Yukarıdaki başlık “profiller”, “zihinler” ve onların “güncelliği” arasında bir yerde durduğu için üçü arasında bir sıralama endişesi duyularak atılmıştır. Bu üçü arasında nerede durduğumuzu sembolik bazı durumlarda göstereceğimiz anlık tepki ortaya çıkaracaktır. Yeni yeni vasıtalarla tanıştığımızda, bu vasıtaları ortaya koyan zihnin öngördüğü düzlemde mi bunlardan istifade ediyoruz? Ya da bu vasıtalar bizim için ‘işimizi görecek’ birer alet olarak mı kalıyor?
Ümmet-i Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) seleflerinin arasında bazı ihtilaflı konuları önümüze aldığımızda kendimizi cevaz verenlere mi yoksa kerih görenlere mi daha yakın hissediyoruz? ‘Meseleye ve gerekçelerine göre değişir.’ gibi bir cevabın haklılık payı vardır. Daha somut bir örnek üzerinden gidelim: Mesela ‘suret’ tartışmasını önümüze alalım. Suret tartışması denildiği zaman meselenin bizim kuşak için afâkî kaldığının farkında olarak biraz daha Türkçe bir ifade ile ‘resim’ tartışmasını ele alalım. Üzerinde canlı sureti bulunan ve bunun bir devamı olarak insan resmine yönelik bazı ulema ‘endişelerini’ tekrar gözden geçirelim. Alimlerimiz İslâm tarihinin en başından şu asrımıza kadar resme belli şartlarla cevaz vermişler ve bir kısmı da belli endişeler öne sürerek karşı çıkmışlardır.
“Beklentisi” olan insanların “endişeleri” olur. Dünyanın ötesi için beklentileri olan insanlar ‘zerre’ hesabı yaparlar ve bazı konularda özellikle endişe duyarlar. Resim söz konusu olduğunda söz konusu olan endişeleri teker teker burada sayalım demeyeceğiz.
Ancak burada uygun görmeyenlerin ‘temel endişesi’ ne idi ve bunun güncellenmesi gerekmez mi gibi sorularla daha güncel meselelere dikkatlerimizi çekmek için bunu bir köşeye kaydediyoruz. Devasa kitapları yazan, süsleyen, onların kapaklarını dahi bir sanat şaheseri haline getiren, içine yazacağı yazıyı dahi belli isimlerle bir disipline bağlamış insanların ‘suretleri’ bile eserin sonundaki ferağ kaydından ibaret kalmıştır. Ya da daha açık bir ifade ile kitaba her şeyi nakşeden müthiş zihinlere bir an olsun, o eserlerin bir yanına ‘bir resim’ ya da ‘ bir fotoğraf’ ya da ona benzer bir suret nakşetmek gelivermedi mi acaba?!
Mesela Ebu Hanife dendiğinde onu hatırlatacak bir resme ihtiyaç duyulmaz. Dünyanın dört bir tarafında iftitah tekbirinden selamına, nikâh akdinden cenaze merasimine Ebu Hanife resmi ortada durur. Buhârî dendiğinde de zihnimize aksakallı bir dede fotoğrafı gelmez. Ancak Peygamberimizin her bir kavli söz konusu olduğunda bir tarafı ile Buhârî’den bahsedilir. Ya kitabına almadığı ya da aldığı için bahsi mucib birisidir. Nerdeyse her evin kütüphanesinde bir Sahîh-i Buhârî vardır. Evler içlerinde bu kitap bulunduğu için kendilerini bahtiyar hissederler. Bu liste uzatılabilir.
