toplumda güven kalkar. Güven kalkınca insanlar arası ilişkiler bozulur, ittifak-birlik düşüncesi ortadan kalkar. Bir vücuttan ruh çıkınca hücreler arası bağ ortadan kalkıp çözülme olduğu gibi fertler arası bağ da öylece ortadan kalkar, cemaatleşme yok olur, ferdiyetçilik ve yalnızlık hâsıl olur. Neticede toplum birilerinin süflî hedeflerine sürüklenen sürüler haline gelirler.

Yalanın şakası dahi yanlıştır. Bu konuda Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Haklı bile olsa münakaşayı terk edene cennetin kenarında (şefaatçi olarak) köşk verileceğine ben kefilim, şaka da olsa yalanı terk edene cennetin ortasında (şefaatçi olarak) köşk verileceğine ben kefilim, ahlâkı güzel olana da cennetin en yükseğinde (şefaatçi olarak) köşk verileceğine ben kefilim.”[7]

Yalandan, yalancı bile neticede zarar görür. Yalancı bile işini doğru yaptırmak için doğru adam arar. Çünkü yalanın zararını kendisi de iyi bilmektedir. Bu noktada dikkat edilecek husus şudur: ilim ile idrak çok farklıdır. Bununla alakalı İmam Gazâlî şöyle der: “Duvar çatlar, ilimdir; çatırdar, idraktir; yıkılır, haldir.”

Yalancılıktan Kurtulmanın Çaresini Bilmek

Yalandan ve yalan hükmünde olan hatadan korunmak için doğru olanı bilmek ve o doğruya göre hareket etmek gerekir. Bu hususta Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Doğruyu getiren (Peygamber) ve onu (doğru olan Kur’ân’ı) tasdik edenler işte onlar (bâtıl anlayışlardan ve bâtıl davranışlardan; dünya ve âhiret sıkıntıya düşmekten) korunanlardır.”[8] Peygamber de Peygamber’in getirdiğini tasdik edenler yani Peygamberin getirdiğine “Doğrudur!” diyenler de, mutlak doğru olan Allah’ın ilmini ve vahyini ifade eden Kur’ân-ı Kerîm sayesinde hatadan korunmuşlardır.

Bu konuda Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Rabbinin kelimesi/sözü-buyruğu hem doğruluk hem de adâlet/yerli yerinde olması bakımından tamdır/mükemmeldir.”[9]

Anlayış ve davranış hakkında bu doğru sistemi gönderen Allah Teâlâ’dır. Yalanı terk edip dosdoğru olursak, Allah (cc) işlerimizi düzelteceğini ve günahlarımızı bağışlayacağını va’detmiştir: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru sözlü olun ki O da işlerinizi lehinize düzeltsin ve günahlarınızı da mağfiret etsin. Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse büyük bir kurtuluşla kurtulmuş olur.”[10]

Bu âyet-i kerîmeden şunu anlamak mümkündür: İşlerimizin düzelmesi, yalanı terk edip doğru sözlü olmakla mümkündür. Doğru sözlü olmak, kalbin takvalı olmasına bağlıdır. Kalbin düzelmesi ve takvalı olması da yasaklardan özellikle yalandan sakınmak, daima Allah ve melekler tarafından denetlendiğimizi bilerek kendimizi denetleyip dilimize ve hareketlerimize dikkat etmek ve kalbimizi, dilimiz ve hareketlerimize denetleyici kılmakla mümkün olur.

Doğru İnsanı Tanıyıp Doğru Yolu İzlemek

Bu nizamı getiren veya bu nizamla gönderilen Peygamber (sav); davası, şahsiyeti ve ahlâkı ile bu sisteme uygun doğruluktadır. Peygamberimizin en önemli iki özelliği, şahsiyetinde ve davasında açığının olmamasıdır.

Peygamber Efendimiz (sav)’in davası olan Kur’ân-ı Kerîm, Allah Teâlâ’nın ilmi ve kelâmı, doğruluk ve isabetlilik açısından fevkalâde tam. Şahsiyetini ise Allah Teâlâ eğitmiş, sözü ve fiili ile tebliğe uygun hale gelmiş ve böylece davası ile şahsiyeti uyum halinde.

