İçeriğe geç
Anasayfa » YARATILMIŞLARIN EN ŞEREFLİSİ: İNSAN

YARATILMIŞLARIN EN ŞEREFLİSİ: İNSAN

Mânâ itibariyle alışmak, sevilmek, cana yakın olmak anlamlarına sahip üns (zıddı : nefret ) kelimesinden türemiş olan insan; ruh ve bedenden meydana gelen aklı ve zekası ile de diğer canlılardan üstün olan, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir.

Hilafet vazifesinin gereklerini insana bildiren Kur’an-ı Kerim ise; onu,  yeryüzünde kula kul olmaktan çıkararak yalnızca Allah’a kul olmaya çağıran ve ona ebedî saadeti bağışlamak için Allah tarafından indirilmiş bir hayat programıdır.

Yüce Mevla’mızın büyük bir vazife ile görevlendirdiği insan bütün kâinatın kendi  hizmetine verildiği yegâne varlıktır. Rabbiyle yaptığı anlaşmaya göre insan, hiç kimseye boyun eğmeyip sadece Allah’ın karşısında eğilecek, sadece O’nun emirlerine itaat edip O’ndan korkacak ve başka hiç kimsenin huzurunda el açmayacaktır. O eşyayı “kul”lanırken Allah’a “kul” olduğunu bir an olsun unutmayacaktır. İnsanoğlunun sahip olduğu üstün izzet ve şeref, Kurân-ı Kerim’de bizlere şöyle bildirilmektedir: “ Gerçekten  biz âdem evlâtlarını şerefli kıldık …ve onları yarattığımız varlıkların çoğuna üstün kıldık. ” (1)  Zaten Hz. Âdem’in –yani insanın- Allah indinde meleklerden bile daha değerli oluşunun bir delili olarak melâike-i kirâmın Hz. Âdem’e secde etmekle emredilmiş olması yetmez mi…

Yaratılmış varlıkların çoğuna üstün kılınan, kâinatın göz bebeği insanı Kur’an-ı Kerîm bizlere nasıl tanıtıyor?

İnsanın üstünlüğü, Allah’ın ona verdiği beden güzelliği, el göz ve kulak gibi organlarını daha bereketli bir şekilde kullanabilmesi, konuşabilmesi, gülüp ağlayabilmesi, okuyup yazabilmesi başka bir takım varlıkları kendi hizmetinde kullanabilmesi, olaylar arasındaki sebep-sonuç alâkasını görmesi ve bu sayede geleceğe yönelik programlar ve hazırlıklar yapması, iyi-kötü, güzel-çirkin gibi kavramlara sahip olması kısaca maddî, manevî ve ruhî meziyetlere sahip olmasındandır.

Kur’an’ın insanı üstün takdim etme sebeplerinden biri, belki de en mühimi ilimdir. Allah varlıklarla ilgili bütün isimleri ona öğrettiğini ve onu ilim sahibi kıldığını kitabında defaatle beyan eder.

Yine Kur’an’a göre insan bir çok mesuliyet sahibi bir varlıktır. Çünkü göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten çekindikleri o yüce emaneti yalnızca  insan yüklenmeye cesaret edebilmiştir.

“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zâlim çok câhildir.” (2)

Âyet-i kerîmede  zikredilen emanetin ne olduğu konusunda İslam âlimleri çok şeyler söylemişlerse de hepsinin iştirak ettiği görüşe göre emanet; Allah’ın, kulunun emrine verdiği yetkiler ve bu yetkilerin sonucu olan mesuliyettir.

İnsanoğlu için her şey emanettir. Ellerimiz emanettir. Helâl ve meşru şeylere bakmak için gözlerimiz emanettir. Kur’an emanettir, ahkâmıyla yaşamak için… Akıl emanettir, gerçekleri düşünmek için… Akıllı insana yakışan da kendisine yüklenilen emanete hıyanet etmemesidir. Münafıklar, müşrikler ve kâfirler bu emanete hıyanet etmeleri neticesi hem câhil hem de zâlim olarak vasıflanmıştır.

Peki Rabbi tarafından ağır bir yükün muhatabı kılınan insanı İlah’ı nasıl tanıtıyor:

Bu emaneti yüklenen insan Kur’an’ın ifadesiyle nankördür.

“And olsun biz Lokman’a, Allah’a şükret!diyerek hikmet verdik. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden de bilsin ki, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir. Her türlü övgüye layıktır.” (3)

Acelecidir.

“İnsan aceleci (bir tabiatta) yaratılmıştır. Size ayetlerimi göstereceğim benden acele istemeyin.” (4)

Bir kısmı azgındır.

“Gerçek şu ki, insan azar. Kendini kendine yeterli gördüğü için.” (5)

Riyakârdır.

“Onlardan kimi de, eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse mutlaka sadaka vereceğiz ve elbette biz salihlerden olacağız! diye  Allah’a and içti. Fakat Allah lütfundan onlara (zenginlik) verince, onda cimrilik edip (Allah’ın emrinden) yüz çevirerek sözlerinden döndüler.” (6)

Kibirlidir.

“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma! Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.” (7)

Kur’an’a göre insan tesadüfen yaratılmış bir varlık değildir ve kâinatta tesadüfe yer yoktur. Çünkü her şeyi yaratan, planlayan ve yarattığı her zerrenin kanunlarını koyan Allah’tır. İnsan da Allah’ın koyduğu kanunlara göre yaşamak durumunda olan bir varlıktır. Hiçbir şey onun yükseleceği derecelere nâil olamaz ve onun kadar alçalamaz.