Bizim kuşağımız için çok anlamlı olmayan hatta ‘Nasıl yani?’ gibi sorularla devam eden bir meseleyi güncellemenin ne kadar zor olduğunun farkındayım. Fotoğraf makinesinin bile artık ‘çağdışı’ bir teknolojik vasıta olduğu bir dönemdeyiz. Evet, insanların gördükleri, gezdikleri, yedikleri ve içtiklerini anında kayda aldığından hatta hemen birilerine ulaştırma gayretinde olduklarından haberdar olmayanımız yoktur. Ne de olsa yaptığınızdan, yediğinizden birileri haberdar olduğu kadar iş yapmış sayılırsınız. Hiç bitmeyen egoyu bu şekilde razı edebilirsiniz. O yüzden herhangi bir yerin meşhur bir mahallini ziyaret ettiğiniz vakit öncelikle ‘Ben şu an şuradayım.’ diye ilan-ı cihan edeceksiniz. Ardından da oranın şöhretli ziyafet masalarını ispat için birkaç fotoğrafını da muhakkak bir tavsiye eki ile dostlarınızın istifadesine açacaksınız. Ancak bu şekilde ‘gezmiş’ olursunuz. Küçük bir not: Gittiği yerlerle ilgili bu kadar ayrıntılı yemek ve içmek tasviri acaba seyyahlarımızın kaçında vardır? Koca dünyayı gezen Müslüman seyyahlarımızı bir göz önüne alalım. Mesela seyyah dendiğinde aklımıza ilk gelenler İslam dünyasını başından sonuna gezen meşhur iki seyyahımız İbn Battuta ve Evliya Çelebi’dir. Bu zatların eserlerinde iştah açıcı ne denli bir yemek tasviri vardır?
İki insanın bir araya geldiğinde yapabildiği tek şey, iletişim dışında da birçok özelliği olan aletteki resimlere bakmaktır. Bakacak resim bittiyse o zaman yenisini eklemek. Hemen sağa sola bakarak resimler çekmektir. Nerede olduğunuzun hiç önemi yoktur. Kimlerin bu durumu müşahede ettiğinin de esasında hiçbir önemi yok; mademki bakacak resim bitti hemen yenisi çekilmelidir. Dönüşte hatta dönüş beklenemez hemen şimdi birilerine gösterilebilecek resimler çekilmelidir. Çekecek birisi bulunmadığında bunun da bir yolu bulunmalı; o zaman kendi resmimi çekmeliyim sonra dönüp dönüp kendi fotoğrafıma bakmalıyım. Ee bu kadar ben cümlesinden sonra elinde elektronik bir aletle kendini önemli sayan ve bir zaman sonra “Ben aslında…” cümlesini kurmaya hazırlayan içi boş özgüvenin felaket olacağının habercileri…
Yukarıdaki ifade özellikle ‘kendi fotoğrafına bakmak’ şeklinde ifade edildi. Çünkü kişinin dönüp ‘kendine bakması’ ile fotoğraflarına bakması bambaşka şeylerdir. Bu durmadan kendi fotoğraflarını seyretme vakıası -en azından şimdilik felakete dönüşmemiş bir vakıa- o kadar yaygınlaştı ki herkesin kendisini en iyi ifade ettiğini düşündüğü resmi teşhir etmesi gibi bir durumla karşı karşıyayız. Bu, telefonlarda ve özellikle ‘sosyal (!)’ paylaşım sitelerinde en açık tezahürü ile önümüzde durmaktadır.