Yalandan ve yalancı durumuna düşmekten korunmak için, ilâhî ölçü olan Kur’ân-ı Kerîm’i ve Kur’ân-ı Kerîm’in canlısı olan mutlak örnek olan Hz. Rasûlullah (sav)’ı anlamak, kavramak ve izlemek gerekir.

Doğru yolu ve doğru insanı tanımak yetmez. Doğru yolu ve doğru insanı tanımaktan maksat, doğru yol üzerinde ve doğru zat peşinde yürümektir.

Doğru yol, her gün namazda okuduğumuz Fâtiha Sûresi’nde “sırât-ı müstakîm” diye belirtilen, Allah Teâlâ’nın, iman, ibadet, ahlâk ve ahkâma dâir çizdiği ve bütün peygamberlerin o çizgide yürüdüğü İslâm dinidir.

Yolun doğrusu, doğruların yoludur. Doğrular, kendilerine nimetler verilen kimseler diye bildirilen: peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlerdir.

  1. Yalancılığın Dünyevî Âkıbeti

Yalancılığın dünyevî zararlarının başında toplumda güvensizliğin yayılması gelir. Bu sebeple, kişiler birbirlerine güvenmeyince; birlik olamazlar, güçlenemezler, huzur bulamazlar ve toplumda yalnızlaşırlar.

Yalan söylenen alışverişte bereket olmaz. Bu konuda Peygamber (sav) Efendimiz: “Satıcı ve alıcı (söz kesip) pazarlığı bitirdikten sonra birbirlerinden ayrılmadıkça alış-verişi bozup bozmamakta muhayyerdirler. Eğer onların her biri karşılıklı olarak doğru söyler (mal ile paranın durumunu olduğu gibi) açıklar ise, alış-verişleri bereketli olur. Eğer gizler ve yalan beyânda bulunurlarsa, alış-verişlerinin bereketi kalmaz.”[11] buyurmuştur. Demek ki doğruluk bereket sebebi, yalan, bereketsizlik sebebidir.

Müslüman, her yerde; camide de ve caminin dışında da, alışveriş yaparken de, komşuluk ilişkilerinde de müslüman olan yani doğru ve hak olan İslâm’a göre davranan kişidir.

  1. Yalancılığın Uhrevî Âkıbeti

Yalanlamak da bir yalandır. Yalanlanan kimse, doğru kişi ise; hele yalanlanan Allah Teâlâ ve Peygamber ise; yalanlama, karşıdakine, yalan söylüyorsun, demektir ki bu da büyük bir yalandır. Bu aynı zamanda bir iftiradır. İftira yalan demek değil midir? En büyük iftira en büyüğe yapılan iftiradır. Allah’a ve Rasûlüne iftira atmak ne büyük yalanlama ve yalandır!

Eseri, insan ve kâinat olan Allah’ın âyetlerini inkâr etmek, mucize ile peygamberliğini isbat etmiş Peygamber (sav)’i yalanlamak, vâkıaya yani mutlak gerçeğe muhâlif olması itibariyle yalan söylemektir. Hem bu iki sebepten dolayı hem de insanlara yalan söz söylemeleri ve yalan muamelede bulunmaları sebebiyle yalancılar cehennemle cezalandırılacaklardır. İşte âyet-i kerîme:

“De ki: Allah’a karşı yalan söyleyip iftira edenler asla kurtulamayacaklardır. Dünyada bir süre faydalanmadan sonra dönüşleri ancak Bize olacaktır. Sonra da inkâr ettikleri için onlara en şiddetli azabı tattıracağız.”[12]

Allah’ı ve Peygamberleri yalanlama karşılığında âhirette azap çekeceklerine dair Kur’ân-ı Kerîm’de çok âyetler vardır. Allah’ı, Peygamber’i ve Peygamber’in getirdiğini tasdik edip gereğini yaparak doğru yolu izleyenlerle yalanlama yolunu seçenlerin sonlarını mukayeseli olarak âyetlerde şöyle belirtmiştir:

“Öyle ya iman eden kimse, fâsık olan gibi olur mu? Onlar eşit olamazlar. Evet, iman edip de salih amelleri işleyen kimselerin, yaptıklarına karşılık bir konukluk (ağırlama) olarak me’vâ cennetleri vardır. Ama fâsıklık etmiş olanların barınakları ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde oraya geri çevrilirler ve kendilerine: ‘Haydi tadın o ateşin yalanlayıp durduğunuz azabını!’ denilir.”[13]