Rabbimiz Allah Teala  Hucurât suresinde müminlerin terakkî ederek âlâ-yı illiyyîne  nasıl çıkacaklarını bize bildirmiş ve bu gayeyle müminleri ahlakın en güzeline yönlendirmiştir.

Bu en güzel ahlakı şu beş noktada ele alabiliriz:

1- Rabbimizle olan ilişkilerimizde ahlakî seviye; Yüce Allah’ın varlığını birliğini kabul etmek, o yüce varlığa karşı tazimde bulunmak, sevgi ve saygıda kusur etmemek, emirlerine uyup yasaklarından titizlikle sakınmak ve ona gereği gibi kulluk yapmak, nimetlerine şükretmek, bela ve musibetlerine sabretmekle elde edilir.

2-Rasûl-i Ekrem Efendimiz’le ilişkilerimizde arzulanan ahlakî seviyeye ise; yüce peygamberimize  karşı hürmetkâr olmak, onun emirlerine muhalefette bulunmamak, o yüce insanın nasihatleri huzurunda gayet edepli ve saygılı olmak, mübarek ismi anılınca O’na salât-ü selam getirmek, sünnet-i seniyyesine sarılıp açtığı çığırda ilerlemek ve O’nu kendi nefsimizden aziz tutmakla ulaşılır.

3- Birlikte yaşadığımız mü’minlerle ilişkilerde istenilen ahlakî mertebeyi ise Rabbimiz şöyle ifade etmektedir: “Ey iman eden (talihli kullarım) bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar –yani alay edilenler- alay edenlerden daha hayırlıdırlar. Kendi kendinizi ayıplamayın ve birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın!” (8) Âyet-i kerîmede ifadesini bulan ahlakî noktaya ulaşmak için mü’min, mü’min kardeşini sözlerle ve hareketlerle incitmemeli ve bir Müslüman’ın kanını dökmek ve malını gasp etmek nasıl haramsa onu incitmenin de o şekilde haram olduğunun farkında olmalıdır. İslam vakar, edep, terbiye, nezaket ve nezahat temeli üzerine kurulu bir dindir. Müslüman denilince bu temel üzerinde gelişip şekillendirilen kimse kastedilmektedir.

4- Yanıbaşımızda olmayan ve kendini savunma konumunda bulunmayan  müminlere karşı da vazifelerimiz vardır. Rabbimiz Hucurât suresinde şöyle buyuruyor; “Ey iman edenler zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir bölümü günahtır.”  (9)

Zan dâima düşmanlığı ve kötülüğü doğurur. Müslümanlar arasındaki birlik, beraberlik ve bütünlüğü bozar. Toplumun huzurunu kaçırır. Bundan dolayı zan haram kılınmıştır.

Peki mü’min kardeşimizin gıyabında, onun hakkında aklımızdan geçen her düşünce bizi harama götürür mü? Hayır; düşüncelerimizin hüsn-ü zan olarak isimlendirilen ve makbul olan kısmı da vardır. Mü’minin Allah hakkında, O’nun Rasûlü hakkında, iman eden kardeşleri hakkında ve – aksine sebep olmadıkça – bütün insanlar hakkında hüsn-ü zan beslemesi gerekir. Zannın günah olan kısmı ise insanlar hakkında haksız  yere kötü düşüncelere kapılmaktır.

Yanıbaşımızda bulunmayan mü’min kardeşlerimiz için yapmamızın hoş bulunmadığı diğer bir davranış da tecessüstür. Tecessüs insanların gizli hallerini araştırıp onları kötülükle itham etmektir. Bu hususta Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurmuştur; “Müslümanların ayıplarını araştırmayın. Zira her kim Müslümanların ayıplarını araştırırsa Allah-u Teâlâ da onun ayıplarını takip eder. Nihayetinde onu evinin içinde de olsa rezil ve rüsvâ eder.”

Bir diğer nokta da gıybettir. “Ey iman eden kullarım kimse kimsenin gıybetini yapmasın ve kimse kimseyi çekiştirmesin” (10) buyurulmaktadır. Bir insan hakkındaki kötü bir şeyi bilmek muhakkak ki bileni günaha götürmez. Ancak onu ifşâ edip yaymak gıybetin ta kendisidir ve şiddetle yasaklanmıştır. Toplumun huzurunu, ahlakını birlik ve beraberliğini bozan gıybetçiler hakkında Cenâb-ı Hak “Hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? İşte bundan tiksindiniz değil mi” (11) buyurarak bu fiilin ölü kardeş eti yemek kadar çirkin olduğunu açıklamıştır.

5- İlişki içerisinde bulunabileceğimiz bir zümre de fâsıklardır. Fâsıklık iki kısımdır. Birincisi küfür ve inkâr anlamında, ikincisi ise büyük günah işleyerek veya küçük günahta ısrar ederek hak yoldan çıkanlar anlamındadır. Fâsıklara karşı mü’minlerin tavırlarının nasıl olması gerektiğini Yüce Mevlamız şöyle açıklamaktadır; “Ey iman edenler fâsıklardan biri size bir haber getirirse onun iç yüzünü araştırın.” (12) Bu ilahî haber doğrultusunda bizlere düşen onların haberlerine gönül vermemek, sözlerine kulak asmamak, onlar vasıtasıyla bizlere ulaşan haberleri tetkik etmektir.

İşte bu hususlara dikkat etmesinin sonucu olarak mü’min,  hedeflenen güzel ahlak mertebesine yükselecek ve en büyük gayesi olan Rabbinin rızâsına lâyık olacaktır.

  1. İsra,17/70
  2. Ahzab, 33/72
  3. Lokman, 31/12
  4. Enbiya, 21/37
  5. Alak, 96/6-7
  6. Tevbe, 9/75-76
  7. Ra’d, 13/37