Profil ve resim merakımızı bir adım daha öne götürürsek; kişinin kendisi dışında bir başkasının resmini, kendisini en iyi ifade eden ‘şey’ olarak ‘profiline’ yerleştirmesi yukarıdaki gibi şimdilik sadece bir vakıa. Yaş gruplarına göre farklılık gösteren bu durumu anlamak adına en azından evlerimizin bir köşesinde duran albüm kültürümüzü hatırımıza getirmek yeterlidir. Albümler evin bir köşesinde durur ve sadece görmesi gerekenlerle paylaşılırdı. Erkeklerin görmesi gerekenler olurdu ve bu onlarla paylaşılırdı. Sözgelimi kimse nişan, düğün vs. günlerde ailece çekilmiş bir fotoğrafı kapıdan ilk gelen misafire ‘İşte bunlar bizim fotoğraflarımız.’ demezdi. Şimdilik vakıa dediğimiz durumda ise bu fotoğraflardan herhangi biri, internet veya telefon kullanıcısı için ‘çok özel’ ve ‘çok kıymetli’ olduğu için profil resmi yapılıyor. Sonra da -çoğunlukla- sınırlarını kendisinin dahi bilmediği “hâinetü’l-â’yün” ifadesinin muhtevasına göre dijital ortamın insafına ve edebine terkediliyor. Esasında zevc, zevce ya da yeni doğmuş bir evlat bizim için anlamlı, üzerine titreyecek kadar önemli şeylerdir. Ve Allah, insanı sevdiği şeyleri kıskanmaya meyilli yaratmıştır. Bu duyguyu hafife almak ya da yok sayarak davranmak insanın kendisi ile mücadelesidir.
Evet, sanal ortamlarda paylaşılan yemekli ziyafet resimlerinden bahsetmiyoruz. Kişinin kendisini en iyi ifade eden resim olduğu düşünülen resimlerden, profillerden bahsediyoruz. Metnin başındaki zihin karmaşasına ve güncellemeye tekrar tekrar dönüyoruz. Sürekli değiştirdiğimiz profillerden önce zihnimizde bazı güncellemeler yapılması elzemdir. Âlimlerimizi, mimarlarımızı, idarecilerimizi hatırlamak için eserlerine bakmamız yetiyor. Geriye çok şey bıraktılar ve böyle şeylere ihtiyaç duymadılar. Geriye bırakacak bir şeyi olmayanlar durmadan resimlerini çektiriyor, o resimlere baktırıyor ve profillerini güncelliyor. Acaba insanın kendi resmine bu kadar bakması, baktırması ve anlaşılması zor bir şekilde onu telefonuna ana ekran yapıp ısrarla ‘kendi resmine bakması’, hiç dönüp kendisine bakmaması biraz dikkat çekici değil mi?
Doğru soru şu: İnsanlar devamlı surette profillerini değiştirdiği halde zihinlerini değiştirmese ortada var olan bir değişiklikten söz edebilir miyiz? Ya da değişen profiller bazı şeyleri kalıcı hale getiriyorsa ne yapılmalı?
Mesela bir mü’min delikanlının –herhangi bir endişesi olmayan bir delikanlıdan bahsetmiyoruz ve mü’min delikanlı diyoruz- ya da hanımefendinin profilindeki yüzük resmine bakıp “Bu işte hayırlı bir niyet var, herhalde nişanlandı” dedikten birkaç ay sonra düğünde tarafların aile boyu gülen resimlerini gördüğümüzde aynı hayrı bekleyebilecek miyiz? Ancak sofrada eşlerin baş başa birbirine söyleyecekleri muhabbet sözlerini -yine nezaketen muhabbet diyoruz; üçüncü şahısları ilgilendirmeyen o kadar çok şey yazılıyor ki- o resimlerin altında eklenti olarak imalı bir şekilde ilanına şahit olduğumuzda sevinerek işte aile muhabbeti böyle olur diyebilecek miyiz? Ya da kişinin annesi, babası, evladı veya aile fertleri ile alakalı duyguları cümle âlemi niye ilgilendirsin? Kişiler bunu, sınırını bilmediği bir âleme izhar etme ihtiyacı niye hissetsin? Acaba bunlar da ellerde gezen aletler gibi sanal mı?
Gündemimize hiçbir sınır tanımayan, dijital sanal âlemin sorumluluk taşımayan ortamını fırsat bilen “endişesiz” kitleyi almıyoruz. O yüzden de cümleye mü’min delikanlı ile başlıyoruz. Ancak görülüyor ki sosyal hayatta canımızı sıkacak, sair vesilelerle rahatsız olacağımız durumlar sanallaşınca endişelerimize halel gelmiyor.