Gelelim sözlerinde ve işlerinde yalancı olanların âhiretteki sonlarını izah etmeye: Ebû Ümâme İyâs b. Sa’lebe el-Hârisî (ra)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Yalan yere yemin ederek bir müslümanın hakkını gasbeden kimseye, Allah cehennemi vâcip kılar, cenneti de haram eder.” Bunu üzerine bir adam dedi ki: Ya Rasûlallah! Şayet o (hak) önemsiz bir şey ise yine böyle midir? Peygamber Efendimiz de cevâben: “Misvak ağacından bir dal bile olsa böyledir.” buyurdu.[14]

İbn Mes’ûd (ra)’dan rivayet edildiğine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Müslüman bir kimsenin malını elinden almak için yalan yere yemin eden, Cenâb-ı Hakk’ın gazabına uğramış olarak O’nun huzuruna çıkar.” İbn Mes’ûd şöyle devam eder: Sonra Rasûlullah (sav), Azîz ve Celîl olan Allah’ın Kitabı’ndan kendisinin bu sözünü tasdik eden şu âyeti okudu: ‘Allah’a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedelle değiştirenlere gelince, işte bunların âhirette bir payı yoktur. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için acı bir azâb vardır.’”[15]

Ebû Zerr (ra)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Üç sınıf insan vardır ki kıyamet günü Allah, onlarla konuşmaz, yüzlerine dahi bakmaz, onları temize çıkarmaz. Hem de onlar için can yakıcı bir azab vardır.” Râvî der ki:  Rasûlullah (sav) bu cümleyi üç defa tekrarladı. Ebû Zerr (ra) de: “Bu kimseler tam bir mahrumiyete ve hüsrana uğramışlar. Bunlar kimlerdir, Ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordu. Rasûlullah (sav) da: “Elbisesini kibirle yerlerde sürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yere yemin ederek ticaret malını iyi bir fiyatla satmaya çalışandır.” cevabını verdi.[16]

Allah Teâlâ bizleri yalandan ve yalancılıktan muhâfaza buyursun.

 

[1] Buhârî, Îmân, 24, Şehâdât, 28, Vesâyâ, 8, Mezâlim, 17, Cizye 17, Edeb, 69; Müslim, Îmân, 107-108; Tirmizî, Îmân, 14.

[2] Buhârî, Şehâdât, 10, Edeb, 6; Müslim, Îmân, 143.

[3] el-Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, V, 81, h. no: 6500.

[4] Hacc; 22/30.

[5] Buhârî, Şehâdât, 10, Edeb, 6, İsti’zân, 35, İstitâbe, 1; Müslim, Îmân, 143; Tirmizî, Şehâdât, 3, Birr, 4, Tefsîru sûre, (4) 5.

[6] Tirmizî, Kıyâmet, 60.

[7] Ebû Dâvûd, Edeb, 8; Tirmizî, Birr, 58; İbn Mâce, Mukaddime, 7.

[8] Zümer; 39/33.

[9] En’âm; 6/115.

[10] Ahzâb; 33/70-71.

[11] Buhârî, Büyû’, 19, 22, 44, 46;  Müslim, Büyû’, 47; Ebû Dâvûd, Büyû’, 1; Tirmizî, Büyû’, 6, 26;  Nesâî,

Büyû’, 4, 8, 11.

[12] Yûnus; 10/69-70.

[13] Secde; 32/18-20.

[14] Müslim, Îmân, 218; Nesâî, Kudât, 30; İbni Mâce, Ahkâm, 8.

[15] Âl-i İmrân; 3/77. Buhârî, Eymân, 11, 17; Müslim, Îmân, 220, 222; Ebû Dâvûd, Eymân, 2; Tirmizî, Büyû’, 42; Nesâî, Âdâbü’l-Kudât, 36; İbni Mâce, Ahkâm, 7.

[16] Müslim, Îmân, 171; Ebû Dâvûd, Libâs, 25; Tirmizî, Büyû’, 5; Nesâî, Zekât, 69, Büyû’, 5, Zînet, 103; İbn Mâce, Ticârât, 30.